Faruk Loğoğlu- Cumhuriyet - T24
NATO Füze Savunma Sistemi Türkiye için İyi mi Kötü mü?
Türkiye’nin laik ve demokratik yapısının korunması için Batı’yla ilişkilerimiz en önemli güç kaynaklarından biriyse, o zaman bu gidişat tehlikeli ve yanlıştır. Bu itibarla, Lizbon zirvesi NATO için bir dönüm noktası, Türkiye için ise yeni bir yol ayrımı vazifesi göreceğe benzemektedir.
Önümüzdeki günlerde (19-20 Kasım) Lizbon’da yapılacak NATO zirvesi, İttifak tarihinde bir dönüm noktası olmaya adaydır. Zira Lizbon’da son 10 yıldır yürürlükte olan ve NATO’nun “kırmızı kitabı” denilebilecek mevcut stratejik konseptin yenisinin onaylanması bekleniyor. Ayrıca, gündemde çok önemli başka maddeler de var. Dolayısıyla zirve, İttifak’ın yakın gelecekteki yönünü, hedeflerini, güvenlik ve tehdit algılamalarını belirleyecek kararların alınmasına sahne olacak. Füze savunma sistemi, medyanın kullandığı tabirle, füze kalkanı konusu ise Türkiye’yi özellikle ilgilendirmektedir. Konu, hem ulusal güvenliğimiz, hem Türkiye’nin Avrupa-Atlantik camiasıyla ilişkilerinin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır. Nedir füze savunma sistemi? Konunun tarihçesi ABD Başkanı Ronald Reagan dönemine (1980-1988) kadar uzanır. “Yıldız Savaşları” olarak da adlandırılan bu düşünce, Amerika’yı bir füze saldırısına karşı koruyacak bir sistemin geliştirilmesini amaçlamaktadır. Yıllar sonra Başkan George W. Bush, bu fikri yeniden canlandırmış ve 2008 NATO Bükreş zirvesinde müttefiklerinin desteğini de sağlamış ama iktidardaki ömrü projeyi tamamlamaya yetmemiştir. Rusların, başlangıçta savunma silah ve radarlarının Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde konuşlandırılması öngörüldüğünden, hep kuvvetli itirazları olmuştur. Bush’tan sonra başkanlık koltuğuna oturan Barack Obama ise, hem Rusya’yı yatıştırmak hem İttifak içindeki tereddütleri gidermek maksadıyla projede köklü değişikler yapmış, Doğu Avrupa’da konuşlandırmadan vazgeçmiş ve hayata geçirilme süresini safhalara bölerek uzatmış, öte yandan, konuyu bir ABD girişimi olmaktan çıkartıp, NATO projesi haline getirmiştir. Sistemin amacı NATO ülkelerinin nüfus ve topraklarını olası bir füze saldırısına karşı korumaktır. ABD’nin aklında tehdit kaynağı olarak öncelikle İran vardır. Kuzey Kore de bu bağlamda adı sık geçen bir ülkedir. Çoğu müttefik de bu teşhise (füze tehdidi ve İran) katılmaktadır.
Türkiye’nin mülahazalarına gelince, bunları dört noktada toplamak mümkündür. İlki, Ankara, tehdit kaynağı olabilecek (diğerlerine göre, İran ve Suriye gibi) ülkelerin isimlendirilmesine karşı çıkmaktadır. Türkiye artık bir tehdit unsuru olarak görmediği İran’ın ismen zikredilmesinin bu komşusuyla olan yoğun ilişkilerini olumsuz etkileyeceğini düşünmektedir. İran’ın bundan rahatsız olacağı savı doğrudur. Ancak, İran’ın bölgemizde önümüzdeki yıllarda Türkiye için de tehlike, hatta tehdit edebilecek hareketlerde bulunmayacağının teminatı yoktur.
Aksine, nükleer programı konusunda diplomatik bir çözüme varılamadığı takdirde, İran ister istemez, bölgede yeni sıkıntıların doğmasına yol açmış olacaktır. Türkiye bu çalkantıların dışında kalabilecek midir? Ancak, Türkiye’nin görüşü, komşuları bağlamındaki gerekçeleri yeterli olmasa da, yerindedir. Zira güvenliğin bölünmezliği ne kadar geçerli bir kavram ise günümüzde güvensizliğin bölünemezliği de o kadar geçerli bir realitedir. Bu nedenle, NATO’nun adres göstermek yerine, tehdide odaklanması daha doğru olacaktır.
Türkiye’nin bir diğer mülahazası, füze savunmasının bütün yönleriyle, her aşama ve kademesiyle bir NATO sistemi olması, sistemde üye ülkelerin eşit ve tam söz sahibi olmaları talebidir. Bu, tamamen yerinde ve doğru bir beklentidir.
Türkiye’nin önemli başka bir kaygısı da sistemin kapsamına ilişkindir. Tesis edilecek savunma düzeninin ülkemizin topraklarının tamamını kapsayıp kapsamadığı hususunda haklı tereddütlerimiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda Türkiye’nin tatmin edilmesi gerekmektedir. Ancak bu bağlamda Türkiye’nin tutumunda hafif bir çelişki bulunduğu da ileri sürülebilir. Bir yandan İran tehdit değildir diyoruz, öbür yandan Türkiye’nin doğusu da korunmaya alınmalıdır diyoruz. Bu denklemde yine de doğru olan NATO sisteminin Türkiye’nin her karış toprağını kapsamasının sağlanmasıdır. Zira mevcut koşullarda Türk yetkilileri İran’ı bugün bir tehdit olarak görmeseler de, yarın koşulların değişmesi mümkündür. Türkiye, yarım asırdan fazla üyesi olduğu NATO’ya mı güvenecektir, yoksa bölgede hem güç dengesi, hem rejim farklılığı nedeniyle kendisini daima rakip olarak gören İran’ın mı yanında yer alacaktır?
Son bir nokta ise, Türkiye’nin sistem içindeki radarlar vasıtasıyla derlenecek istihbaratın İsrail’le paylaşılmamasını istediği yolundaki basın haberleridir. Üye olmadığı cihetle, NATO istihbaratının İsrail’le paylaşılmaması doğaldır. Dolayısıyla, NATO bakımından böyle bir sorun mevcut değildir. Ancak, yıllardır Türkiye’nin bile ikili istihbarat ilişkileri içinde olduğu İsrail’i ABD ve diğer bazı müttefik ülkelerin bilgilendirmeye devam etmeleri de, hele konu İran ise kaçınılmazdır.
Türkiye’nin isim, aidiyet ve kapsam konularındaki kaygı ve beklentileri makul ve yerindedir. Bu noktalarda tatmin edilmesi halinde, Türkiye’nin füze savunma sistemine “evet” demesi ise ulusal güvenliğinin gereğidir. Çünkü Türkiye’ye olası tehditler neticede yine yakın çevresindeki ülkelerden ve merkez kavşağında bulunduğu istikrarsız bölgelerdeki gelişmelerden kaynaklanacaktır. Hükümetin “komşularla sıfır sorun” politikası veya bugün komşularla ilişkilere hâkim olan sanal iyi hava, bu gerçeği ortadan kaldırmamaktadır.
Türkiye’nin “evet” demesini gerektiren bir önemli neden daha bulunmaktadır. Ülkemizin Batı ve Avrupa-Atlantik camiasıyla bağlarının durumunu gösteren dört temel ölçü vardır: AB, ABD, İsrail ve NATO. İlişkilerimiz AB’yle belirsiz, ABD’yle rahatsız, İsrail’le ise bozuktur. Türkiye’nin içiyle, dışıyla ekseninin tartışıldığı bir ortamda, NATO’ya ilişkin tutum ve politikamız ayrı bir önem ve anlam kazanmaktadır. Eğer Türkiye, füze savunma girişimine ciddi ve inandırıcı bir gerekçesi olmadığı halde “evet” diyemezse, bu önce NATO içinde bizi yalnızlığa itecek, sonra ABD ve Avrupa’yla aramızdaki mesafeyi daha da büyütecektir.
Bu gidişle Türkiye’nin artık Avrupa-Atlantik ailesi içinde yer aldığı iddiası inandırıcılığını yitirecektir. Eğer amaç zaten Türkiye’yi Batı’dan manen koparmak ve farklı yerlere götürmekse, o zaman bu gidişat doğrudur. Ama Türkiye’nin laik ve demokratik yapısının korunması için Batı’yla ilişkilerimiz en önemli güç kaynaklarından biriyse, o zaman bu gidişat tehlikeli ve yanlıştır.
Bu itibarla, Lizbon zirvesi NATO için bir dönüm noktası, Türkiye için ise yeni bir yol ayrımı vazifesi göreceğe benzemektedir.