Fehmi Koru*
Ne zaman konu açılsa hiç tereddüt etmeden Türkiye için ideal olanın parlamenter sistem olduğunu her ortamda savundum. Türkiye Cumhuriyeti daha başlangıçta adına ‘büyük’sıfatını yerleştirilmiş Meclis tarafından kurulmuştu; en karanlık günlerde ülke insanlarına umut ışığı olmuş İstiklal Savaşı’nı da yürüten o Büyük Millet Meclisi’ydi zaten…
Yanlışı doğrusuyla Meclis bugüne kadar hep aynı umudun simgesi de oldu. Askeri müdahaleler onu devreden çıkardı, sivil hayata dönüldüğünü onun yeniden devreye girmesinden anladık.
Türkiye’nin yanlış bir yöne evrilmesini ve ABD’nin bölgedeki çıkarları istikametinde bir tavır alınmasını da, 1 Mart (2003) tezkeresini reddetmekle, yine TBMM sağladı.
Sistem tartışmasında benim yerim
Başkanlık sisteminin bize uygun olmadığını anlamak için kendi tarihimize bakmamız bile yeterlidir.
Sistemlerin belirli kişi/ler göz önünde tutularak değiştirilmek istenmesinin doğru olmadığına inanırım. Ehil bir kişi için uygun görülen yetkiler onun kadar ehil olmayan başka bir kişinin eline geçtiğinde yaşanacak sıkıntıları öngörmek o kadar zor olmadığı için…
Yine uzun tarihimizde bu endişemi haklı gösterecek sorumluluk mevkiinde kişiler hep olmuştur.
Doğru olan, sorumluluk mevkiinde bulunan kişileri dengeleyecek, onların icraatlarını denetleyecek, gerekli gördüğünde hesaba çekmeyi de bilecek bir sistemdir ve bunun en iyi kuvvetler ayrılığı ilkesiyle sağlanabileceği kanaatindeyim.
Bunların olduğu, olabildiği ortamların daha özgürlükçü olacağına da inanırım. Hiç değilse özgürlük taleplerinin daha kolay ve sonuç alabilecek biçimde ifade edilebileceğine… Yarım asırlık ‘gözlemci’ tecrübem, özellikle kendimi yakın hissettiğim kesim açısından, bu son noktanın hayati önemde olduğunu bana öğretmiştir.
Türkiye’nin içinde yer aldığı coğrafyanın, aynı coğrafyada yaşayan insanların belirgin özelliklerini taşımış olsa bile, Türk insanının genel hatlarıyla o özelliklere yeni başka olumlu özellikler katmayı bildiğini görüyorum.
Ülkemin çevremizdeki ülkelerdeki yönetimlere benzemeyen bir yönetim biçimine sahip olmasını doğru bulurum. Esad ve Saddam gibi, Kaddafi gibi, şimdilerde Sisi gibi bütün ipleri elinde toplayan liderler bana hiçbir zaman sempatik gelmemiştir.
Başkanlık sistemi tartışması ne zaman açılsa işte bu sebeplerle hep karşı çıktım; dilim döndüğünce bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Tam vazgeçildiği hissine kapılmaya başlamışken, vaktiyle bütün savletiyle buna karşı çıkmış olan MHP liderinin konuyu deşelemesi ve ardından hayata geçmesi için kendisini ortaya atması da beni rahatsız etti.
Kendisinin ‘hayati yanlış’ saydığı bir konuya bu denli sahip çıkmasını da hayra yormadım, yoramadım, halen de yoramıyorum.
Şöyle olursa iyi, böyle olursa kötü
Ne yapmalıydım bu durumda?
Günlük gazetelerde yazamıyorum; iki yıl öncesine kadar haftada birkaç gün ekranlarına misafir olmamı isteyen kanallar, ne hikmetse istisnasız hepsi birden, kapılarını bana kapadılar. Görüş açıklayabileceğim tek mekân işte burası; kendi adımı taşıyan internet sitesi… Ben de burada, gazetede köşem, TV’de yerim olsa ne yazıp söyleyeceksem onları yazılarımla ifade etme gayretindeyim.
Önümüzdeki üç seçim, bu yazı boyunca doğru olduğunu savunduğum ilkeler açısından bir dönüm noktası teşkil ediyor. Türkiye o seçimlerden sonra, şöyle veya böyle, dönüşü olmayan bir yola girecek.
‘Şöyle’ olursa daha güçlendirilmiş bir parlamenter sisteme dönülmesi mümkün olabilecekken, ‘böyle’ olması durumunda sonuçlarını kestiremediğim yeni bir sistem bütün ağırlığıyla ülkede yürürlük kazanacak.
Kişisel olarak, tartışma ortamının dışına itilmişliğimin beni sürüklemiş bulunacağı hislerin, yazdıklarım ve savunduklarımda bir etkisi olduğunu sanmıyorum; öyle bir iddia Ahmet Kekeç’in bana dokundurduğu bugünkü yazısında var da bunu bilhassa kayda geçiriyorum.
İnsanız, olabilirdi de; kendini mağdur hisseden birinin bu hissi ayıplanamaz herhalde.
Ne yapsaydım, yanlışı mı savunsaydım?
Seçimler konusuna evet önem veriyorum ve ‘yanlış’ bulduğum yola değil, kendisini yenileme gayreti göstereceğini umduğum bildik yola insanların sahip çıkmasını istiyor ve bekliyorum.
AK Parti o doğruyu savunsun, ben de ona iştirak edeyim; bu daha iyi ve benim için daha kolay olurdu. Ancak tıpkı 1 Mart tezkeresi etrafındaki tartışmalarda olduğu gibi, AK Parti’nin doğru saydığını yanlış buluyor ve bunu söylemekten yine çekinmiyorum.
Benim doğrularım da yanlışlarım da bana aittir, bu böyle biline.
Pek çok kanaat sahibinin yaptığı gibi, kendi kanaatlerimi bir tarafa bırakıp, benimsemediğim, ülkenin hayrına olacağını sanmadığım bir çizgiyi mi savunmalıydım?
Ne için?
Destek verebileceğim misyona sahip çıkarak adaylığını açıklasa Abdullah Gül, buna elbette sevinirim; herhalde sevinecek tek kişi de ben olmam. İki güçlü adayla gidilecek seçim ülkem için de görüntü olarak muazzam yararlı olur. Savunageldiğim çizginin her kesimden oy alabileceğini sandığım en güçlü temsilcisi, açıklayageldiği görüşlerinden biliyoruz, Abdullah Gül bugün; ama daha güçlü bir başkası bulunursa, onu da desteklerim.
Eleştirenlere ve eleştireceklere tek bir sorum var: Siz bu defa neden yanımda değilsiniz?
* Bu makale FehmiKoru.com'da yayınlanmıştır