Fehmi Koru*
Dün 24 Temmuzdu. 24 Temmuz ‘basın bayramı’ olarak kullanıldığı için gazeteciler açısından önemli bir gün. 2. Meşrutiyet (23 Temmuz 1908) ilân edilince, gazeteciler, ilânın hemen ardından, o güne kadar mecbur tutuldukları uygulamaya başkaldırıp yazılarını ‘sansür dairesi’ne göndermediler.
‘Basın bayramı’ olarak kutlanmasının sebebi bu 24 Temmuz’un.
24 Temmuz benim de doğum günüm. Geçmişte, gerçekten ‘bayram’ gibi kutlandığı günlerde, çeşitli meslek kuruluşlarının 24 Temmuz için düzenledikleri etkinliklere, ‘kendi doğum günü kutlamam’ niyetiyle katıldığım da olmuştur.
Artık doya doya kutlanmıyor 24 Temmuz.
Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarlarının aylardan beri tutuklu olarak yargılanmayı bekledikleri davanın ilk duruşması, sanki başka bir gün yokmuş gibi, dün, yani 24 Temmuz günü, başladı.
Meşrutiyetler ve basın özgürlüğü
Dün konu üzerinde hayli düşündüm.
Ülkemiz tarihinde iki meşrutiyet var. İlki 1876 tarihini taşıyor, diğeri 1908’de ilân edilmişti. İlkinin ömrü kısa sürmüş (2 yıl), ikincisi ise önceleri bayram gibi karşılanmış olsa bile, ardından gelen sert uygulamalarla beklenenin tam tersi bir sonuç vermişti.
İki meşrutiyet arasında iktidar (tahtta Sultan 2. Abdülhamid oturuyordu) ve ülkenin aydınları olağanüstü sürtüşmeli bir dönem yaşamışlardı. ‘Sansür’, iktidarın, sertliği her gün artan muhalefete karşı bulduğu çarelerden biriydi.
Biliniyor: Sultan Abdülhamid vesveseli bir padişahtı. Suikastlardan kurtulması.. dış basında hakkında çıkan akıl almaz sertlikteki eleştiriler.. kendisini eli kanlı gösteren karikatürler.. Sultan Abdülhamid’in içerideki muhalefete bakışını olumsuz etkilemişti.
Getirdiği basına sansür uygulaması bu yolda alınmış tedbirlerden biriydi.
Şu da bilinmeli: Sansür ile veya başka bir yolla basının sesini kısmaya çalışmak bir çare değildir.
Açın, o dönemle ilgili güvenilir tarih kitaplarına göz atın, şu gerçekle yüz yüze geleceksiniz: Sansürlü dönemde, gazeteciler, yazarlar, eli kalem tutanlar, karşılarında ‘mutlak bir iktidar’bulunmasına rağmen, gündemi belirleyecek ciddi bir muhalefet yapmanın yollarını buluyorlardı.
Güncel kabul, ülkeye özgürlüğün 2. Meşrutiyet’in ilanıyla geldiği ve basının da bundan kendi nasibine düşeni aldığıdır; ancak Abdülhamid döneminde Osmanlı Türkiyesi’nde yazılmış muhalif yazıların benzerlerini yazmak pek çok ülkede bugün bile gerçekten cesaret isteyen bir iştir.
Sadece siyasi yazılar da değil, şiirler ve tiyatro eserleri de bugünün ölçülerine göre ‘aşırı’ sayılabilecek özellikler taşır. Dönemin yazarları, doğrudan anlatamadıkları gerçekleri, tarihten örneklere sığınarak aktarma yoluna gitmişler ve bu yolla da sansürü aşmışlardır.
Abdülhamid muhaliflerinin yurtdışına çıkmalarını engellemez, bazı muhaliflerini hediyeler, atıfetler, valilik ve sefaret görevleri vererek yanına çekmeye çalışırdı.
İstanbul’da istediği özgürlük ortamını bulamadığı düşüncesinde olan fikir sahipleri, kendilerini padişahın kolunun uzanamayacağı Mısır gibi merkezlere atıyor, bazısı da soluğu Paris’te alıyordu. Mısır’da ve Paris’te yayımlanan Türkçe gazeteler, dergiler, broşürler İstanbul’a ulaştırılıyordu.
Hiç kuşkusuz, ‘sansür’ çirkin bir kelime, ‘sansürcülük’ de iğrenç bir uygulama; ancak kendisini ‘uygar’ tanıtan birçok ülkede, bugün, pek çok yanlış uygulamalara rastlanabiliyor.
Korku daha korkutucu…
2. Meşrutiyet geldi de ne oldu?
Mehmet Akif de Abdülhamid muhaliflerindendi; onun “Süleymaniye Kürsüsü’nden” şiiri, basından sansür kaldırıldı diye çok daha sonraları bayram ilan edilen o günlerin havasını şöyle yansıtır:
“Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, pazar / Naradan çalkanıyor, öyle ya… Hürriyet var! (..) Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. / Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! / Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak / -Yaşasın / -Kim yaşasın? / -Ömrü olan. / Şak! Şak! Şak! / (..) Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş! / Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.”
Bayram havası basın için fazla sürmez 2. Meşrutiyet sonrasında.
Tarihimize ‘gericilik ayaklanması’ olarak geçen 31 Mart vak’ası (13 Nisan 1909) Abdülhamid’in tahttan indirilmesine de yol açtığından ülke için olduğu kadar, basın açısından da bir dönüm noktası olur.
31 Temmuz 1909 tarihinde çıkarılan Matbuat Kanunu ile basın cendereye alınır.
Ne olduğunu bir kaynaktan aktarayım:
“Kanuna baktığımızda bir sansür öngörülmüyordu. Ancak devletin güvenliğini bozacak ve ayaklanmaya sebep olacak yayında bulunan gazeteler, açılacak dava sonuçlanıncaya kadar hükümetçe kapatılabilecekti. Böylece yazarından dağıtıcısına kadar bir sansür zinciri kurulmuştu. Böylece Abdülhamid’in baskısından yakınanlar daha ağır bir şekliyle bunu kanunlaştırmışlardı. Bunun sonucunda da İstanbul’da 1909’da 377 olan gazete sayısı 1910’da 130’a, 1911’de 124’e, 1912’de ise 45’e düşmüştür.”
Kısa süre sonra İttihad ve Terakki’yi iktidara taşıyacak olan 2. Meşrutiyet, Türk basın tarihinin ilk şehitlerinin (6 Nisan 1909’da Hasan Fehmi ve 9 Haziran 1910’da Ahmet Samim) verildiği bir dönemdir de.
Bu tablodan çıkan, ülkemizde gerçek anlamda bir basın özgürlüğünün geçmişte yaşanmadığıdır.
Peki bugün yaşanıyor mu?
Düşünce silsilem bu soruda kesildi.
* Bu yazı FehmiKoru.com'da yayınlanmıştır