Fehmi Koru
Dün bir sahil kasabasında yakınlarımla sohbeti koyulaştırmışken yanımıza gelen yaşlıca biri, ‘‘Biz sizi Milli Gazete günlerinizden tanırız’’ açılış cümlesiyle kendisini tanıttı. Uzun yıllardır Avrupa’daymış; Milli Görüşçü imiş… Buna ne kadar memnun olduğumu bilemezsiniz…
Onun kast ettiği üç aylık Milli Gazete yayın yönetmenliğim. Oysa ben, ilk çıktığı günlerden o okurun kast ettiği döneme kadar, hem kendi adımla hem ‘Fehmi Muzafferoğlu’ müstearıyla, Milli Gazete’ye sürekli katkıda bulundum.
Arada, Milli Gazete’nin entelektüel kardeşi Yeni Devir’de de yine kendi ismim veya ‘A. Akıncı’ müstearıyla dünyanın dört bir tarafından yazı ve dizilerle göründüm.
Neler gördüm, neler yaşadım?
Gazeteci sıfatımla tanındığım uzun yılların -son 1,5 yılını hariç tutarsam- neredeyse bütününü ‘sağ’ ya da ‘muhafazakar’ denilebilecek kitleye hitap eden gazetelerde geçirdim.
Bilinenin ve söylentilerin aksine, merkezde bilinen gazetelerden ‘‘Gel bizde yaz’’ tekliflerine, kendime özel sebeplerle sürekli olumsuz cevap verdim.
Şunun da bilinmesinde yarar var: Bir keresinde, bir büyük medya grubunun patronu, ‘‘Bize gel, istersen ana gazetede yaz, istersen ikincil gazeteyi yönet’’ teklifinde bulunmuştu. İşsiz olduğum sırada gelen bu teklife ‘‘Evet’’ demek yerine, yine kendimi yakın bulduğum bir gazeteyi tercih ettim. Teklifin sahibi medya patronunun bu yüzden bana gönül koyduğunu biliyorum.
Peki neden son 1,5 yıl farklı bir tercih?
Gazeteciliğe başladığım yıllarda ‘muhafazakar’ sıfatını hak eden bir-iki gazete vardı, sonraları gazete sayısı artsa da belli düzeyin üstünde ‘gazeteci’ ve ‘yazar’ sayısı mahduttu; oysa AK Partili yıllarda bu durum da değişti. Kendimi daha serbest hissettim ve Habertürk’ten gelen teklifi kabul ettim.
’Kendime özel sebep’ saydıklarım arasında birinci sırada bu var.
Neden bu giriş?
Siyaset ve gazetecilik, benzediğimizi varsaymamız gereken ülkelerden hayli farklı olarak, bizde, birbirine çok yakın seyreden iki uğraş alanıdır. Ben kendimi hep ‘siyaseti gözlemeyi ve anlamaya çalışıp tahlil etmeyi seven biri’ olarak gördüm ve bulunduğum her yerde öyle de davrandım. Kendimi yakın bildiğim, oyumu verdiğim partiler dışındaki siyasi akımları da ilgi alanım dışında görmedim. Onlardan gelen toplantı ve gezi davetlerine katıldım, düzenledikleri sempozyumlarda sunumlarda da bulundum.
Kendi çizgim dışında görüşlere sahip gazetecilere ‘rakip’ gözüyle baktım; ama ‘yok edilmeleri gereken’ değil, ‘ikna edilmeleri gereken’ birer rakip gözüyle…
Eleştirel medya yazılarım çoktur.
Medya düzeni içerisinde kabul edildiğim için, gazetelerde, dergilerde, -sonraları özel televizyonlar çıktığında onlarda- neler yaşandığı kolayca kulağıma gelir, henüz bu alana yoğunlaşan internet sitelerinin bulunmadığı yıllarda, onları ‘Kulis’ okurlarla paylaşırdım.
Pek çok meslektaş kendi gazetesi veya kanalında olan bitenleri ilk benim sütunlarımdan öğrenmiştir.
Artık öyle bir durum söz konusu değil. Kendimi gönüllü sürgüne çektim ve gözümle kulağımı daha verimli işlerde kullanıyorum. Meslek dünyasında neler yaşandığını ve nelere hazır hale gelinmesi gerektiğini ara sıra gözüme çarpan haber ve yazılardan öğreniyorum. Hiçbir özel haber kaynağım yok.
İyi ki yok.
Aksi halde hala yazmaya devam etmekte zorlanabilirdim.
Medya da siyaset de farklı zeminde bugün
Tek seslilik, yalnızca bir görüşün söylenebildiği, farklılıkların yok edilmeye çalışıldığı bir anlayış bana ters gelir. Bir gazete patronundan ‘‘Farklıyız diye üzerimize geliyorlar’’ yakınmasını duyduğumda, kendisine ‘‘Öyle şey olur mu, şikayet ettiğiniz çizgi çoğulcu bir medya düzeninin varlığı sayesinde iktidara yükseldi, bugüne kadar da aynı çizgisini korudu, öyle bir yanlışlığa düşeceklerini sanmam’’ dedikten sonra şunu da söylemiştim: ‘‘Herkesin benim gibi yazdığı, benim seveceğim haberlerden başkasına yer verilmeyen bir medya düzenine isyan bayrağını ilk ben açarım.’’
‘Gazeteci’ sıfatını taşıyan hiçbir bireyin başka sesleri bastırmak, kısmak, yok etmek diye bir düşüncesi olabileceğini, ‘‘Bu adamlara neden yazdırılıyor, kovun bunları’’ veya ‘‘Ey medya patronu, nasıl oluyor da sen şu kişilerin ekranına çıkıp görüş açıklamasına müsamaha ediyorsun?’’ takazında bulunabileceğini aklımın ucundan bile geçirmedim.
Yanıldığımı itiraf ediyorum.
Henüz daha patronu değişmemişken bir haber kanalından ‘‘Müsaitseniz sizi bu akşam programa bekliyoruz’’ daveti aldığımda, davet sahibi genç kadına, ‘‘Ben hazırım da, siz beni ekrana çıkarmaya hazır mısınız? İki yıl öncesine kadar hemen her gün davet aldığım kanallar artık arama zahmetine katlanmıyorlar da…’’ cevabını vermiş ve ardından kendim de bunu söylediğime şaşırmıştım.
Oysa bu bir gerçek. Bir gün ‘‘Bu ve şu kişiler ekrana çıkmamalı’’ gibi yazılar okuyorsunuz, ardından o kişinin tartışma programlarından ayağının kesildiği fark ediliyor.
Böyle bir medya düzeni var.
Gazetelerde yazan ve geniş bir okur kitlesi olduğu bilinen nice meslektaş bugün ya bir kenardan izliyor gelişmeleri, ya da benim gibi internet üzerinden görüş açıklayabiliyor.
Daha geniş bir okur kitlesine ulaşıyoruz, bu kesin, ama gazeteler bizlere kapalı.
İyi bir şey mi bu medya için? İyi bir şey mi bu siyaset için?
Sanmıyorum, ama gerçek de bu.
Biraz daha konuşsaydık, bunları ‘‘Sizi Milli Gazete günlerinizden tanıyoruz’’ diyen Milli Görüşçü eski okura da aktarmam gerekebilirdi. Bereket nazik birkaç cümle dışına taşmadı görüşmemiz.
[Bir son not: Haber kanalından gelen davetin sonucunu merak edenleriniz olabilir. Benim sözlerimden şaşkına döndüğünü ‘‘Hiç olur mu Fehmi Bey, yasaklı kişiler listesi olması mümkün mü, ben program sahibiyle görüşüp size hemen döneceğim’’ tepkisinden fark ettiğim genç konuk koordinatöründen bir daha ses çıkmadı. Aylardır ondan gelecek açıklamayı bekliyorum.]
Bu yazı ilk kez fehmikoru.com'da yayınlanmıştır