Gündem

Gökhan Özgün: 'Nasıl bir demokrasi' değil, artık 'nasıl bir demokrasizlik' üzerine konuşmayı arzu ediyorum

"İktidar siyaseti değil azınlık siyaseti yapmak ihtiyacı duyuyorum"

28 Aralık 2015 15:27

Gökhan Özgün *

 

Ben devrimci değilim. Ben aydın değilim.

Ne anlamı var bu girişin diyeceksiniz. Bence anlamı büyük. Çünkü bu iki küçük tanımlama, aşağısı sabır yukarısı kibir dolu bu ülkede bir girişten ziyade bir çıkışı temsil ediyor.

Devrimci ve aydın olma yükünü ne kendim taşırım ne de başkasının sırtına yüklerim. Çünkü bu kimlikler, Türkiye’de siyasi zeminden anlamsızlık zeminine sızmış, daha sonra da şuursuzluk zeminine doğru taşmıştır.

Devrimciliği Türkiye’de marjinal bir kimlik olarak görmeyiniz lütfen. Tarihimiz devrimlerle ve devrimcilerle bezenmiştir.

Mesela Org. Çetin Doğan bir devrimcidir. Tutuklu olduğu dönemde polis arabasına bindirilirken aniden kameralara dönerek “Ben devrimciyim, devrimci’ diye bağırdığını hiç unutmadım. Devrimci bir orgeneral. Devrimci bir ordu komutanı.

O günden sonra CD’lerle, hard disklerle, binlerce sayfalık mahkeme tutanaklarıyla ilgilenmedim. Ben bir aydın değilim ki, niye ilgileneyim? Ben ‘şahsen’ bir vatandaş olarak o an hükmümü verdim ve o hüküm hiç değişmedi. Gönüllü bir itirafla karşı karşıyaydım. O itirafın ne demek olduğunu anlayacak yaşta ve baştaydım.

Hard disk ve CD detektifleri daha sonra nedamet getirdiler, oyuna getirildiklerini söylediler. Gerçeklerle, hukuki delillerle ilgili oyuna gelebilirsiniz. Ama gözlerinizi hakikate kapatmayın, oyuna gelmezsiniz. Hakikat, tartışılan gerçeklerden, bin sayfalık tutanaklardan farklı olarak herkesin okuyabileceği, anlayabileceği bir dille yazılmıştır. Hakikat demokrasi gibi basit bir şeydir. Zaten basit değilse hiçbir şey değildir. Görünce anlarsız, yaşayınca hissedersiniz.

Çetin Doğan’ın hakkını yemeyelim. Devrimcilik orduda başlayıp orduda bitmiyor. CHP’de kime sorarsanız, devrimcidir. Üstelik tek yaydan tek defada üzerinize altı devrimci ok sallarlar. Devrim bu topraklarda onların buluşudur. Patenti de onlardadır. Hatta babadan anadan, oğula kıza geçer.

Türkiye zaten epey devrimci doluyken birdenbire Gezi’den sonra garip bir şey oldu, nurtopu gibi bir devrimciliğimiz daha peyda oldu.

AKP devrimciliği.

Türk ‘aydınlar’ı ve özellikle ‘sol’la arasına tedbirli bir mesafe koymayı şiar edinen Etyen Mahçupyan gibi birinden bile AKP’nin yükselişi için ‘Bu bir devrim’ sözleri işitmeye başladık.

Yine özellikle Gezi’den sonra, Tayyip Erdoğan, yaptıklarını, ve dahası, ettiklerini taçlandırırken ‘devrim’ kelimesini mütemadiyen kullandı. Kimi zaman başlık, kimi zaman kenar süsü olarak.

Ve böylece, Türkiye ihtilaller döneminden devrim dönemine geçmiş oldu.

Laikler ‘ihtilal’ kelimesini seçerken Osmanlıca lügati tercih etmişti, müslüman kesimin öz-türkçe sözlük ve marksist referanslı ‘devrim’ kelimesini tercih etmesi büyük bir ironi oldu. Nasılsa bu topraklarda her kelimenin içi boş, ama bir sahibi mutlaka var. Doldur boşalt.

Böylece Türkiye’de devrimci olmayan pek kimse kalmadı. Devrimci kimliğe sahip olmamak işte bu yüzden çok ehemmiyetli. Neredeyse herkesin devrimci olduğu bu ülkede devrimci değilseniz, minnacık bir azınlık mensubusunuz demektir.

Devrim geliyor devrim. Haliyle biraz acıyacak canınız. Sık dişini aslanım, acı bitince güzel günler bekliyor seni. Eski doktoru değiştirdik şimdi yeni doktorlarımız var. Acı var mı acı?.. Boşver, acı hep vardı zaten.

Yukardaki ‘kibirli’ her kim olursa olsun, şu hakikati gayet iyi bilir, ama bilmezden gelir. Kenardaki köşedeki, aşağıdaki ‘sabırlı’ kişi ne devrim ister ne ihtilal. Devrim sözünü duyunca da buz gibi soğur sizden. Devrim aşağıdakini oldu bittiye getirmektir bu ülkede. Tayyip Erdoğan açık açık devrimle başkan olmak istedi, olmadı, olamadı. Bu sefer yemediler.

‘Aydın’lar hep şu ya da bu devrime destek verdi bu ülkede. ‘Öteki’yle konuşmadılar. Kendi kendine konuştular. Hendek kazdılar. Hendekler yalnızca Diyarbakır’da kazılmadı bu ülkede. Gezi’den sonra Tayyip Erdoğan’ın etrafına hendek kazarak cansiparane onu savunan yeni bir aydın cinsi de türedi.

Tayyip Erdoğan’ın etrafına hendek kazan bu ‘aydınlar’a söyleyecek lafım yok. Zaten kendileriyle öyle sarhoşlar ki, kimseyi dinleyecek halleri de yok. Üstelik kendiyle sarhoş olanlara üfletecek bir cihaz da yok.

Yine Etyen Mahçupyan’a dönmek istiyorum, çünkü Mahçupyan’ın diğer AKP’li aydınlarla arasında benim önemsediğim bir mesafe olduğunu düşünüyorum. Etyen Mahçupyan bir söyleşisinde şöyle diyor. ‘Türkiye bir demokrasi değildir ve hiçbir zaman da olmadı’. Bu kısa, basit, fakat çok isabetli cümle Türkiye’nin şuur sınavı gibidir. Bu cümlenin tamamını içten, hakikaten kabullenen kişiler bir azınlıktır. Büyük bir kesim bir yarısını kabul eder, diğer kesim diğer yarısını. Ya da bir kesim bu cümlenin bir yanıyla ilgili aşırı iyimserdir, diğer kesim diğer yanıyla ilgili aşırı iyimser.

Etyen Mahçupyan bu cümleyle şu kaçınılmaz hakikati işaret ediyor. Ben ve hepimiz büyük ihtimalle bu ülkede demokrasi görmeden öleceğiz, kim bilir belki oğlum da öyle. Demokrasi olmayacaksa, bu uzun arada ne olacak onu konuşmak gerekmiyor mu?

Açıkça söyleyeyim, nasıl bir otoriterlikle yaşayacağız? AKP seçmeninin de CHP seçmenin de hepsi otoriter olmayabilir, ama demokrasinin olmadığı boşlukta otoriterlik de totaliterlik de, seçmenlerin ruhsal bünyesinden bağımsız olarak hakiki ve büyük bir tehlikedir.

Bakın, bir muhafazakar demokrat, bir görüşe göre de faşizan olan Jeanne Kirkpatrick bile, (Ronald Regan dönemi Birleşmiş Milletler Amerikan konsolosu) otoriter rejimleri nasıl tanımlıyor.

Otoriter rejimlerin temelinde bencil olduğunu, vatandaşları üzerinde güç tesis ederek kendilerine yakın bir sınıfı zengin etmekle yetindiklerini söyledikten sonra şunları ifade ediyor:

“Geleneksel otoriterler, halihazırda var olan servet, güç, statü ve diğer kaynakların dağılımına pek dokunmazlar……. Alışılagelmiş iş ve boş zaman ritmini bozmazlar, benimsenmiş yerleşimlere, alışılagelmiş aile ve şahsi ilişkilere ilişmezler.”

Yani, otoriter rejimler bile rasyonel olabilir. Bir düsturları vardır.

Şimdi aşağıdakilerle ilgili bir rasyonel, bir düstur arayalım birlikte.

Şu anda Genel Yayın Yönetmeni ve Yazıişleri Müdürü toplumu silahlı isyana sürüklemekten hapiste olan bir dergide yazmaya başladım. Bu derecede marjinal olmak daha önce hiçbir zaman bana nasip olmamıştı.

Evet, artık yazmak daha önce yazdığım 2007-2009 döneminden çok ama çok daha tehlikeli.

Hasan Cemal’in 2 sene önce yazdığı kitap yasaklı oldu. Bu yasak konusunda uzman yorumunu bilemem, merak da etmiyorum. Ama sıradan bir insanın hayatında bu yasak, hakkın hukukun geriye doğru işlemesi demektir.Yani şu anda yazdığım yazı ben ölene kadar herhangi bir gün yasaklanabilir ve beni suçlu durumuna düşürebilir. Henüz tarif edilmemiş bir suçu şu anda işliyor veya daha önce de işlemiş olabilirim. Ürkütücü. Çok ürkütücü.

Vatan haini kelimesi düştüğü yerden kalktı, hortladı ve yine kanatlandı ortalıkta uçuşuyor, nereye konacağı belli değil.

FETÖ diye bir terör örgütü var artık. Dünyada kendi ismini kendi koyamamış belki de ilk ve tek terör örgütü. Baader Meinoff, Kızıl Tugaylar, MLSP. Benim bildiğim terör örgütü ismi böyle okkalı olur ve mutlaka kendi isminini kendi koyar, kendi kodumu da ismini oturtur.

Ve üstüne, AKP’liler bile birbirlerini televizyonda, Twitter’da FETÖ’CÜ olarak suçlayabiliyorlar (Melih Gökçek-Bülent Arınç). Bana ‘revizyonist’ kelimesiyle birbirinin üzerini çizen Marksist Leninist fraksiyonları hatırlatıyorlar.

Hepiniz biliyorsunuz, yer olsa bu liste uzadıkça uzayabilir

Siz bütün bunlarda bir rasyonel görebiliyor musunuz?

Ben artık demokrasi falan tartışmak konuşmak istemiyorum. Bir aydından diğer aydına, eski bir aydınlık büyük resimden başka bir aydınlık büyük resme geçmek istemiyorum.

Madem hakikat, ömrümüzü demokrasi olmadan bitireceğimizi öngörüyor. Madem siyasete ilgim, tarihi bir görev üstlendiğim veya Allah rızası için değil. ‘Nasıl Bir Demokrasi’ değil, artık ‘Nasıl Bir Demokrasizlik’ üzerine konuşmayı ve hatta anlaşmayı arzu ediyorum. İktidar siyaseti değil azınlık siyaseti yapmak ihtiyacı duyuyorum.

Otoritenin bile bir rasyoneli olmalı. Kaç tane akıl izan dışı irrasyonel otoriter, faşizan vakayı, lafı, suçlamayı, yasağı, cezayı, cinayeti alt alta toplayınca işi çığrından çıkmış sayacaksınız? Bu vakaların her birine münferit muamelesi yapanlara bunun aritmetiğini soruyorum.

Bir büyük resme tapmak, küçük hayatlarımızı kumarbazca büyük resme basmak bu memlekette yeni bir şey değil. Bir devrim, hiç değil.

* Bu yazı ilk kez Nokta'da yayımlanmıştır