Davutoğlu
01 Mart 2021 15:20
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, yarın açıklanacak hukuk reformuna ilişkin olarak, "Artık uslanın da; ağzını açana terörist demeyin. Konuşana hain demeyin. 'Adalet' diyene hakaret etmeyin. Eleştiriye terör eylemi muamelesi yapmayın. Muhalefeti düşman görmekten vazgeçin. Sokak ortasında siyasetçinin, gazetecinin dövüldüğü bir iktidar olmaktan kurtulun. Üniversite kapatmayın, üniversiteli gençlere zehirli yılan muamelesi yapmayın. Medyayı cezaevi, ülkeyi garnizon yönetir gibi yönetmeyin. Kısacası bugüne dek yaptıklarınızı yapmamanız aslında sizin için reform olarak yeter!" değerlendirmesini yaptı.
Davutoğlu, basın toplantısı düzenledi. Davutoğlu gündemlerinin insan hakları olduğunu belirterek, "Bu hafta da siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlar yumağından oluşan yoğun bir siyasi gündemle karşı karşıyayız. Eğitimde okulların söz verildiği gibi bugün açılamamasındaki yönetim krizinden 128 milyar dolarlık Merkez Bankası rezerv kaybındaki kaynak israfına, artık kanıksanan akraba kayırmacılıklarından her gün daha da yaygınlaşan yolsuzluklara, pandemi yasaklarındaki tutarsızlıkların zirveye çıktığı lebalep kongrelerden bu yasaklarla daha da yoksullaşan insanlarımıza kadar bir çok konu gündemimizde. Ancak bugün haftalık açıklamamı tek bir konuya odaklamak istiyorum: İnsan Hakları. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde yine lebalep doldurularak temel insan hakkı olan insan sağlığını tehdit eden İstanbul kongresinde bu hafta Salı günü yani yarın 'İnsan Hakları Reformu Eylem Planı'nı' açıklayacağını ilan etti." dedi.
Davutoğlu şunları kaydetti:
Bugün bu açıklama öncesinde yapıcı muhalefet anlayışımız çerçevesinde hem sorunu kaynaklarına inerek insan hakları alanındaki vahim tabloyu ortaya koymak hem de çözüm önerilerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum. Ta ki hiç bir mazeretleri kalmasın!
“İnsan Hakları’ kavramı kadim medeniyetimizin de en temel dayanaklarındandır. ‘İnsan’ın ve ‘haklar’ın tanımlanması kadimde, en veciz ifadelerinden birini Ebu Hanife’nin ‘İsmet Ademiyyetledir’ sözünde bulmuştur. ‘İsmet’; yani insana doğuştan bahşedilmiş dokunulmazlıklar, en başta ‘can, mal, akıl, din ve nesil’ emniyetidir. Ebu Hanife bu sözüyle, daha 8. Yüzyılda, bu haklara sahip olmak için dini, mezhebi, rengi, dili, coğrafyası, etnik kökeni ne olursa olsun, insan olmayı yeterli saymıştır. Kadimde ilahi buyruklarda olduğu gibi, insanlık tarihi tecrübesinde de, evrensel insanlık değerleri yaşanan pek çok siyasi, sosyal ve ekonomik tecrübenin ardından ana metinlerin de konusu olmuştur.
"Nitekim bu husus BM’de 10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 1. Maddesine ‘bütün insanlar onur ve haklar bakımından özgür ve eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar’ şeklinde ifade edilmiştir. Partimizi kuruluş bildirgesi de insan onuruna yapılan vurgularla başlamaktadır. Hangi alana ilişkin, hangi çözümü konuşuyor olursak olalım, o çözümün en temel amacı insan onuruna saygıyı esas almaktır.
O yüzden Gelecek Partisi olarak sadece hukuk ve yargı alanında değil, sağlık, çevre, ekonomi gibi alanlarda da önceliğimiz insan hak ve onurunun korunmasıdır. Ülkemiz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini 6 Nisan 1949’da onaylamış ve 27 Mayıs 1949 yılında Bakanlar Kurulu kararını Resmî Gazete’de yayınlayarak yürülüğe koymuştur.
Ancak o günden bugüne insan hakları karnemiz hiçbir zaman evrensel standartlara uygun hale getirilememiştir. Askeri darbelerin keyfi ve hukuksuz uygulamaları yanında sivil yönetimlerin tek taraflı yorumları ve zaafları insan hakları ilkelerinin kalıcı bir zihniyet unsuru ve uygulanması zorunlu bir değerler silsilesi olarak görülmesini engellemiştir.
27 Mayıs sonrası Yassıada mahkemeleri, 12 Eylül sonrası ülkenin bir açık hava hapishanesine çevrilmesi, dün yıldönümünü yaşadığımız 28 Şubat’ın karanlık yüzü vatandaşlarımızın insan onurunu hakkıyla yaşamalarını imkânsız kılmıştır.
Ülkemize yine böylesi karanlık bir dönem yaşatmayı amaç edinen 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü milletimizin büyük fedakârlıkları ve kararlı tutumuyla aşılmış olmasına rağmen ardından gelen uygulamalar ve özellikle de Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’yle birlikte ülkeye hâkim olan keyfilik insan hakları karnemizin daha da kötüleşmesine ve dünya ortalamasının çok gerisine düşmesine sebep olmuştur.
Bugün başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidarın insan hakları reformundan bahsediyor olması geç kalmış olmakla birlikte sevindiricidir. Ancak böylesi bir reformun başarılı olması önce sağlıklı bir muhasebe ve özeleştiri yapılmasına sonra da samimiyetle ve tutarlılıkla yaklaşılmasına bağlıdır. İktidar sahiplerinin şu ana kadarki tutumları insan haklarında gerçek bir reform yapılması konusunda bir ümit uyandırmamakla birlikte biz bu açıklama öncesinde kendilerine sorun alanları ve çözüm yolları konusunda bir çerçeve sunalım ki bir mazeretleri kalmasın.
Türkiye’de, 15 Temmuz hain darbe kalkışmasının ardından, darbecilerle mücadele adına alınan siyasi kararlar günümüze dek birikerek gelen insan hakları ihlallerine yol açan siyasal, sosyal, ekonomik ve yargısal sorunlar üzerinde etkili olmuştur. Darbeler ve darbecilerle mücadelede anayasal bir hak olan OHAL süreci, hem OHAL şartlarında hem de OHAL’in kaldırılmasının ardından etkilerini sürdürmüş; OHAL’in evrensel hukuk normları ve hukuk devleti ilkeleriyle pratik uyuşmazlıkları tartışmaların merkezini oluşturmuştur. OHAL süreci ve bunun uzantısı olarak ilan edilen Cumhurbaşkanlığı kararnameleri kadar, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte gelişen siyaset etme modeli de sorunlar yumağının büyümesinde etkili olmuştur.
Nitekim süratle ve itinasız şekilde devreye sokulan bu Kanun Hükmünde Kararnamelerin tashihi için de onlarca benzer kararname yayınlanmak zorunda kalınmıştır. Bu uyuşmazlıkların yarattığı sosyal ve yargısal tahribatlar ise bugüne dek süregelen sürecin belirleyicisi olmuş, üst yapıda yer alan sivil ve siyasi haklar ve ekonomi gibi alanlar da bundan olumsuz şekilde nasibini almıştır.
O yüzden, anayasanın girişinde de yer alan hukuk devleti ilkesinin sınırlarına riayet konusundaki zaaflar, insan haklarındaki ihlallerin en temel sebebi olmuştur. Hukuk devleti, devlet otoritesinin hukuka uygunlukla sınırlı olduğu bir sistemi ifade eder. Bu ilkeyle ulaşılmak istenen asıl hedef, devlet gücü karşısında bireyin onurunu, varlığını, hak ve özgürlüklerini korumaktır. Bu nedenle bir hukuk devletinde devlet gücünün uymakla yükümlü kılındığı hukuk düzeni, insan haklarını korumaya odaklanmış olmalıdır. Aksi halde hukuk devletinden değil, kanun devletinden söz edilebilir.
Gerçek bir hukuk devletinde yasama, yürütme ve yargı organlarıyla bütün idarî makamların her tür eylem ve işleminin hukuka uygun olması gerekir. Yargının bağımsız olmadığı bir sistemde ne hukuk devletinden ne de insan haklarının korunmasından söz edilebilir.
Nitekim Türkiye’nin uzun bir zamandan beri süregelen, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde daha da derinleşen en önemli sorunu, yargının, siyasal organların emrine tâbi kılınmasıdır. Böylece yargı, adalet dağıtan bir organ olmaktan çıkmış; iktidar bloğunun siyasal ve sosyal hayatı kendi çıkarları doğrultusunda tanzim etmesinin aracı haline gelmiştir.
İktidar bloğunun uzun zamandan beri sürdürdüğü torba kanun yapma geleneği de hukuk düzenini kendi menfaatleri doğrultusunda alt üst etmekte; böylece hukukun bütünlüğünü ortadan kaldırmaktadır. Torba kanun yapma geleneği, hukuk normlarının belirliliği ilkesini ihlâl etmektedir.
Bilindiği gibi torba kanun, tek bir kanun ile yürürlükteki birbiriyle ilişkisiz çok sayıda kanunu değiştirmektedir. Torba kanun teklifleri, iktidarın emri altındaki bürokratlar tarafından hazırlanmakta; Meclis komisyonları ve genel kuruldan süratle geçirilerek kanunlaştırılmaktadır. Bu tekliflere komisyonlar ve genel kurulda oy veren iktidar bloğuna mensup milletvekilleri dahi neye evet dediklerini bilmemektedir. Bu ise yasamayı by-pass eden, bu organın devlet hayatındaki rolünü ortadan kaldıran bir uygulamadır. Böylece yasamanın rolü de otomatik olarak yürütmenin uhdesine geçmektedir. Üstelik bu uygulama, aynı zamanda milletvekillerini de işlevsiz kılmaktadır. Milletvekillerinin işlevsizleştirilmesiyle etkisiz hale gelen aslında milletin iradesidir. Öte yandan torba kanun uygulaması, sivil toplumu da etkisiz kılmıştır.
Çünkü bu uygulamayla komisyonlarda ve genel kurulda kanun teklifleri, etraflıca tartışılamamakta; böylece kamuoyu da Mecliste kabul edilen yasal düzenlemeler üzerinde etkili olamamaktadır. Buna bir de ülkedeki ifade hürriyeti ve bu hürriyetten mülhem olan basın hürriyeti, toplanma hürriyeti gibi hürriyetler üzerindeki baskılar eklendiğinde kamuoyu, yasama sürecinde şu veya bu biçimde etkili olamamaktadır. Nitekim, örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan, sivil toplumu tırpanlayan ve kamuoyunda çokça eleştiri alan dernekler kanunu da bir torba yasayla Meclis'ten geçmiştir.
Bu açıdan düşünüldüğünde torba kanunların Anayasa Mahkemesi tarafından hukuk devletine ve bunun gereği olan belirlilik ilkesine aykırılık gerekçesiyle iptal edilmesi gerekirdi. Ne var ki bugüne kadar Anayasa Mahkemesi bu yönde bir karar vermemiştir. Hukuk normlarının belirliliği ilkesini ihlâl eden bir başka uygulaması ise Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yarattığı Cumhurbaşkanlığı kararnameleridir. Bu kararnameler aracılığıyla hukuk kuralları münferit bir hedefe ulaşmak için kamu yararı dikkate alınmaksızın değiştirilmekte; yapılan değişikliklerle amaç hâsıl olduğunda bu kararnameleri ilga eden yeni kararnameler çıkarılmaktadır. Böylece sadece hukuk kurallarının belirliliği ilkesi değil, devlete ve hukuka güven ilkesi de ortadan kalkmakta ve ortaya bir keyfîlik düzeni çıkmaktadır.
Şu halde insan hakları eylem planının gerçek bir mânâ ifade edebilmesi için öncelikle torba kanun uygulamasına son verildiğinin kesin bir ifadeyle ortaya konması, hatta bunun yasaklandığını belirten bir anayasa değişikliğini hedeflemesi gerekir.
Aslında insan hakları eylem planının inandırıcı olabilmesi için bu planın, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilga edileceğini, bu sistemin dayandığı Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine son vereceğini kesin bir dille taahhüt etmesi gerekir. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri mevcut olduğu sürece, bu kararnameler yoluyla İstanbul Şehir Üniversitesi örneğinde olduğu gibi yayınladığı bir kararla bir gecede yedi bin öğrenciyi ve yüzlerce çalışanı ve ailelerini mağdur ederek açık ve kapsamlı bir insan hakları ihlaline yol açan bir karara acımasızca imza atılabilir.
Bunu yapmayacaklarının bilincinde olarak, bundan sonraki en önemli konunun Yargının bağımsızlığı olduğunun altını çizmek isterim.
Nitekim Anayasanın 138. maddesinde 'Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”' hükmüne yer vermektedir. Bu hükmün gereği olarak hâkimlerin tüm kararlarında hukukun üstünlüğünü esas alabilmeleri için verdikleri kararlar neticesinde özlük haklarını kaybetmeyeceklerinden emin olmaları gerekir.
Eğer bir hâkim, hukukun gereği olan bir karara imza attığı için özlük haklarından mahrum bırakılabiliyorsa anayasada yer alan yargının bağımsız olduğunu ifade eden düzenlemelerin hiçbir değeri olmayacaktır. Anayasanın 159. maddesiyle düzenlenen Hâkimler ve Savcılar Kurulu ise özerk olmayan bir kuruldur. Bu kurul 13 üyeden oluşmaktadır. Üyelerin altısı doğrudan doğruya, yedisi dolaylı olmak üzere Cumhurbaşkanınca belirlenmektedir. Böylece bütün yargı mekanizması, Cumhurbaşkanı'nın iki dudağının arasına sıkıştırılmıştır. Daha da ötesi Cumhurbaşkanı'nın iktidar ortakları da yargıya açık talimat verme hakkını kendilerinde görmektedirler.
Örnek mi istersiniz. Genel Başkan yardımcımız Selçuk Özdağ’ın açık bir öldürmeye teşebbüs ile silahlı ve sopalı saldırı sonrasında yaralanmasının ardından zanlılar önce tutuklanmış daha sonra iktidar ortağı MHPli milletvekillerinin savcıları açık bir şekilde tehdit etmesi üzerine bir ay bile geçmeden serbest bırakılmışlardır.
Eleştiri tweeti atan vatandaşların, eleştirel yazı yazan basın mensuplarının, şiddet unsuru barındırmadan gösteri yapan Boğaziçili öğrencilerin hiçbir hukuki gerekçe gösterilmeden aylarca tutuklandıkları bir ortamda öldürmeye teşebbüs ile silahlı saldırıda bulunanların sanıklarının mağduriyetinin engellenmesi gibi akıl ve vicdan dışı bir gerekçe ile serbest bırakılmasının oluşturduğu vahim tablo göz önüne alınmadan insan hakları reformundan bahsedilemez.
Böyle bir ortamda yargıdan adalet dağıtmasını beklemek, bir hayalperestliktir. Hâkimler ve Savcılar Kurulu özerk kılınmadıkça yargı bağımsızlaşamaz. Yargı bağımsızlaşmadıkça Türkiye’nin insan hakları sorunu da çözülemez. Türkiye’de insan hakları alanındaki önemli sorunlardan biri de tutukluluğun ceza hükmü yerine geçirilmesidir. Tutukluluk, ceza yargılamasının ancak istisnaen başvurulması gereken bir unsurudur. Hakkında ceza davası açılan kişi, sanık sıfatını kazanır. Bir hukuk devletinde sanığın masumiyeti karinesi mevcuttur. Nitekim Anayasanın, 15. ve 38. maddelerinde ise sanığın masumiyeti karinesine yer verilmiştir. Buna rağmen açılan her ceza davasında tutukluluk, otomatik bir uygulamaya dönüşmüş; böylece sanığın masumiyeti karinesi ihlâl edilerek aslında tutukluluk adeta bir ceza hükmü vasfı kazanmıştır.
Ceza davalarının açılmasında, tutukluluğa hükmedilmesinde, tutukluluk kararlarının Anayasa Mahkemesi ve AİHM tarafından hak ihlâli olarak görülmesine rağmen bu uygulamaların sürdürülmesinde asıl faktör, yargının siyasetin silahı haline gelmesidir. Böylece iktidar ve ortakları, yargı silahı ve bu silahın en etkili araçlarından olan tutukluluğu kullanmak suretiyle ülkede bir korku iklimi yaratmaktadır.
İşte bu nedenle insan hakları eylem planının Türkiye’deki hak ihlâllerini sona erdirmesi için yargıyı bağımsız kılmak yanında, tutukluluk uygulamalarına son verileceği, sanığın masumiyeti karinesine uyulacağı yönünde kesin bir taahhüt içermesi gerekir. Bu taahhüdün etkili olabilmesi için keyfî tutuklama kararlarına imza atan hâkimlerin bu kararlarından dolayı maddi ve manevi tazminat yükümlülüklerinin kabul edileceğini beyan etmesi icap eder. Nihayet insan hakları eylem planının samimi bir içerik taşıması için bu planda sivil ve siyasal hakların garanti edildiğini gösteren kesin taahhütlerin yer alması gerekir. Siyasal hakların garantisi, siyasi partilerin ifade ve örgütlenme hürriyetleri üzerindeki baskı ve sınırların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
Siyasi partiler üzerindeki en önemli baskı aracı, keyfî olarak harekete geçirilen parti kapatma yaptırımıdır. Elbette demokratik bir anayasa düzeni, siyasi partilerin şiddet kullanarak demokrasiyi yok etmelerine cevaz veremez. Dolayısıyla bu tür partilerin kapatma yaptırımına tâbi kılınması, demokrasinin gereğidir.
Ne var ki Türkiye’de kapatma yaptırımı, güç sahiplerinin siyaset arenasını diledikleri gibi tanzim etmelerinin aracı haline gelmiştir. Bir seçim kazanmak için kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan'ı TRT’ye çıkarmakta, terörist başı Abdullah Öcalan’dan mektup getirtmekte beis görmeyenlerin terör iddiasıyla milyonlarca vatandaşın oylarına lanet okuyarak parti kapatmaya yönelmesi terörle mücadele hedefinden daha çok siyaseti dizayn etme hedefine yöneliktir.
Böylece güç sahipleri, kendi güçlerini pekiştirmek için ihtiyaç duydukları siyaset mühendisliğini parti kapatma yaptırımı aracılığıyla gerçekleştirmektedir. İnsan hakları eylem planı, parti yasaklarının Venedik Komisyonu raporlarına, AİHM kararlarına uygun hale getireceği yönünde kesin bir taahhüt içermelidir.
Bu tür bir taahhüdün inandırıcı olabilmesi, Anayasanın 68. ve 69. maddelerinin ve Siyasi Partiler Kanununun pek çok hükmünün değiştirilmesini gerektirmektedir. Öte yandan siyasal hakların garantisi, dokunulmazlık güvencesinin de güç sahiplerinin bir silahı olmaktan çıkarılmasını gerektirir. Planda böyle bir taahhüdün yer alacağını beklemek, içinde bulunduğumuz şu günlerde pek mümkün değildir.
Çünkü iktidar bloğu, Meclis kompozisyonunu değiştirmek amacıyla çok sayıda milletvekilinin dokunulmazlık güvencesini kaldırmaya hazırlanmaktadır. Nihayet siyasal hakların garantisi, seçim güvenliğinin garantisini gerektirmektedir. Seçim sandığının namusu korunmadıkça siyasal hakların pratik bir değeri kalmayacaktır. Seçimlerin güvenliği, Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsız kılınmasıyla mümkün olabilir. Oysa Yüksek Seçim Kurulu da yargı organı gibi bağımsızlığını kaybetmiş bir organdır. -Bütün bunlara ek olarak insan hakları eylem planı, sivil hakları garanti etmelidir. Bunların başında sivil toplumun ifade ve örgütlenme hürriyetinin garantisi gelmektedir. Tıpkı siyasal toplum gibi sivil toplum da hürriyetlerinden mahrum edilmiştir. İnsan hakları eylem planı, sivil toplumun ifade ve örgütlenme hürriyetini garanti edecek kesin taahhütler ve bunu sağlayacak yasal değişiklikleri içermelidir.
Gerek sivil, gerekse siyasal hakların garantisini sağlayacak önemli bir faktör, Anayasanın 90. maddesinde 2004’te eklenen hükmün uygulanır kılınmasıdır. Bu hükme göre, 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla, kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.' Oysa bu hükmün yargı kuruluşları tarafından dikkate alınmadığı, herkesin malumudur. Uygulanmayan bir başka Anayasa hükmü ise Anayanın 153. maddesinde yer almaktadır. Bu hükme göre, 'Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.'
Görüldüğü gibi insan haklarının garantisi olan Anayasa hükümlerinin göz göre göre uygulanmaması, yürütme gücünün yargıyı hâkimiyeti altına almasının eseridir. Diğer bir deyişle bu tablo, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ürünüdür.
Cumhurbaşkanını yargının en yüksek amirine dönüştüren Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ilga edilmedikçe bu uygulamalar sona erdirilemeyecek ve insan hakları ihlâlleri de engellenemeyecektir. Biz bunun açıklanacak eylem planında yer almayacağının bilincinde olarak; hiç olmazsa mevcut sistem içerisinde nelerin yapılması gerektiğini vurgulamaya devam edelim. Türkiye'deki insan hakları ihlâllerinin temelinde yer alan diğer bir faktör, Anayasanın 119. maddesinin 6. fıkrasının Cumhurbaşkanına sunduğu Olağanüstü Hal Kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisidir. Evvelce bu yetki, Anayasanın mülga 121. maddesinin 3. fıkrasıyla Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna tanınıyordu. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bakanlar kurulunu ilga ettiği için yeni düzende bu yetkiyi Cumhurbaşkanı tek başına kullanmakta. Üstelik Anayasanın 148. maddesi, OHAL KHK'larına yargı bağışıklığı sunduğu için bunlar, Anayasa Mahkemesi'nce denetlenemiyor.
Böylece Olağanüstü Hal Rejimi mutlak bir keyfîlik rejimine dönüşüyor ve yoğun insan hakları ihlâllerine yol açıyor. Nitekim Temmuz 2016 ve Temmuz 2018 tarihleri arasında kabul edilen 31 OHAL KHK'sıyla onbinlerce kişi, aileleriyle birlikte mağdur edildi ve sivil ölüme terk edildi. Bu tablonun bir kez daha tekrarlanmaması için OHAL KHK'sı kavramının tümüyle ilgası gerekiyor. Nitekim biz, Tam Demokrasi İçin Güçlendirilmiş Parlâmenter Sistem başlıklı önerimizde bu taahhütte bulunduk.
İnsan hakları eylem planının samimi ve dürüst olmasının ölçülerinden biri, bu hususa yer vermesidir. Eğer samimilerse Anayasanın 119. maddesinin 6. fıkrasının Cumhurbaşkanına tanıdığı bu yetkinin ilgasını sağlamalılar. Bu bağlamda 2016-2018 yılları arasında bir disiplin soruşturması dahi geçirmeksizin hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ilkeleriyle sanığın masumiyeti karinesi, savunma hakkı, hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakları ihlâl edilerek OHAL KHK'larıyla ihraç edilen kamu görevlilerine şu imkânlar sağlanmalıdır:
İnsan hakları eylem planı, samimi olarak insan hakları ihlâllerini sona erdirme hedefine yönelecekse Cumhurbaşkanının rektör atama yetkisi sona erdirilerek; Cumhurbaşkanı'nın üniversiteler üzerindeki vesayet yetkisi ortadan kaldırılmalıdır. Böylece üniversitelere kayyum rektörler atama yöntemi terk edilmelidir. Bu yapılmadıkça bilim ve sanat hürriyeti ile ifade hürriyeti, eğitim ve öğretim hakkı güvence altına alınamaz.
Öte yandan İçişleri Bakanı'nın yerel yönetimlere kayyum atama yetkisi sona erdirilmelidir. Böylelikle seçmen iradesi, seçme ve seçilme hakkı korunmalı; bu yolla yerel demokrasi güçlendirilmelidir. Suç işleyen yerel yöneticiler varsa önce bu yargı yoluyla tescil edilmeli, daha sonra seçilen belediye meclisi üzerinen yeni bir beled,ye baikanına gröev verilmelidir. Merkezî yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkisi sona erdirilmedikçe yerel demokrasinin korunmasına imkân olmayacağı vurgulanmalıdır.
Aslında bizlerin bu iktidara sayfalar dolusu öneriler zinciri sunmaktan öte tek bir söz söylememiz yeterlidir: Bugüne dek yapmayı becemediğiniz işi yapın ve hukuk devleti ilkelerine uyun! Evrensel insan hakları değerlerine saygı gösterin!
Bunu gerçekleştirecek yargıyı da bağımsız kılın! Toplumsal barışa katkı sağlayacak bir sosyo-politik planı hayata geçirin! Yani iktidar bugüne dek davrandıklarının tersine bir tutum takınıp, siyaset olarak yargıdan elini çekse; üst yargının verdiği kararlara saygılı olsa, aslında hukuki süreçler mağdurlar lehine olmak kaydıyla hızlanacaktır! Yani yapacakları iş basittir!
İktidarın eylem planına değil, tek bir eyleme, tek bir adımı atmaya ihtiyacı vardır. Tabii gerçekten niyetleri varsa. Bu genel çerçevenin ardından, insan haklarıyla ilgili bu tablonun gölgesinde olan bazı somut alanlara ilişkin önerilerimizi de sıralamak gerekmektedir. Biraz evvel de altını kalınca çizdiğimiz üzere; bugün OHAL süreci ve devamında ortaya konan siyasetlerle yaklaşık bir buçuk milyondan fazla insan soruşturmalardan geçmiş; onbinlerce insanımız da AİHM ve AİHS norm ve içtihatlarına uymayan siyasi kriterlerle ya uzun tutuklulukların ya da mahkumiyetlerin kurbanı olmuştur.
Bu meyanda evrensel norm ve içtihatlarla örtüşmeyen ve aileleriyle birlikte milyonlarca insan için hayatı katlanır olmaktan çıkarmış siyasi kriterlerinizi yeniden gözden geçirmekle yükümlüsünüz! KHK’larla ihraç meselesi, bugün artık bir beyin kanamasına dönüşmüştür!
Bir insan hakları eylem planının kangren haline gelmiş bu soruna el atmaması; OHAL Komisyonuyla ilgili yeni düzenlemelere gitmemesi, süreci hızlandırıp mağduriyetleri bir an önce gidermemesi beklenemez! Tavsiyemiz, adaleti bugüne dek gerçekleştirme konusunda atıl kalmış bu komisyonun ya lağvedilmesi ya da hızlandırıcı ek mekanizmaların devreye sokulmasıdır.
Bunun olabilmesi de ancak siyasi iradenin bu konudaki yanlışlardan dönme kararlılığıyla alakalıdır!
Nitekim AİHM’de yakın tarihte görülen bir haksız ihraç davası da, adil yargılanma hakkı ve masumiyet karinesinin ihlaliyle ilgili bir kararla sonuçlanmıştır. Bu davalar onbinlerce dosya olarak AİHM’in önüne yığılmadan gereken hukuki ve adli önlemleri almak kaçınılmazdır! Bir salgın sürecinden geçtiğimizi tekrar hatırlayarak, eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkelerini çiğneyen infaz yasasını herkes için adil şekilde yeniden kurgulamalısınız. Adli-siyasi ya da mahkum-tutuklu ayrımına gitmeden hasta, yaşlı ve çocuklu kadınlar başta olmak üzere, alternatif infaz uygulamalarını harekete geçirmeli; bu insanları tahliye etmelisiniz!
Salgın dönemindeki sağlıkçı ihtiyacına da binaen haksız ihraçlara maruz kalmış KHK’lı sağlık çalışanlarını görevlerine iade etmelisiniz! İfade özgürlüğü çerçevesinde cebir ve şiddete bulaşmayan, eleştiri hakkını kullanan sokaktaki vatandaştan gazetecilere kadar kim varsa tahliye etmeli ve adil yargılanma haklarına riayet edilmelidir! Medya alanındaki haber ve yorumlarda, kişilerin lekelenmeme hakkına azami dikkat gösterecek bir dili zorunlu kılmalı; uymayanlara cezayi müeyyideleri uygulamalısınız! Böylelikle; henüz tutuklu bulunan, şüpheli konumunda olan ve davaları sonuçlanmamış insanların suçlu gibi gösterilmesinin önüne geçmelisiniz!
"Çıplak arama' gibi gayrı hukuki uygulamalarda yaşanan pratik sorunları ciddiye almalı ve önlemelisiniz!"
Cezaevi koşullarını iyileştirmelisiniz! Cezaevlerini ikinci bir cezalandırma mekânı olmaktan çıkarmalısınız! Özellikle aşılama ve salgın tedbirlerine ilişkin oralardan yükselen seslere kulak vermelisiniz! 'Çıplak arama' gibi gayrı hukuki uygulamalarda yaşanan pratik sorunları ciddiye almalı ve önlemelisiniz! Derdiniz birilerinin propagandalarını püskürtmekse; bu, “gerçekleri inkar ederek” değil, ancak adil çözümler üreterek sağlanabilir!
İnsan onurunu zedeleyici icraatlarda görev alan memurları görevden uzaklaştırmalı; geri kalanları evrensel normlara uygun şekilde eğitmelisiniz! TBMM İnsan Hakları Komisyonu ve destek olabilecek STK’larla işbirliği içerisinde cezaevlerinde yaşanan sorunlarla ilgili bir an evvel raporlar istemeli ve yapıcı önerileri ivedilikle uygulamaya geçirmelisiniz! Bir sosyolojik mahfili cezalandırma anlamına gelen ana-baba tutukluluklara son vermelisiniz. Terörle mücadeleyi de sulandıran bu uygulamaları sonlandırmalısınız. Böylelikle, kendilerini, sizlerin siyasi kriterlerini uygulamak zorunda hisseden, uygulamadığı takdirde suçlanma korkusu yaşayan yargı bürokrasisine de nefes aldırmalısınız!
Az önce de altını kalınca çizdiğimiz üzere, bütün bu gayrı hukuki uygulamaların açtığı sosyal yaraların tazmini için: Hem yargısal süreçleri hızlandırmalı, hem de bunları denetleyecek mekanizmalar oluşturmalısınız! Yarın yapacağınız konuşmadaki vaatleriniz sadece teoride ve kâğıt üzerinde kalmasın istiyorsanız, bu konularda çiğnenen insan haklarının maddi-manevi tazminiyle ilgili adalet mekanizmalarını bir an evvel devreye sokmalısınız!
Bakın 3 ay önce 'reform' dediniz; arkasından 'Adalet Reformu' diye eklediniz ama insanlar hâlâ umutla bekliyorlar. Oysa o insanlar için her saniye umut; her saniye değerli! Hukuk eğitiminden avukatlık yasasına ve adalet mekanizmalarının yenilenmesine kadar yepyeni bir yapısal adalet reformunu bir an önce ilan edip uygulamaya koymalısınız!
Gerçekten yüreklerimiz yanıyor. Canımız acıyor. Bu saydıklarımıza daha onlarca madde eklemek mümkün. Ama hepsinin sebebi, kaynağı malum. Konuşmamın başından bu yana hem yasal ve anayasal, hem de pratik gerekçelerle uyarılar yapmamıza sebebiyet veren bu iktidarın insan hakları karnesi maalesef darbe dönemlerini aratmıyor. Dilleri '28 Şubat şükür ki bin yıl sürmedi' dese de, bazı icraatları o günleri bile aratır hale geldi.
OHAL Temmuz 2018’de kalksa da bu koalisyon iktidarı fiili OHAL uygulamalarını maalesef sürdürmeye devam etmektedir. Her gün bir başka hukuksuzluğun hayata geçirildiği, süreklileşmiş bir OHAL rejimi görüntüsü vermektedir. 'Terörle mücadele ediyoruz' kılıfı altında ağzını açana terörist yaftası yapıştırılarak hukuksuzluklar sürdürülmektedir.
İnsan hakları karnesinde her yönüyle 1990’lara dönüş başlamıştır. 90’ların iktidarları ve hukuksuz uygulamalarıyla bu iktidarın arasındaki en önemli fark ise asgari mahcubiyetin de ortadan kalkmasıdır.90’ların vesayet rejimi açık insan hakları ihlalleri yaparken hem ciddi bir itirazla karşılaşırdı hem de asgari bir mahcubiyet gösterirdi.
En azından aleni bir şekilde insan hakları ihlalleri ballandıra ballandıra savunulamazdı. Bugün tuz kokmuştur. Bir taraftan yargı asgari ahlak, adalet ve hukuk ilkelerini unuturken; diğer taraftan koalisyon iktidarı vatandaşların asgari temel insan haklarını unutmuştur. 90’larda; Başörtülülere büyük zulümler yapılmıştır. Kürtlere büyük zulümler yapılmıştır. Düşüncesini ifade eden, adalet isteyen, 'hak' diyen 'hukuk' diyen herkese büyük zulümler yapılmıştır. Bugün iktidar ortağı olanlar, 90’lardaki bu zulümlerin hem savunucusu hem de uygulayıcıları olmuşlardır.
Evet, Sn. Erdoğan’ın deyimiyle 'yola çıktık yanımızda kimler vardı, ama bugün maalesef kimler var' dedikleri 28 Şubat’ın aktörleriydi.Bugün 28 Şubatçılarla ortak olan bu iktidarın insan hakları karnesinin 90’lara benzemesinden daha doğal bir şey olamaz. 90’larda başörtülüler meclise giremiyordu bugün Uygur Türkü hanım kardeşimizin mecliste sesi kesiliyor. 90’larda adam kaçırmalar olurdu; maalesef bugün de başladı. 90’larda Kürtçe inkâr ediliyordu; bugün de Kürtçe oyunlar yasaklanıyor, tabelalar indiriliyor, ders kitaplarından Kürt geçen her şey temizleniyor. 90’larda yargı apoletin önünde hizaya girmişti bugün iktidarın önünde hizada. 90’larda siyasi partiler kapatılıp duruyordu, bugün kendi partileri defalarca kapatılmış olanlar parti kapatmak için kıvranıp duruyorlar. 90’larda ne oluyorsa bugün de o oluyor. Aradaki en önemli fark 90’ların vesayet rejimi ciddi anlamda beceriksizdi.
Bu koalisyon iktidarı kadar halkın milli ve dini duygularını sömürmeyi beceremiyorlardı. Bu koalisyon iktidarı kadar acı gerçekleri 180 derece tersinden yalan-dolanla propagandasını yapmakta zorlanıyorlardı. Bakınız bu yalan işi artık tamamen kontrolden çıkmış durumdadır.
Sayın Erdoğan, aylardır 'Korona döneminde 50 milyara yakın esnafa-tüccara yardım ettik' diyor. Koskoca bir yalan! Gerçek rakam 5-6 milyar TL. Tamam diyorsunuz, artık alıştık, bu iktidar biri on etmekte mahir. Ne de olsa eskiden bardak da yoktu. Birkaç gün sonra çıkıyor, damadının yaktığı 130 milyar doların nereye gittiğini açıklamak için 'Merkez Bankası’ndaki doları salgında destek olarak harcadık' diyor. Yuh, diyoruz artık. El insaf.
Yahu madem siz 1 trilyon TL’ye yakın parayı bu esnafa ve tüccara harcadınız, bu dükkanlar niçin kapandı, bu iflaslar ardı ardına niçin yaşandı. Türkiye böylesini bugüne kadar görmedi. Geçmişte de biri bin yapanlar oldu. Her sıkıştığında bir yalanı başka bir yalanla kapamaya çalışan iktidarlar oldu. Ama emin olun böylesi olmadı. O yüzden bari bu İnsan Hakları reformunuz yalan olmasın.
Size reçeteyi az evvel sundum. Artık uslanın da; ağzını açana terörist demeyin. Konuşana hain demeyin. 'Adalet' diyene hakaret etmeyin. Eleştiriye terör eylemi muamelesi yapmayın. Muhalefeti düşman görmekten vazgeçin. Sokak ortasında siyasetçinin, gazetecinin dövüldüğü bir iktidar olmaktan kurtulun. Üniversite kapatmayın, üniversiteli gençlere zehirli yılan muamelesi yapmayın. Medyayı cezaevi, ülkeyi garnizon yönetir gibi yönetmeyin. Kısacası bugüne dek yaptıklarınızı yapmamanız aslında sizin için reform olarak yeter!
İktidar ne yaparsa yapsın biz 'önce insan', 'önce insan', 'önce insan' demeye devam edeceğiz. İnsan onurunun esas alan programımız ve siyasi anlayışımızla insan haklarının sözcüsü olmayı en asli görev addediyoruz. Bugün yaptığımız gibi bir taraftan yapıcı muhalefet anlayışı ile insan hakları konusundaki çözüm önerilerimiz paylaşacağız; diğer taraftan da insan hakları ihlalleri konusunda en kararlı ve net tutumu almaya devam edeceğiz. Kuruluşumuzdan bu yhana geçen bir sene içinde korku iklimini nasıl dağıtmaya başlamışsak, insan hakları konusundaki karanlık tabloyu da sizin iradeni ve desteğinizle ortadan kaldıracağız.
Cumhuriyetimizi demokrasi ile, hukukumuzu insan hakları ile taçlandıracağız. Gelecek insan onurundadır. İnsan onuru gelecektir.
© Tüm hakları saklıdır.