Sosyal Antropolog ve Radikal gazetesi Yazarı Tayfun Atay, Gezi Parkı sürecinin ikinci ayında, yaşananların ardından hükümetin izlediği politikayı ele alan bir makale yazdı.
Gezi Parkı olaylarını “seküler kültürün çığlığı” olarak nitelendiren Atay, hareketin hayata müdahale ettiği hususunda hiç kuşku bırakmayan bir “dinsel otoriteryanizm”e karşı yükseldiğini öne sürdü. Atay, iktidarın Gezi Parkı olaylarını fırsat bilerek Türkiye'de sermayenin “seküler” kolunu-kanadını kırma yolunda adımlar atmaya başladığını düşündürecek bir izlenim bıraktığını ifade etti.
Atay’ın BBC Türkçe’de “İktidar için takıntı ve 'kaçış': Gezi” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Gezi Parkı olaylarının başlamasının ikinci “aydönümünde” olup bitenlere ve vardığımız noktaya bakalım!
Gezi'deki ağaçları kurtarma derdiyle başlayan mütevazı çevreci eylem, polis şiddeti sonucu kapsamlı bir toplumsal başkaldırıya dönüştü.
Bu başkaldırının temel nedeni kültüreldir.
Ne dış mihraklar, ne askeri vesayet özlemciliği, ne Ergenekonculuk, ne Sorosçuluk, ne de lobicilik bu patlamayı açıklar. Olsa olsa sadece üstünü örter.
Türkiye'de dini bir kültür (yaşam biçimi-ahlâk) empozesi yolunda hanidir tedirgin edici adımlar atan iktidar, Gezi Parkı'nın kıvılcımıyla karşısında toplumun azımsanmayacak bir kesimini buldu.
Bu, “seküler kültür”ün çığlığıdır. Hayata müdahale ettiği hususunda hiç kuşku bırakmayan bir “dinsel otoriteryanizm”e karşı yükselmiştir.
O “otoriteryanizm”, olaylar boyunca bu çığlığı duymak bir yana hükmünü icraya devam etti.
Başbakan Erdoğan beş gencin hayatını kaybettiği, sayısız insanın polis gazı, suyu, kapsülü, copu, tekmesi-tokadıyla yaralandığı olaylarda mağdurlara yönelik elle tutulur ne bir sempati ne de empati sergiledi.
Aksine polisi takdir edip, polis şiddetini adeta "O kadar kusur kadı kızında da olur" dercesine hafifsedi. Yetmedi, "Polisimizi daha da güçlendireceğiz" diyerek, 'kültürel' kaygılarla protesto gösterilerine yönelen toplum kesimine net bir politik (polisiye de demek mümkün!) yanıt verdi.
İktidar tarafından dindar-muhafazakâr toplum yaratma hedefinin seküler-liberal bir toplum hilafına öne çıkartılmasının bir kültürel makas değiştirme girişiminden öte adeta yeni bir ulus inşasına kadar yolu olacağını düşündüren bazı “ekonomi-politik” manipülasyonların önü de olaylar sürecinde açıldı denilebilir.
Başbakan başta olmak üzere hükümet, onları destekleyen medya kuruluşları, bu kuruluşlarda yazan-konuşan isimler, Gezi Parkı olayları boyunca Koç grubu başta olmak üzere Türkiye burjuvazisinin “seküler” kanadının protestoları desteklediğini iddia ve ima eden sözler sarf etti.
Bu kesime yönelik tehditlerin somut bir sonucunun, şu aralar Koç grubu şirketlerinin olağandışı şekilde vergi incelemelerine tâbi tutulması olduğu da ileri sürülebilir.
Gezi'ye takılıp kalmak
Türkiye burjuvazisi zaten 1990'lardan beri 'kültürel' olarak ikiye ayrılmış durumda.
TÜSİAD'da karşılığını bulan seküler burjuvazi ve Türkiye'de kapitalizmin 1980'lerden itibaren merkezden çevreye yayılıp yaygınlaşmasının hem sonucu hem de itici gücü olarak 1990'da kurulmuş MÜSİAD'la temsil olunan “Müslüman burjuvazi”…
AKP iktidarının ekonomik desteğini bu ikinci burjuvaziden aldığına kuşku yok.
Ama AKP'nin Türkiye'de askeri vesayetçi statüko karşısında ayakta kalmasında ve sonrasında bu vesayet rejimini tasfiye etmesinde “meşruiyet” açısından seküler burjuvazinin önemli bir kesiminden politik destek gördüğünü belirtmemek de haksızlık olur.
İktidar, evet, Gezi Parkı olaylarını fırsat bilerek Türkiye'de sermayenin “seküler” kolunu-kanadını kırma yolunda adımlar atmaya başladığını düşündürecek bir izlenim bıraktı.
Malûm, ulus-devletin temel dinamiği burjuvazidir. Türkiye burjuvazisinin “seküler” kanadını zayıflatıp “İslâmi” kanadını daha güçlü ve hâkim kılma girişimleri, sebebi ne olursa olsun, seküler ulus-devleti, İslâmi bir ulus-devlete dönüştürme yolunda hayli kritik bir “ekonomik” eşiğin aşılmasının hedeflendiği kaygılarını beraberinde getiriyor.
Başbakan, “Gezi patlamasından” bir ay sonra ortaya çıkan Mısır'daki olayları da hep Gezi'ye referansla ve “çoğunlukçu demokrasi” (ki yolu 'popülist otoriteryanizm'e çıkar) anlayışını meşrulaştıracak çerçevede okudu, okumaya da devam ediyor.
İktidar sahipleri, toplumun duygusallığı karşısında soğukkanlı bir aklîliği işlerliğe sokmak yerine aynı doğrultuda bir tepkisel duygusallık içinde Gezi'ye takılıp kalmış durumda.
Somali saldırısında 'manidar sessizlik'
Bu o kadar öyle ki şu ara ülkeyi yönetenlerin gündeminde en ön sırada olması gereken Somali Büyükelçiliği'ne El Kaide saldırısının esamisi okunmuyor ortalıkta.
Düşünün, mesela ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa, Almanya ve daha nice ülke, eğer kendilerine yönelik böyle bir saldırı olsa bunu nasıl karşılardı! Ve tahmin edin, böyle bir saldırı başka bir odaktan gelse Türkiye'de gerek resmiyetin, gerekse ona meyyal toplum kesiminin tepkisi nasıl olurdu! “Mavi Marmara” olayı sonrası İsrail'e yönelik resmi-sivil tepki patlamasını da hatırlayın!..
El Kaide eylemi karşısında Türkiye'de resmiyetin zayıf tepkiselliği yukarıdaki düşünce, tahmin ve hatırlatmalar eşliğinde oldukça manidar…
Ve zihinler Gezi'ye öylesine takılı ki Başbakan hâlâ bize her vesileyle, o ya da bu davette konuşurken, protesto gösterilerine yönelik tepkilerini bildiriyor. Eşliğinde Mısır'daki darbecilerin ‘Müslüman Kardeşler’imize zulmünü tel'in ediyor. Ama Somali'de kendi polisinin canını alan “Müslümanlığa” karşı bir nebze tel'in duymakta zorlanıyoruz.
O halde anlaşılıyor ki seküler Türkiye'ye yönelik tepki ve nefret imkânı sunan Gezi Parkı hadisesi, iktidar açısından bir 'takıntı' olduğu kadar, karşısında gerek ulusal gerek bölgesel zeminlerde belirmesi muhtemel İslâm-içi rekabet ve çatışma odaklarından “kaçış” yolunda da giderek bir seçenek oluşturacak.