Dünya

Filistin ve mağdur ülkelerde insan haklarını işler hale getirmek

İnsan hakları toplulukları devletlerin uluslararası hukuka uymalarını sağlamak için üçüncü taraf devletlerden yardım talep edebilmelidir

22 Kasım 2013 20:41

Valentina Azarov
openDemocracy / openGlobalRights

İsrail’in hastalıklı bir hal alan yasadışı işgalleri ve Filistinleri sömürmeleri, artık derinden sağlamlaşmıştır ve yerel sivil toplum örgütlerinin kapasitesi, bu sorunda değişime ön ayak olmada yetersiz kalmıştır. İnsan hakları toplulukları; bu yasadışı uygulamaları durdurmak için, devletlerin uluslararası hukuka uymalarını sağlamanın bu grupların yerel çapta sorumluluğu olmasına dayanarak üçüncü taraf devletlerden yardım talep edebilmelidir ve bu yardım gereklidir.

Her ne kadar Stephen Hopgood gibi şüpheciler (“Human rights: Past their sell-by date” – “İnsan haklarının vadesi doldu” adlı makalenin yazarı), uluslararası insan hakları topluluklarının desteklediği küresel insan hakları modelinin artık kavramsal sınırlarına ulaştığını savunsa da; devletlerin yağmacı uygulamalarını kısıtlamayı amaçlayan insan hakları toplulukları, devletlerin yürütme gücüne ilişkin asgari standart olarak uluslararası hukuktan faydalanmayı sürdürmektedir. İnsan hakları topluluklarının uzun yıllardır karşılaştıkları zorluk; sıklıkla, devletlerin tutumunu etki altına alan ve belirleyen diğer, daha nüfuzlu güçlere rağmen, bu devletlerin uluslararası hukuka uymalarını sağlamaktır.

Gerçek şu ki; devletler nadiren kendi çabalarıyla uluslararası hukuka ve insan haklarına uyma girişiminde bulunurlar. İnsan hakları savunucuları, devletlerden uluslararası hukuka uymalarını yalnızca “kanunların gerektirdiğini” öne sürerek talep ettiklerinde, bu devletler tutumlarını değiştirme mecburiyeti duymazlar. Peki, bu öğelere neden uymaları gerekir? Uluslararası hukuk; pek çok devlet tarafından yasalar bütünü olarak değil de, kendi onaylarını gerektiren ve etkinliğini devletlerin gönüllü olarak yaptıkları faaliyetlerden alan, uluslararası işbirliğine yönelik bir takım “yönetmelikler” olarak görülmektedir. Üçüncü taraf ülkeler; kendilerinin art niyetle dayatmış oldukları zorlayıcı tedbirleri meşrulaştırmak için hukuka aykırı davranan ülkelerin yaptıkları insan hakları ihlallerine atıfta bulunsalar da, bu ülkeleri yaptıkları hak ihlallerini sonlandırmaya zorlamaları nadiren gerçekleşmektedir.  

Hukuk dışı eylemde bulunan bir devletle devletlerarası ilişkiler içinde olan bir başka devlete, bu devleti uluslararası hukuka uygun tutum sergilemesini sağlamak üzere baskı uygulaması için çağrıda bulunmak bir yana, bu devletin uluslararası hukuka uymasının insan hakları toplulukları tarafından sağlanması sert güç kullanılmadan nasıl mümkün olabilir?

 

'Adlandırma ve utandırma' ötesi

 

İnsan haklarının, uluslararası hukuk çerçeve ve belgelerinin ihlal edilmesi konusunda harekete geçen pek çok topluluk; çeşitli kampanyalar ve lobicilik yoluyla, politika mekanizmalarını ve seçmenlerini de içeren geniş bir kitle içerisinde daha fazla farkındalık oluşturmayı amaçlar. Bu toplulukların çalışmalarının pek çoğu pratikte; belirli kurumsal faaliyetlerinden değişikliğe gitmeleri için devletler üzerinde baskı oluşturmak üzere, yerel ve uluslararası medyanın dikkatini çekmek için kamu belgelerinin yayımlanmasını gerektirir.

Devletlerin itibarını insan haklarına uyup uymamaları çerçevesinde hedef alan, devlet faaliyetlerinde değişikliğe gidilmesine yönelik “adlandırma ve utandırma” yönteminin harekete geçirilmesi; İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü gibi, üst düzey yetkililerin dikkatini çekebilecek marka güvenilirliğine, uluslararası saygınlığa ve bütçelere sahip toplulukların üstlendiği faaliyetlerle birebir bağdaşmaktadır. Yine de bu strateji; genel anlamda uluslararası siyasi nüfuzdan yoksun olan ve İsrail destekçisi siyasi aktörler tarafından sıklıkla taraflı olarak nitelendirilen Filistinli Sivil Toplum Örgütlerini de kapsayan yerel topluluklar tarafından uygulandığında daha az başarıya ulaşmaktadır.

Pek çok insan hakları topluluğu; tedbirli şekilde siyasi temel sebepleri hedef alan çalışmalar yapmaktan ziyade, sıklıkla insan hakları ihlali vakalarına tepki gösteren veya karşılık veren bildiriler, basın açıklamaları, konferanslar ve atölye çalışmaları üzerinde gereğinden fazla vurgu yapmakla yetinecektir. İnsan hakları ihlallerinin gerçekleştiği yerlerde uluslararası hukukun uygulanması sadece politik akımlara değil; aynı zamanda, bazı devletlerin ülke içi adli ve siyasi düzenleri altında gerçekleşen belirli ihlallerin sonuçlarına da dayanmaktadır.

Politik söylemlerde ve yasal açıklamalarda değişime gidilmesini destekleme ve de yaşanan suiistimalleri belgelendirme çabaları önemli olsa da; klasik “adlandırma ve utandırma” yöntemi için kısıtlı kaynakların ayrılması üzerinde daha fazla düşünülmesi gerekmektedir. Devletler, insan haklarına ve uluslararası hukuka uymaya nasıl mecbur edilebilir ve dahası, bu devletlerin diğer devletlerden bu öğelere samimiyetle uymalarını istemeleri nasıl sağlanabilir? Bu sorunun taşıdığı can alıcı önem yalnızca İsrail/Filistin bağlamında sınırlı kalmaz; aynı zamanda Batı Sahra, Kuzey Kıbrıs, Abhazya ve Dağlık Karabağ gibi siyasi çıkmaz ve bölgesel çatışmayla nitelendirilen diğer pek çok bağlam için de önem taşır.

 

Siyasi takdir yetkisinin sınırlandırılması

 

İnsan hakları toplulukları; üçüncü taraf devletlerin, hukuk dışı eylemde bulunan devletlerle olan devletlerarası ilişkileri sırasında kendi ülkelerine olan adli ve siyasi yükümlülüklerini nasıl ihlal ettiklerini deşifre ederlerse etkinliklerini önemli derecede arttırabilmeleri mümkündür.

Örneğin, Avrupa Birliği’ni teşkil eden Lizbon Anlaşması’nda saygın bir yeri olan ve Avrupa Adalet Divanı tarafından onaylanmış olan Avrupa Birliği hukukunun genel bir ilkesi; dış ilişkiler de dahil olmak üzere “siyasi yetkilerin kullanılmasında uluslararası hukuka uyulması” AB tarafından teminat altına alınmalıdır şeklindedir. Birliğin genel ilkelerinden biri olan “uluslararası hukuka uyma” ilkesine ve Filistin topraklarının işgal altında olduğuna ilişkin belirli politik sorumluluklara bağlı olan Avrupa Birliği’nin; İsrail’in hukuk dışı faaliyetlerinin ve bunların sebep olduğu koşulların, AB hukukunun devreye sokulması için zemin oluşturmasını dikkate alarak bu İsrail taleplerini yasal açıdan onaylaması mümkün değildir. Ancak AB; yapılan sözleşmelerde bulunan bazı eksiklikler nedeniyle, bunun tam aksi şekilde bir tutum sergilemektedir.

Silahlı çatışma ve saldırgan işgaller sırasında uluslararası hukuka daha etkin bir biçimde uyulmasına katkıda bulunmayı görev edinen, küçük ölçekli bir insan hakları odaklı kuruluş olan MATTIN Topluluğu (üye olarak görev aldığım kuruluş); İsrail ile AB –birlik veya üye devletler bazında – arasında yürütülen ilişkilere ve yapılan anlaşmalara odaklanarak faaliyet göstermektedir. MATTIN; üçüncü taraf ülkelere, bir diğer ülkeyle belirli bir anlaşma yapabilmeleri için o ülkenin kurumsal eylemlerinde bir takım değişiklikler olması gerektiğini ifade etmek amacıyla hukuk, ekonomi, iş ve ticaret politikası gibi alanlarda yoğun çalışma içindedir.

MATTIN 1990’lı yıllardan bu yana; AB’nin iç hukukunun gerektirdiği yükümlülükleri ile İsrail veya bir başka hukuk dışı eylemde bulunan bir devletle olan ilişki kurma usulleri arasında daha fazla tutarlık sağlanmasına katkıda bulunarak, stratejik lobicilik faaliyetleri ve hak savunuculuğu çabalarında bulunmaya odaklanmıştır. MATTIN; AB’nin İsrail ile yaptığı bazı anlaşmalarda bulunan eksikliklere dikkat çekerek, birliğin bu eksikliklere çözüm getirmesine başarılı bir şekilde ön ayak olmuştur. Buna güncel bir örnek; AB araştırma ve geliştirme fonlarından, Filistin yerleşim alanlarında kurulmuş olan veya buralarda faaliyet gösteren İsrailli işletmelerin (Ahava, İsrail Eski Eserler Kuruluşu gibi) hariç tutulmasını sağlayan, yakın zamanda tadil edilmiş olan bir AB yasasının uygulanmasına ilişkin bu yılın Temmuz ayında yayımlanmış olan bir takım yönetmeliklerdir. İsrailli işletmelerin AB araştırma ve geliştirme fonlarına uygunluğuna ilişkin bu yeni yönetmelikler; AB hukukunun “eksiksiz ve etkin” bir şekilde uygulanmasının sağlanması için, benzer şekilde analizden ve olası “idari” düzeltmelerden geçirilmesi gereken, AB-İsrail ilişkilerine ait altmıştan fazla konudan yalnızca birine hitap etmektedir. Dolayısıyla; birliğin iç hukuku çerçevesinde belirtildiği üzere, uluslararası hukuk kurallarına AB’nin gerekli kılmış olduğu şekilde İsrail tarafından uyulmasını sağlayacak olan, ülkenin kurumsal faaliyetleriyle ilgili gerekli düzenlemelerin İsrail tarafından yapılması gerekecektir. Bu kurallara uyması ile İsrail’in elde edeceği sonuç, ülkenin kademe kademe toplumsal bütünleşmeyi sağlaması olacaktır.

MATTIN tarafından geliştirilen paradigma; devletlerin ve AB gibi uluslararası aktörlerin, çeşitli anlaşmalar içinde oldukları devletlerin uluslararası hukuka uymalarına katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda bunun garanti altına alınması suretiyle de etkili olduğunu ispatlamıştır. İnsan hakları ve uluslararası hukuku da içeren bir takım meşruiyet kriterlerine uyulması gereksinimi; bu gereksinimi doğuran devlet için, yalnızca siyasi irade ya da takdir hakkına dayalı değil, yasal bir zorunluluk niteliği de taşıyan bir meseledir.

Bu yaklaşım; insan haklarına ve uluslararası hukuka uyulması veya bunların uygulanması kararını, siyasi takdir yetkisi alanından iç yasal zorunluluk alanına taşıması ile birlikte, İsrail ve Filistin meselesinin ötesinde önem taşıyan umut verici bir durum niteliği kazanmaktadır. Devletleri ve uluslararası aktörleri, uluslararası hukuku çiğneyen devletlere karşı daha eylemci bir rol üstlenmeye çağıran insan hakları toplulukları, bu tür fırsatlar yakalamaları için desteklenmelidir.