Gündem

Faruk Bildirici: Gazeteciler, ülkenin güvenliği ve çıkarının sadece gerçeklerle korunabileceğini asla unutmamalı; kötülükler, gerçeğin aydınlığında barınamaz, yok olur!

17 Kasım 2020 11:57

Faruk Bildirici*

Milli Güvenlik Bilgisi dersleri vardı eskiden. Subaylar, üniformalarıyla gelir, askerliği, subayların rütbe işaretlerini, milli savunmayı, düşmanları vs. anlatırlardı. “Her Türk asker doğar” anlayışının uzantısıydı bu dersler. Her vatandaşın vatan savunmasının bir parçası olduğu, Türk ordusu saflarında çarpışmaya her daim hazır olması gerektiği fikrini empoze ederlerdi öğrencilere.

1998’den itibaren bu derslerin içeriği değişti, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tanıtımıyla birlikte “Atatürk ilkeleri, Milli Birlik ve Beraberlik” ile “Türkiye Cumhuriyeti üzerine oynanan oyunlar” ana başlıklar haline geldi. Ama orduyu kutsal kabul eden, milli güvenliği insan haklarından, vatandaşlık haklarından üstün tutan vatandaşlar yetiştirme hedefi değişmedi.

Sözü edilen “milli güvenlik” militarist bir kavramdı. “Milli güvenlik” denilince akan sular bile dursun, vatandaşlar da bu gerekçeyle yapılan her icraatı, her faaliyeti itiraz etmeden kabullensin isteniyordu. Soğuk savaş döneminin ürünü olan bu kavram, 2. Dünya Savaşından sonra devletlerin elinde vatandaşların özgürlüklerini sınırlandırmak için büyülü bir gerekçeye dönüştü.

Yaşamın hemen her alanında “milli güvenlik” gerekçesi, bireysel hakların, özgürlüklerin aleyhine kullanılabiliyordu. 1961 Anayasası ile kurulan Milli Güvenlik Kurulu, neredeyse yürütmenin, yasamanın bile üzerinde bir organizasyondu! Bu anayasada “milli güvenlik” sözcükleri 14 kez geçiyordu. Yine askerler marifetiyle hazırlanan 1982 Anayasasında ise bu sayı 30’a yükseldi.

“Milli güvenlik”in toplumsal yaşamdaki ağırlığı ve asıl olarak da sınırlayıcılığı arttı. Öyle ki, 1982 Anayasasında “milli güvenlik” özgürlüklerin sınırlandırılmasının temel gerekçelerinden biri haline getirildi. Özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, dernek kurma hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, sendika kurma hakkı, kitle haberleşme araçlarından yararlanma hakkı, haberleşme hürriyeti ve hatta düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin bile “Milli güvenlik” gerekçesiyle sınırlandırılabileceği anayasal hüküm olarak kurgulandı.

Anayasa’nın uzantısı olarak yasalarda da “milli güvenlik” hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması için genel bir gerekçe olarak yer aldı.

Milli güvenlik nedir?

Ancak “milli güvenlik” kapsamı belirsiz, sınırları çok geniş bir kavram. 1983’te çıkarılan Milli Güvenlik Kurulu Kanunu’nda “Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasını ifade eder” deniyor.

Yasadaki bu tanım, her tür yoruma açık. “Devletin menfaatleri”, “iç ve dış tehdit” ifadeleri muğlak. Böyle olunca da “milli güvenlik”ten ne anlaşılması gerektiğine, bu gerekçeyle özgürlüklerin nasıl sınırlandırılacağına karar verme tümüyle devleti yönetenlerin insafına kalıyor.

Zaten Türkiye’de devleti yönetenler de bu kavramı hemen hiçbir zaman özgürlükler ve temel haklardan yana kullanmadılar. Devletin birey üzerindeki baskısını artırmak için zamana ve zemine göre farklı yorumlarda bulunmaktan da kaçınmadılar.

Üstelik 1989’da iki Almanya arasındaki duvarın yıkılması, Sovyet Blokunun çökmesi ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte “milli güvenlik” kavramı konusunda dünyada yaşanan değişim rüzgârları da Türkiye’ye yansımadı.

Avrupa Birliği’ne giriş çabalarının yoğunlaşmasının ardından bu kavramın Türkiye’nin ilerlemesine engel oluşturduğunu fark eden ve bunu cesurca dile getiren ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz oldu. 2001 yılında yapılan ANAP’ın 7. Büyük Kongresi’nde konuşan Yılmaz, bu kavramı tartışmaya açtı. “Milli güvenlik” yerine “ulusal güvenlik” sözcüklerini kullandı konuşmasında:

“AB uyum çalışmalarındaki engelleyici rolü konusunda herkesin az çok bilgi sahibi olduğu, ancak üç maymunları oynadığı bir tabu var. Ulusal güvenlik gerekleri ya da daha doğru bir isimlendirmeyle ulusal güvenlik sendromu. Bu tabunun üzerindeki perdeyi çekip almanın zamanı geldi. Devletin bekasını sağlayacak bir kavramı, devletin can damarlarını keser hale getirmeyi dünya üzerinde yalnız Türkiye becerebilirdi. Her açılımın önünün, ‘Ulusal güvenlik elden gidiyor’ gerekçesiyle kesilmesi, ülkemizin geleceğine ve ulusal güvenliğimize zarar verecektir.”

Yılmaz, bu konuşmasıyla “ulusal güvenlik” kavramını tartışmaya açtı; ama o dönemde ilerleme sağlanamadı. Daha sonra AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Milli Güvenlik Kurulu’nda askerlerin etkisi azaltıldı ve sivilleşme sağlandı. 2012 yılında da Milli Güvenlik Bilgisi dersi kaldırılıp yerine “Vatandaşlık Bilgisi” dersi getirildi; subayların ortaöğretim kurumlarında ders vermesi uygulamasından da vazgeçildi.

Fakat bu kozmetik değişikliklerle yetinilirken “ulusal güvenlik” kavramının özgürlükleri sınırlaması ve birey haklarının daraltılması yönünde elverişli bir araç olarak kullanılmasından vazgeçilmedi.

Yasaklara uyduruk gerekçe

Günümüzde “ulusal güvenlik” kavramı, erişim engellemeleri, yayın yasakları ile radyo ve televizyonlarda programların durdurulmasında sık başvurulan gerekçelerden biri olmayı sürdürüyor. RTÜK, internet ortamından yayın yapan radyo ve televizyonları düzenleme ve denetleme görevine başlarken yaptığı açıklamada bile “Ülkemizin milli güvenliğiyle genel ahlaka aykırı ve çocuklarımızın ruhsal ve fiziksel gelişimlerine olumsuz etki edebilecek yayın içeriklerine dair gösterdiğimiz tavrı aynı hassasiyetle karşılayan yayıncılarımıza teşekkür ediyoruz” diyerek “milli güvenlik” vurgusu yaptı.

BTK ile sulh ceza hâkimliklerinin medya ve internet ortamındaki yayınlarla ilgili engelleme, yasaklama kararlarının çoğunda bu kavrama sığınılıyor. Bu alanda en çarpıcı yasaklama, Ankara 3. Sulh Ceza Hâkimliğinin 136 internet adresi ve sosyal medya hesabı hakkında erişim engeli kararı almasıydı. Hâkim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın 16 Temmuz 2019 tarihli yazısına istinaden hiçbir araştırma yapmadan, basın ve ifade özgürlüğünü gözetmeden karar vermişti. Yasağın gerekçesi de internet ortamındaki yayınlarla ilgili 5651 sayılı yasadaki “Milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması” hükmüydü.

Zaten Türkiye, 2009-2019 yılları arasında YouTube’dan “milli güvenlik” gerekçesiyle içerik kaldırma taleplerinde dünyada Kazakistan ve Rusya’dan sonra 9 bin 478 taleple üçüncü sırada yer alıyor. Aynı dönemde yine milli güvenlik gerekçesiyle Google’dan kaldırılması istenen içerik sayısı ise 10 bin 285. Bu da Avrupa ülkeleriyle kıyaslanamayacak kadar yüksek bir sayı.

Yürüyüşler, gösteriler, işçi sendikalarının grev kararları bile “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor. 20 Eylül 2020’de “Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu”nun gerçekleştirmek istediği yürüyüş, “milli güvenlik, pandemi, kamu düzeni ve genel ahlak” gibi gerekçeler öne sürülerek yasaklandı.

Metal işçileri sendikalarının, işveren sendikası MESS ile toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması üzerine 2 Şubat 2018’de greve başlama kararı, Bakanlar Kurulu tarafından “milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu” gerekçesiyle engellendi. Sadece metal işçilerinin grevi değil, neredeyse bütün grevler AKP iktidarı tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor.

Zaten “milli güvenlik” AKP’nin engellemek istediği her alanda kullandığı uyduruk bir gerekçe. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, 2019 yılında 685 gazetecinin basın kartını bile “milli güvenliğe tehdit oluşturan yapılarla aidiyeti, irtibatı veya iltisakı oldukları” iddiasıyla iptal etti. Hem de bu gazetecilerin büyük bölümüyle ilgili yasal hiçbir soruşturma ya da dava yokken kullandı bu bahaneyi.

“Ulusal güvenlik” kavramının böyle olur olmaz şekilde, yaşamın hemen her alanında yasaklamalar, engellemeler, sınırlandırmalar için dayanak haline getirilmesi, bu kavramın gerçekten de ülkenin bekası, birlik ve bütünlüğü ile ilgili olmadığının kanıtı.

Ulusal çıkar mı, politikacıların çıkarı mı?

Ulusal Güvenlik kavramına eşlik eden bir diğer kavram da yasadaki adlandırmasıyla “milli menfaat” ya da günümüz Türkçesiyle “ulusal çıkar”. Tıpkı “ulusal güvenlik” gibi “ulusal çıkar” kavramının da kapsamı muğlak, sınırları belirsiz. Zamana, duruma göre değişen, yoruma açık bir kavram.

Böyle olunca da “ulusal güvenlik” gibi “ulusal çıkar”ın ne olduğuna da devleti yönetenler karar veriyor. Yürütmenin başındaki politikacılar, bu kavramları özgürlüklerin sınırlandırılması için araç olarak kullanmakla kalmıyor, çoğu zaman kendi çıkarlarını ülkenin çıkarıymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Yürüttükleri politikaların propagandası, icraatlarının toplumda onay görmesi, yanlışlarının fark edilmemesi için ihtiyaç duyuyorlar buna.

İçinde bulunduğumuz dönemde de siyasi iktidar, kendi politik çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak sunuyor; medyayı uyguladıkları politikaların propaganda aracı haline getirmek için “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” gerekçesine sarılıyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal’ın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Medya, bizim sesimizi, nefesimizi yansıtmıyor” sözlerini açıklarken sergilediği yaklaşım iktidarın bu tavrının somut bir örneği:

“Medya milli meselelerde, ulusal çıkarların söz konusu olduğu meselelerde bir takım siyasi kaygılarla değil ulusal çıkarların önde tutulduğu bir dil ve söylem kullanır. ‘Medya AK Parti’nin elinde’ gibi bir ifade her şeyden önce medya sahiplerine haksızlık ve hakarettir. Bir televizyon kanalı veya gazete, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarını savunuyorsa, AK Parti’nin mi olmuş oluyor?

Libya’da, Suriye’de Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunuyorsa AK Parti’nin mi olmuş oluyor? Doğalgaz bulunmasından dolayı mutlu oluyorsa AK Parti’nin mi olmuş oluyor?

Türkiye’nin hayali olan, Ayasofya’nın ibadete açılmasından mutlu oluyorsa AK Parti’nin mi olmuş oluyor? Medya AK Parti’nin elinde demek yerine, Türkiye’de bir kısım medya Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunmak yerine Türkiye karşıtı mihrakların, lobilerin içerde lobi faaliyetlerini yürütüyor demek daha doğru olur.”

Görüldüğü gibi, nelerin “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” konusu olduğuna siyasi iktidar mensubu olarak Mahir Ünal karar veriyor! Bununla da kalmayıp, medyanın bu konularda siyasi iktidarın politikalarını desteklemesi, hatta alkışlaması gerektiğini savunuyor. Üstelik de böyle davranan medya kuruluşlarının “iktidar yanlısı” olarak tanımlanmasına karşı çıkıyor!

Suriye faturasından medya da sorumlu

Mahir Ünal’ın sıraladığı başlıklardan devam edelim. Suriye’deki iç savaşta, Türkiye ilk günden itibaren taraf olmuştu. Erdoğan iktidarı, Beşar Esad yönetimine karşı savaşanlara silah ve mühimmat göndermek de dâhil olmak üzere her tür desteği verdi. Üstelik bunu çok da gizlemeden, açık açık yaptı. Türkiye’de demokrasiyi askıya almak için yaptıklarını unutup, demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yapıyormuş gibi sundu Suriye’deki iç savaşa müdahil olmasını.

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, “Suriye’de ne işimiz var?” diyenlere 5 Eylül 2012’de şu yanıtı veriyordu:

“Suriye halkı için Türkiye sıradan bir ülke değildir. 910 kilometre sınırı olan, akrabalık bağları olan, tarihten gelen birlikteliği olan bir ülkeyiz. Türkiye’nin kayıtsız kalması düşünülemez, böyle bir lüksümüz yok. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız.”

Erdoğan’ın bu beklentisi gerçekleşmediği gibi Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye maliyeti çok ağır oldu. 4 milyona yakın sığınmacı, Türkiye’nin bütün yerleşim merkezlerine dağıldı; iki büyük askeri harekât düzenlendi, binlerce asker hâlâ Suriye topraklarında. Suriye’de şehit olan asker sayısı 200’ü geçti. Ekonomik fatura ise milyar dolarlarla ifade edilebilecek düzeyde.

Bu ağır faturanın sorumluluğu siyasi iktidar kadar medyaya da ait. Çünkü yaygın medya “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” diyerek siyasi iktidarın Suriye iç savaşında taraf olmasını sorgulamadı, eleştirmedi, alkış tuttu. Gazetecilik işlevini yerine getirmedi.

Oysa bugün geldiğimiz noktada maliyet tablosu açıkça görünüyor. Türkiye’nin gerçek ulusal çıkarları, Suriye’deki savaşta müdahil olmakta değil, savaşta taraf olmamaktaydı. Türkiye’nin ulusal güvenliği de Suriye’deki iç savaş körüklenerek değil, barışın sağlanması, savaşın bir an önce sona ermesi için çaba harcamaktaydı.

Gerçek ulusal çıkarlar barıştadır

Suriye deneyimi siyasi iktidarın Mustafa Kemal Atatürk’ün benimsediği “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını terk etmesinin ilk adımıydı. Bu iktidar döneminde Türkiye, Kongo’dan Kosova’ya ve Irak’tan Katar’a kadar tam 13 ülkeye asker göndermiş bir ülke haline geldi.

Suriye’de ödenen ve ödenmekte olan ağır fatura yetmezmiş gibi, Türkiye Libya’daki iç savaşta da açık taraf oldu. Suriye’deki gibi yine “tarihten gelen birliktelik”, “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” gerekçeleri öne sürüldü.

Libya ikiye bölünmüştü; Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’nin yönetimindeki güçler çatışıyordu. Türkiye, Fayiz es-Serrac başkanlığındaki Trablus yönetimini askeri uzmanlar, silahlar ve İHA’lar göndererek destekledi. Suriye’den yüzlerce cihatçı militanı da Libya’ya göndererek oradaki askeri dengeleri değiştirdi. Trablus’un banliyölerine kadar ilerlemiş olan Hafter güçleri geriletildi.

Fakat Rusya, ABD ve AB ülkelerinin devreye girmesiyle iki taraf arasında ateşkes sağlandı, barış görüşmeleri başladı. Aslında Türkiye’nin oyun planı, Tobruk yönetimini tamamen ortadan kaldırıp o bölgedeki petrol kaynaklarının yönetimine el koyarak, iç savaşa verdiği askeri desteğin maliyetini oradan karşılamaktı. Bu hedef gerçekleştirilemedi.

Trablus yönetimiyle imzalanan “Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin mutabakat muhtırası” da Yunanistan’ın harekete geçerek Mısır ile benzer bir anlaşma imzalamasına yol açtı. Sonuçta uygulanabilirliği tartışmalı bu antlaşma Türkiye’ye yeni bir gerginlik kaynağı olarak geri dönmüş oldu.

Kısacası, Libya’daki savaşta taraf olmak da Türkiye’ye ağır mali ve siyasi faturalar getirdi. Tıpkı Suriye’deki gibi Libya’da da medyanın büyük bölümü görevini yapmadı, yine ulusal güvenlik ve ulusal çıkarlar adına siyasi iktidarın politikalarının propagandasını sürdürmeyi yeğledi.

Libya’daki çatışmaları “Birleşmiş Milletler destekli meşru hükümet ile terörist Hafter güçleri arasındaki savaş” olarak sunan haberler, siyasi iktidar sözcülerinin söylemlerini aktarmaktan öteye gidemedi.

Türkiye’nin ulusal çıkarları, tarihe gömülmüş Osmanlı’nın topraklarıyla ilgili bu tür idealler peşinde koşmakta değil, barıştaydı; Libya’daki iç savaşta taraf olmak yerine arabulucu olmaktaydı. Medya, siyasi iktidarın gönüllü sözcülüğünü üstlenerek ülkenin gerçek çıkarlarına aykırı hareket etmiş oldu.

Gazeteci devletle bütünleşmez

Suriye ve Libya örnekleri, gazetecilerin kendilerini devletin parçası gibi görmelerinin, devleti yönetenler ile bütünleşmelerinin ne denli sakıncalı olduğunu ve ülkenin gerçek çıkarlarına zarar verdiğinin en açık kanıtları.

Kuşkusuz gazetecilerin devlet ve devleti yönetenlerle bütünleşmesi, devletin ideolojik aygıtı haline gelmesi, Türkiye’de yeni ortaya çıkan bir olgu değil. Neredeyse Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlatabiliriz gazeteci-devlet bütünleşmesini.

Mustafa Kemal Atatürk, bir yandan “Basın özgürlüğünden doğacak sakıncaların giderilmesi doğrudan doğruya basın özgürlüğüyle sağlanmalıdır” diyordu ama öbür yandan da gazetelerin Cumhuriyet’in sesi olmasını istiyordu:

“Arkadaşlar, Türk basını, ulusun gerçek sesinin ve kararının belirtisi olan Cumhuriyet’in çevresinde çelikten bir kale olacaktır; Bir fikir kalesi, bir zihniyet kalesi. Basın mensuplarından bunu istemek Cumhuriyet’in hakkıdır.” (* Hıfzı Topuz, Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, Birinci basım, Kasım 2003.)

Atatürk’ün 1924 yılında İzmir’de gazetecilerle sohbet ederken dile getirdiği bu yaklaşım uygulandı da. Cumhuriyet yönetimi, “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkararak, bazı gazetecileri sürgün ederek, yeni gazeteler kurulmasını maddi olarak destekleyerek kendi görüşlerini savunan, “zihniyet kalesi” işlevi gören bir Cumhuriyet basını yarattı. Fakat kuruluş yıllarındaki basına yönelik baskılar, yıllar geçtikçe azalmak yerine tek parti döneminde daha da yoğunlaştı.

Çok partili döneme geçilmesinden sonra basın da değişime uğradı, parti gazeteleri doğdu. Babıali basını çeşitlendi, ilerleyen yıllarda renklendi de. Ama yine de Türkiye’de ana akım medya, her zaman devletin ve egemen ideolojinin uzantısı oldu. “Ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” denilince hemen iktidar politikalarının ardında saf tutulup, gazetecilik misyonunun unutulması da bundan.

Öyle ki, Türkiye’de haberlerde, haber programlarında Türkiye’den, devlet güçlerinden bahsedilirken nesnel bir dil yerine “bizim” ifadesi kullanılır; Örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri yerine, “Silahlı Kuvvetlerimiz” ya da “Ordumuz”’ denir; “diplomatlar” yerine “diplomatlarımız” diye yazılır, söylenir

Bu konuda medyada yaşanan en yakın örnek de Suriye’de Rus uçağının düşürülmesinin ardından yayımlanan haberlerdi. Rus uçağının, 2015 yılında Türk jetleri tarafından düşürülmesinin ertesi günü iktidar yanlısı medyanın ilk sayfaları “Vurduk” haberleriyle kaplanmıştı:

Akit: İhlal ettiler düşürdük; Güneş: Çok şımarmışlardı gereği yapıldı; Milat: İndirdik; Sabah: Tam 10 kez uyardık günah bizden gitti; Star: Rus çizgiyi aştı vurduk; Takvim: Sınırı aştı vurduk; Türkiye: Uyardık vurduk; Yeni Şafak: Uyardık, vurduk.”

Hürriyet o gün serinkanlı yaklaşarak, “En yüksek kriz: Türkiye, Rus uçağını düşürdü” başlığıyla duyurmuştu gelişmeleri. Doğrusu da buydu. Ama Hürriyet’in geçmişine bakıldığında “Vurduk” benzeri, hatta daha ileri çok örnek görülebilir. Bunlardan belleklerde en çok iz bırakanı da Yunanistan ile Türkiye arasında Kardak krizine yol açan “gazetecilik” faaliyetidir.

Bodrum açıklarındaki Kardak adacığı, iki ülke arasında ihtilaflı bir bölgeydi. Bir Yunan belediye başkanı ve rahip, kayalıklara giderek Yunanistan bayrağı dikti. Ertesi gün iki Hürriyet muhabiri de helikopterle giderek Yunanistan bayrağını alıp, Türkiye bayrağı diktiler. Hürriyet, 28 Şubat 1996 tarihinde “Bayrak savaşı” manşetiyle yayımlandı. Ardından kriz tırmandı, Yunan askerleri adacıklardan birine çıktı, neredeyse Türkiye-Yunanistan arasında savaş çıkacaktı!

Bereket o zaman diplomatlar, gazetecilerden daha serinkanlıydı. Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı İnal Batu’nun önerisiyle Türk askeri de diğer adacığa çıktı; durum eşitlenince iki taraf da çekildi ve kriz sona erdi.

Fakat Hürriyet’in iki muhabirinin “adacığa bayrak dikmesi” ve ardından krizde taraf olan yayınları çok tartışıldı, eleştirildi. Türkiye Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin hazırlanmasına öncülük eden Umur Talu, Kardak’a bayrak diken Hürriyet muhabirlerinin gazetecilik sınırlarını aştığı görüşündeydi:

“Hukuk ve diplomasi dilinde ihtilaflı sayılabilen bir yere bayrak dikmek gazetecinin işi mi? Gazeteci olsa olsa, dikilen, indirilen bayrakları izler, saptar, görüntüler, iletir. Sorunun ne olduğuyla ilgilenir. Devletlerin işinde gazetecilerin birinci tekil şahıs olmaya hakkı var mı?”

Haklıydı Umur Talu. Gazetecilerin iki ülke arasında krizi tırmandıracak eylemde bulunması, krizi izlemek ve aktarmak yerine olayın aktörü haline gelmesi kabul edilemeyecek bir eylemdi. Gazetecilerin değil eylemde bulunması, -bir tarafı kendi ülkesi olsa da- krizde taraf olmaması gerekiyordu. Bu davranış hem gazeteciliğe hem de ülkeye zarar veren bir davranıştı.

Ülke çıkarı gerçeklerdedir

Gazeteci ne bir devlet görevlisi, bir asker ne de bir politikacıdır. Demokrasilerde gazeteciliğin işlevi, devlet ve devleti yönetenlerle bütünleşmek, siyasi iktidarın her yaptığını içselleştirip alkışlamak değildir. Tam tersine siyasi iktidarın icraatlarına karşı mesafeli durmak, eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşmak, başka bir deyişle demokrasinin eşik bekçiliği yapmaktır görevi.

Devleti yönetenler, ancak doğru ve şeffaf politikalar izleyerek ülkesinin güvenliğini sağlayabilir, ulusal çıkarlarını koruyabilir. Gazetecilerin ise ülkesine ve ulusuna katkıda bulunmak için tarafsız kalması, gerçeği nesnel bir yaklaşımla aktarması gerekir. Çünkü “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” her zaman ve her koşulda gerçeklerin bilinmesindedir. Gazeteciler de gerçeği insanlara duyurarak ülkesine, insanına hizmet etmiş olur.

Gazetecilerin gerçeği aktarmak yerine devleti yönetenlerin “ulusal çıkar” olarak adlandırdıkları kendi çıkarlarını korumasının ülkeye ne kadar zarar verdiği konusunda en sık başvurulan örnek, 1961 yılında ABD’de yaşandı.

ABD Başkanı Kennedy, New York Times’a telefon etmiş, “ulusal güvenliği ilgilendiren böyle bir konuda sorumluluklarınızı unutmayın” diyerek Küba’nın Domuzlar Körfezi’ne çıkarma hazırlığının haber yapılmamasını istedi. Gazete yöneticileri, Kennedy’nin uyarısını dikkate alıp haberi yayınlamadı. Fakat Küba’ya yapılan çıkarma fiyaskoyla sonuçlandı! Kennedy de daha sonra gazete yöneticilerine “müdahalesinden dolayı pişmanlığını belirtti, “Keşke haber yayınlansaydı da başıma böyle bir felaket gelmeseydi” dedi. (* Zeynep Alemdar, Oyunun Kuralı, Bilgi Yayınevi, Birinci basım, Kasım 1990)

ABD’nin yaşadığı bu fiyaskoda Kennedy yönetimi kadar Amerikan basını da suçluydu. Bildikleri halde hazırlıkları haber yapmayarak, yönetimin yanlışına ortak olmuşlardı. “Ulusal çıkar” adına “yönetimin çıkarı”na hizmet etmişlerdi. Oysa ABD’nin gerçek ulusal çıkarı, o haberin yayımlanmasındaydı. Haber yapılmış olsa bütün ülke bunu öğrenir; böyle yanlış ve amaca ulaşma şansı çok düşük çıkarma yapılamaz ve fiyasko yaşanmazdı!

Gazetecinin ülkesine hizmetinin yolu

Görüldüğü gibi, ülkeye zarar veren, ülke güvenliğini ve çıkarlarını tehlikeye düşüren gerçeklerin yazılması değil, yazılmaması, topluma duyurulmamasıdır. İnsanların doğru karar verebilmeleri ve yanlıştan kaçınabilmeleri için gerçekleri bilmeye ihtiyacı vardır.

O nedenle Türkiye’de de gazetecilerin bu yüzyılda artık demode hale gelmiş, “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” kavramlarını bir kenara bırakması, devlet ve devleti yönetenlerle bütünleşmekten vazgeçmesi gerekir.

Bu kavramlara dayanarak habercilik yapmak hem gazeteciliğin kendisini inkarı oluyor hem de politikacıların sözcülüğünü yapmaktan öteye gitmiyor. Aksine ülkeye ve insanlara zarar veriyor.

Gazeteci, verileri nesnel bir yaklaşımla değerlendirir, tarafsız kalır, eleştirel ve sorgulayıcı gazetecilik yapar, evrensel gazetecilik ilkelerini uygulamaktan vazgeçmezse asıl o zaman ülkesine ve insanlarına hizmet etmiş olur. Ülkesinin güvenliğinin sağlanmasına ve çıkarlarının korunmasına da bu yolla katkıda bulunur.

Elbette istisnai durumlar, yayımlanmaması gereken haberler olabilir ama buna gazeteci ve editörleri karar verir. Bence en önemli ölçüt de gazetecilik ilkelerinin yanı sıra masum insanlara zarar vermemek olabilir.

Gazeteciler, ülkenin güvenliğinin ve çıkarlarının sadece ve sadece gerçeklerle korunabileceğini asla unutmamalı. Kötülükler, gerçeğin aydınlığında barınamaz, yok olur.


* Bu yazı, Türkiye Etik Gazetecilik Koalisyonu'nun internet sitesinden alınmıştır