12 Nisan 2022 03:22
Son aylarda, Financial Times, Wall Street Journal, The Economist gibi dünyanın finans ve ekonomi alanında önde gelen yayınlarında, dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin kaygılı ve birçok açıdan belirsizliğe işaret eden bir ruh hali dikkat çekiyor. Paul Krugman, Larry Summers, Nouriel Roubini gibi ünlü ekonomi profesörleri, Martin Wolf gibi ekonomi yorumcuları; enflasyon, stagflasyon, "küreselleşmeden geri dönüş" gibi konuları tartışıyorlar.
Bu durum, salt Covid-19 pandemisinin ve Ukrayna Savaşı'nın etkilerinden kaynaklanmıyor. Kaygılar da yeni değil.
Aslına bakarsanız, 21. yüzyılın ilk 20 yılı dünya ekonomisine iyi gelmedi. Finansal krizler birbirini izledi, yeniden bir "Büyük Depresyon" korkusu canlandı. 21. yüzyıl savaşlarla başladı, hala savaşlarla devam ediyor.
Küreselleşme, yeni ve bitimsiz bir süreç olarak algılanırken, finansal krizden bu yana "Bitiyor", "Geri çevriliyor" gibi kaygılı yorumlarla anılır oldu. Dahası, depresyon korkusunun yerini, ekonomi politikalarına duyarlılığı çok zayıf bir durum olan stagflasyon (Ekonomik durgunluk ile enflasyonun aynı anda görülmesi) korkusu aldı. Sık sık "anksiyete çağı", "belirsizlik çağı" gibi kavramlara rastlıyoruz.
21. yüzyıl; borsa krizleri ve demir çelik, otomotiv, elektronik, telekomünikasyon gibi lider sanayi dallarında aşırı üretim-talep eksikliği sıkıntısıyla şekillenen bir ekonomik durgunlukla başladı. Bu şekillenme 1930'ları anımsayan yorumlara yol açıyordu. Bu koşullarda, o yıllarda 11 Eylül saldırılarıyla birlikte gelişen süreç içinde, Merkez Bankaları o zaman için "tarihin en büyük parasal genişlemesi" olarak anılan bir müdahaleyle depresyon riskini ortadan kaldırmaya çalıştılar, bir süre için başarılı da oldular.
Gerçekte, bu parasal müdahale sorunları erteliyor ama sorunlar büyümeye devam ediyordu. Bu süreç olgunlaşarak 2007-2008 finansal krizine ulaştı. Onu büyük durgunluk izledi, hem de Merkez Bankalarının finansal sektör korumak, bir depresyonu önlemek için faizleri sıfır düzeyine çekip piyasalara, kimi hesaplamalara göre 12-15 trilyon dolara varan bir likidite enjekte etmiş olmasına karşın...
Dahası bu kadar "tarihin en büyük parasal genişlemesini" geride bırakan büyük parasal genişlemeye karşın fiyatlar da artmıyordu, hatta kimi ekonomistler deflasyondan söz etmeye başlamışlardı. İşsizlik oranları hızla artarken depresyon korkusu yine canlandı.
Sonra dünya ekonomisi, Çin ekonomisinin ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin sunduğu, ucuz işgücü, tüketici talebi ve yatırım olanaklarının katkısıyla durgunluktan çok yavaş da olsa çıkmaya başladı. Covid-19 krizi tam bu noktada dünya ekonomisini "ikili bir şok" ile vurdu.
Covid-19'a karşı gündeme gelen önlemler, hem tüketici talebini hem de üretimi (arzı) olumsuz yönde etkiledi. Dahası tedarik zincirleri kırılmaya, bu kırılmanın dünya ticareti üzerindeki etkileri, "uzun durgunluk" döneminde ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Başkanı Şi Cinping'in yönetimleri altında gelişmeye başlayan "ticaret savaşlarının" etkilerine eklendi. Yine gündemde sert bir ekonomik daralma, bunu önlemek amacıyla çok büyük bir parasal genişleme vardı.
Pandemi, ikinci yılında, alınan önlemlerin, hızla geliştirilen aşıların etkisiyle, sonlandırılamasa bile kısmen denetim altına alındı. Şimdi ekonomiler toparlanmaya başlıyor, iki yıldır bastırılmış talep hızla devreye giriyordu. Tedarik zincirlerindeki kırılmalar da jeostratejik kaygıların basıncıyla yeni arayışlara yol açıyordu: Anında (Just-in-time) stok yönetimi, yerini "ne olur ne olmaz" (just in case) stok yönetimine bırakmaya başlıyor; şirketler, uluslararası üretim ağlarını kısaltılarak "ana vatana" yakın, daha güvenlikli bölgelere gelmeyi amaçlıyordu. Bu gelişmelerin "Küreselleşmeye ne oluyor?" sorusunu yeniden gündeme getiriyor olması da çok doğaldı.
Dahası yeni durumun gelişmeye başladığını düşündüren belirtiler de birikiyordu: Arz hızla artmaya başlayan talebe yetişemiyor, fiyatlar artmaya başlıyor, enflasyon 1970'lerden bu yanan ilk kez başını kaldırıyordu. Merkez Bankaları da düşük faiz parasal genişleme politikalarından vaz geçerek, olası bir enflasyon riskine karşı hazırlanıyorlardı.
Ukrayna krizi işte bu kargaşanın üzerine geldi ve ekonomik sorunlar, jeopolitik gelişmelerin katkısıyla sertleşmeye başladı. Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etme girişimi ile başlayan savaş; gıda, enerji, mineral, demir çelik, gübre gibi malların tedarik zincirlerini kırmaya, arzını daraltmaya başladı. Gıda ve enerji piyasalarında fiyatlar, tüm potansiyel siyasi riskleriyle birlikte hızla artmaya başladı. ABD ve Avrupa ittifakının Rusya'ya uygulamaya başladığı sert ekonomik finansal yaptırımlar bu eğilimleri daha da güçlendiriyor. Bu "toplu-durum" içinde şimdi ekonomik durgunluk ve enflasyonun birlikteliği anlamında stagflasyon tehlikesini arttırıyor.
Bu da bizi ekonomi politikalarına duyarlılığı zayıf, o nedenle de tehlikeli bir gelişmeye, stagflasyon olgusuna getiriyor.
Stagflasyon riski dört kanaldan artıyor. İlk iki kanal, enerji ve gıda fiyatlarına ilişkin: Çok yüksek düzeylerde seyreden enerji fiyatları, özellikle Avrupa ekonomisinde hem girdi maliyetlerini arttırıcı hem de gıda fiyatlarıyla birlikte tüketici talebinde daraltıcı etkiler yapıyor. Tüketicinin enerji ve gıda dışındaki harcamalara ayırabileceği mali kaynaklar azalıyor. Böylece Avrupa ekonomilerinde, hem fiyatlar (enflasyon), hem resesyon olasılığı artıyor, bir stagflasyon riski gündeme geliyor.
Bu etkenler gelişmekte olan ülkeler üzerine, maliyet artışına, talep daralmasına ek bir yük getiriyor: Gıda ve enerji fiyatları birçok ülkede, siyasi kaygılarla, kamu maliyesi üzerinden desteklendiğinden kamu maliyesinin dengeleri hızla bozuluyor.
Üçüncü kanal işçi ücretleri üzerinden gelişiyor. Pandemi biterken, henüz üzerinde bir anlaşmaya varılamayan nedenlerden dolayı, çalışanların umulan hızla işe dönmediği istihdamın, şirketlerin personel talebinin gerisinde kaldığı görülüyor. Bu durumda doğal olarak ücretler, merkez ülkelerde henüz enflasyon oranında olmasa bile belirgin biçimde artıyorlar. Bu öz güven üzerinde sendikal hareketlerde ve toplu pazarlık sisteminde 1980'lerden bu yana ilk kez canlanma işaretleri görülüyor.
Dördüncü ve stagflasyon riskini arttırma bağlamında en tartışmalı kanal Merkez Bankalarının politikalarına ilişkin. Merkez Bankaları son 40 yılın, neo-liberal ve monetarist geleneğini henüz sırtlarından atamadıklarından olsa gerek önceliği enflasyonla mücadeleye veriyor faizleri arttırmaya, piyasalarda likidite çekmeye başlıyorlar.
Merkez Bankaları özellikle de ABD Merkez Bankası, ekonominin (hatta dünya ekonomisinin) yavaşlama riskinin arttığı bir dönemde, enflasyonu düşürmek üzere faizleri artırmaya başladığında, yavaşlamayı çabuklaştırıcı bir dinamiği harekete geçirmeye başlıyor. Örneğin, faiz artırımı öncelikle kısa dönemli borçlanmayı etkileyeceğinden; kredi kartlarının, otomobil ev kredilerinin, dış ticaret finansmanının maliyetini artırmak, tüketici harcamalarını daraltmak, küçük işletmelerin borçlanma, dolayısıyla ayakta kalma şanını azaltıyor. Kısacası faiz artırımının ekonomiyi resesyona itme olasılığı yüksek.
Gözlemciler ABD Merkez Bankası'nın ülkede son 40 yılda yalnızca 4 kez faiz artırımını resesyona yol açmayacak bir düzeyde denetim altında tutabildiğine, diğer durumlarda bir resesyonun başlamasını çabuklaştırdığına işaret ediyorlar.
Kısacası, Merkez Bankalarının enflasyonla mücadele geleneği, ekonomik durgunluğu arttırıcı etki yapıyor. Bu anlamda hem üretim hem de tüketim adeta iki ateş altında kalmaya başlıyor.
Stagflasyonun, ekonomi politikaları karşısındaki duyarsızlığına ilişkin iki etken daha var.
Halen gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ülkelerde kamu ve özel sektör borçları tarihsel olarak yüksek düzeylerde seyrediyor. Merkez Bankalarının faiz artırma, bono satışı gibi politikalarının, mali piyasaların zaten kırılgan olan istikrarını yeni bir finansal kriz noktasına itme riskini arttırmanın yanı sıra bir etkisi daha olacak.
ABD Merkez Bankası, buna şimdi Avrupa Merkez bankasını da ekleyebiliriz, faizleri arttırmaya başlayınca, gelişmekte olan ülkelerin borçlanma ve borç servisi maliyetleri aniden, taşınamayacak düzeylere çıkıyor. Bu ortamda uluslararası borç piyasalarında yatırımcıların, hem gelişmekte olan piyasalardaki risklerden (gıda fiyatları krizi, siyasi istikrarsızlıklar vb.) kaçmak hem de yüksek faizlerden yararlanmak için merkez ekonomilerine dönme eğilimi hızlanıyor.
Bu iki süreç birleştiğinde de 1970'lerde ABD Merkez Bankası'nın stagflasyonla mücadele etmek adına faizleri aniden yükseltince çevre ülkelerde tetiklediği borç krizine benzer bir durum şekillenmeye başlıyor.
Gerçekten de karşımızda 1970'leri anımsatan bir manzara var. Ancak tarih tekerrür etmiyor. Bu kez ortada ne neoliberalizm gibi gündeme gelmeye başlayan yeni bir ekonomi yönetim modeli var, ne de IMF-Dünya Bankası ikilisinin borç krizinin yarattığı olanak içinde çevre ülkelerin ekonomilerini merkezin gereksinimlerine göre şekillendirerek, yeni bir küreselleşme (mal ve sermaye piyasalarını açarak yeni yatırım olanakları yaratmak) başlatması olanaklı.
Dahası 1980'lerde ABD, yeni bir ekonomik modeli küresel çapta inşa etmek ve düzenlemek için gereken ekonomik, entelektüel ve siyasi kapasitelere sahipti. Bugün bu kapasitelerin, artık o zamanki düzeyde olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Ortada yeni bir model önerisi yok. ABD'nin büyük güçler arası rekabet ortamında yeni bir modeli dayatma olanağı da... Çin'in Asya'dan Avrupa'ya "Kuşak ve Yol İnisiyatifi", Afrika ve Latin Amerika'da dağıttığı krediler, kendi ekonomisinde sunduğu piyasa olanakları ve gelişmekte olan ülkelerin ilgisini çekmeye başlamış olan "devlet kapitalizmi" modeli; ABD'nin bir model önermesini ve dayatmasını, var olan bir modeli düzenlemesini neredeyse olanaksız kılıyor.
İkincisi Ukrayna krizi, küresel çapta yeni bir kutuplaşma, parçalanma yönünde eğilimlerin yalnızca geliştiğini göstermedi, bu eğilimleri beslemeye de başladı. Bu bağlamda gündemde 1980'lerdeki gibi yeni bir küreselleşmenin başlama, Doğu Bloku gibi büyük bir alanın dünya piyasasına açılma olasılığı gündemde değil.
Bugünkü duruma 1970'lerin merceğinden bakınca, tüm benzerliklere rağmen esas olarak belirsizliğin egemen olduğu bir manzara görünüyor.
© Tüm hakları saklıdır.