Alper Görmüş
(Taraf - 24 Temmuz 2012)
Geçtiğimiz cuma (20 temmuz) Ergenekon Davası’na bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ağırlıklı olarak Darbe Günlükleri çerçevesinde tanıklığıma baş vuruldu.
İfademi haberleştiren gazeteleri okurken, söylediklerimi kısaltma çabasından kaynaklanan ve yanlış anlamalara yol açabilecek birkaç noktayı düzeltmem gerektiğini düşündüm.
Bu yazıda bugüne değin dile getirdiğim ve mahkemede de tekrarladığım bazı olgusal tesbitlerimi ve kanaatlerimi özetleyerek bunu yapmaya çalışacağım. Böylece, zaman zaman karşılaştığım, “2003-2004’teki darbe girişimleriyle Ergenekon faaliyeti arasında nasıl bir bağ var. Var mı” ya da “Darbe Günlükleri’nin Ergenekon Davası’ndan tefrik edilmesi bu davayı temelsiz bırakmaz mı” ya da “Darbe Günlükleri’nde anlatılan darbe girişimleri ayrıca soruşturulmayacak mı” gibi sorulara da cevap vermiş olacağım.
2003-2004’ün Ergenekon’la bağlantısı?
Birinci Ergenekon iddianamesi beklenirken, kamuoyunda Darbe Günlükleri’nin bu davanın temelini oluşturacağı yönünde bir beklenti oluşmuştu. İddianamede Günlükler’e yer verilmediği görülünce, Ergenekon soruşturmasına ve davasına “soğuk” kesimler doğal olarak bunu “davanın ölü doğduğu”na yordular. Mesela Cumhuriyet gazetesi, iddianamenin açıklandığı gün “Bunlar mı darbe yapacaktı” imâlı bir manşetle çıkmıştı: “Av tüfeğiyle darbe!”
Aslında burada usta işi bir manipülasyon vardı. Böylece sanki iddianamenin, Ergenekon’u darbe yapıp iktidara gelmeye çalışan bir örgüt olarak değerlendirdiği izlenimi yaratılıyor, ardından da bunun “saçmalığı”na işaret ediliyordu. Oysa iddianamenin iddiası bu değildi. İddia, Ergenekon’un, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bir darbeye kışkırtmak üzere ülkeyi yönetilemez hâle getirmeye çalışan bir organizasyon olduğuydu.
Fakat bu manipülasyonu bir yana bıraksak da, birinci iddianame şu sorunun cevabını vermiyordu: Ergenekon, istikrarsızlaştırıcı faaliyetleriyle kimin darbe yolunu açmaya çalışmaktadır?
Darbe Günlükleri ikinci iddianamede
Darbe Günlükleri ikinci Ergenekon iddianamesinde yer aldı, fakat bu metindeki bazı ayrıntılar gözden kaçırılınca, sanki ikinci iddianamenin 2003-2004 darbe girişimcileriyle Ergenekon teşkilatı arasında doğrudan bir bağ kurduğu gibi bir izlenim doğdu.
Gözden kaçan ayrıntılar, ikinci Ergenekon iddianamesinin 640. sayfasıyla 651. sayfaları arasında yer alıyordu.
Bu sayfalarda savcılar net bir biçimde, a) “Sarıkız” darbe girişimini hazırlayan dört komutandan üçünün (Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına), “Şener Eruygur’un emekli olmasını müteakip (Ağustos 2004) bu yönde herhangi bir çalışma ve eylemlerinin tespit edilemediği” (s. 644), b) keza “Ergenekon terör örgütüyle irtibatlarının tespit edilemediği” (s. 651) sonucuna varıyorlar ve bu nedenle dosyalarını “tefrik ediyorlar”dı.
Peki, bu durumda neden Darbe Günlükleri tümüyle Ergenekon dava dosyasının dışına çıkartılmamıştı? İddianamenin bu soruya cevabı şöyleydi: Çünkü Şener Eruygur, Sarıkız’ın çökmesinden sonra, muvazzaflık döneminde tek başına planlamaya başladığı Ayışığı darbe planını (ve onun eylem aşamaları olan Yakamoz ve Eldiven’i) emekliliğinden sonra da, üstelik “Ergenekon terör örgütünün amaç ve stratejisi doğrultusunda devam ettirdiği” (s. 645) için dosyası Ergenekon davası içinde mütalaa ediliyordu.
Ekim 2010: Günlükler Ergenekon davasından ayrılıyor
Ekim 2010’da yalnız Ergenekon davasını “tertip” olarak değerlendirenlerin değil, davayı baştan beri destekleyenlerin bir bölümünün de “davanın içi boşaldı, çöktü” yorumlarına yol açan bir gelişme oldu: Darbe Günlükleri’ne ilişkin soruşturma evrakı Ergenekon davasından ayrıldı ve “yetkisizlik” gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.
Savcı Mehmet Ergül’ün imzasını taşıyan “yetkisizlik” yazısında eski kuvvet komutanları Özden Örnek, Aytaç Yalman ve İbrahim Fırtına’nın “Ergenekon terör örgütüyle ilgi ve irtibatlarının tespit edilemediği” de belirtiliyordu.
Karar, Ergenekon davasını önemseyenlerde hayal kırıklığı, “Ergenekon fasa fiso”cularda sevinç yaratmıştı ama her iki tepki de abartılıydı... Her iki tepki de, üç komutanla ilgili “irtibatsızlık” gerekçesinin bundan çok önce, ikinci Ergenekon iddianamesinde dile getirildiğini gözden kaçırmaktan kaynaklanıyordu.
Sonuçta: Ergenekon soruşturmasını ve davasını yürütenlerin, 2003-2004 darbe girişimleriyle Ergenekon teşkilatı ve onların faaliyetleri arasında doğrudan ve organik bir bağlantının bulunmadığı yönünde kanaat geliştirdikleri anlaşılıyor. Fakat dosyayı Ankara’ya gönderen savcının da belirttiği gibi üç komutanla ilgili suç isnatları ortadan kalkmamıştır.
Benim kanaatim şöyle: Örnek, Yalman ve Fırtına planlarını savcıların tesbit ettiği gibi Ergenekon teşkilatından bağımsız olarak geliştirmiş olsalar da, bu planların bizatihi kendileri suç teşkil eder. Dolayısıyla, ayrı bir davada yargılanmaları kaçınılmazdır.
Özkök ve Günlükler’in en önemli bölümü
Mahkemede geçirdiğim altı saat boyunca tanıklığıma en fazla baş vurulan konulardan biri de, benim daha önce defalarca “Darbe Günlükleri’nin en önemli bölümü” dediğim 3 Aralık 2003 toplantısıydı...
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün başkanlığında yürütülen ve gayrı resmî başlığı “Hükümete karşı ne yapmalı” olan toplantıya TSK’daki bütün orgeneraller katılmış ve büyük bir çoğunluğu “muhtıra” ya da “müdahale” yönünde “görüş” (bu kelimeye bir mim koyun) bildirmişti.
Fakat savcı Zekeriya Öz, İzmir’de eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün tanık olarak ifadesine baş vurup da 3 Aralık 2003’teki toplantısında komutanlardan “muhtıra teklifi” gelip gelmediğini sorunca, ondan, “kimseden böyle bir teklif gelmediği” cevabını aldı.
Bu, Özkök’ün Günlükler’deki 3 aralık toplantısının içeriğini “tekzip ettiği” anlamına geliyordu. Tabii, bunu duyan “fasa fiso”cuların bir zil takıp oynamadıkları kaldı. Fakat Radikal’den (6 Ağustos 2009) Murat Yetkin’in Özkök’le yaptığı ve manşetten yayımlanan haberi her şeyi değiştirdi.
Yetkin’in, Özkök’ün ifadesine dayanarak sorduğu “(3 Aralık 2003 toplantısında) muhtıra teklif edilmedi, konuşulmadı mı” sorusuna Özkök aynen şu cevabı verdi:
“Böyle blir teklif gelmediği doğru. Soru teklif geldi mi şeklinde sorulmuştu. Ama teklif başka görüş başkadır.”
Bu cevap, Hilmi Özkök’ün benimsediği tanıklık tarzına tamamen uygundu. Yani Özkök, savcı kendisine tam olarak ne sormuşsa ona cevap vermişti. Savcı “teklif” diye sormuş, o da “teklif” olmadığını söylemişti. Peki, bir gazeteci üzerinden sonradan yaptığı düzeltmeyi savcıyla konuşurken neden yapmamıştı? Yani savcıya neden, “Siz bana ‘teklif’ diye soruyorsunuz, böyle bir şey olmadı fakat bu yönde görüş açıklayanlar oldu” dememişti? Bu da Hilmi Özkök tarzı tanıklığın bir inceliği işte... Böyle yaparsa savcıyı yönlendirmiş, kendisini de kanaat açıklamış gibi hissediyor olmalı.
Ben bunları anlatınca, mahkeme başkanı “Yani savcı soruyu yanlış mı sormuş” dedi, ben de “Evet” cevabını verdim.
Şunu güvenle söyleyebilirim: Mahkeme Hilmi Özkök’ü tanıklığa çağırır da ona “3 aralık toplantısında muhtıra verme yönünde görüş bildirildi mi” diye sorarsa, bu defa “evet” cevabı alacaktır.
Mustafa Balbay’la diyalog
Son olarak Mustafa Balbay’ın, 2003-2004 dönemindeki darbe girişimlerinden haberi olduğu hâlde bunları o dönemde haberleştirmemesinin gazeteciliğine neden “halel getirmeyeceğini” bana sorduğu sorular üzerinden kanıtlamaya çalışmasını ele alacağım.
Balbay, yönelttiği bir dizi soruyla gazetecilerin haberlerini olgunlaştırmak ve geliştirmek için onları bir süre yayımlamayıp bekletmelerinin makul ve meşru olduğunu bana “söyletti...”
Cumhuriyet gazetesi bu kadarını yazdı ama benim mahkemede dile getirdiğim “rezerv”i yazmadı... Haber bu hâliyle benim düşüncemi tam olarak yansıtmıyordu.
Oysa mahkemede de dile getirdiğim gibi, ben, kamusal önemi büyük ve “acil” haberlerde gazetecinin Balbay’ınki kadar uzun sürelerle bekleyemeyeceğine inanan bir gazeteciyim.
Mahkemede bu örneği vermedim ama:
Bence bir darbe planını öğrenip de bunu hemen yazmayan gazetecinin pozisyonu, katliam planladığını öğrendiği mafya örgütlenmesini haberleştirmeyip “haberinin olgunlaşmasını” bekleyen gazeteciye benzer... Ya da bir tecavüzcünün yeni tecavüz planlarını öğrenen, fakat bunu hemen yazmayıp “haberinin olgunlaşmasını” bekleyen gazeteciye...