Gündem

Erdoğan'ın ilk müsteşarı: "Başkanlık sistemi İslam'a daha uygun" düşüncesi yanlış

"Bir ülke ne kadar demokratikse, bireyler temel hak ve özgürlüklerini o kadar kullanabilir"

10 Nisan 2017 13:29

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer, 16 Nisan'da halk oylamasına sunulacak ve partili cumhurbaşkanlığı sistemini öngören anayasa değişikliğiyle ilgili olarak “Başkanlık sisteminin İslam’a daha uygun olduğu fikri örtülü olarak savunulmaya başlandı" dedi. Dinçer, "İslam 'yönetim sistemi' önermez" diye yazdı. 

Ömer Dinçer'in Habertürk'te yayımlanan (10 Nisan 2017) yazısı şöyle:

Son zamanlarda, “başkanlık sisteminin” İslam’a daha uygun olduğu fikri örtülü olarak savunulmaya başlandı. Hatta bazıları, başkanlığın da demokratik sistemler içinde olduğunu unutarak “demokrasinin Müslümanların rejimi olamayacağını” ifade etti.

Peki gerçekten böyle midir?

İslam 'yönetim sistemi' önermez

Sanıyorum, bu tür düşüncelerin arkasında tarihi devlet tecrübeleri var. Halbuki, Raşid Halifelerin seçimi bir sistem arayışını çağrıştıracak şekilde farklılıklar gösterirken, Emevilerden itibaren Sasâni ve Bizans’tan gelen beşeri bir birikimin etkileri yansır. Yoksa, Hz. Ali’nin İslam siyaset düşüncesinin özgünlüğünü koruma adına iktidarı kaybetmeyi göze alması ve sistemin çabukça hanedanlığa dönüşmesi başka türlü izah edilebilir mi?

Öncelikle İslam’ın bu sistemlerden herhangi birini tercih etmediği vurgulanmalıdır.

Kuran-ı Kerim, yönetim uygulamasının temel kurallarını Nisa (4/58) ve Nahl (16/90) surelerinde ortaya koyar: Yöneticilere, kamu görevi ve kamu kaynakları anlamına gelen emaneti ehline vermeyi; adaletle hükmetmeyi; halkın haklarını koruyarak hizmet etmeyi (ihsan); en yakınlarından başlayarak tüm halka iyilikle muameleyi (İta-i zi’l Kurba); utanç verici şeylerden ve kötü- lüklerden uzaklaşmayı ve uzaklaştırmayı (fahşa); bilgi ve akılla hareket etmeyi, aklın ve sağduyunun reddettiği işleri yapmamayı (münker); tekebbürü ve zorbalık yapmamayı (bağy) emrediyor.

Bu bağlayıcı ilkeler yanında bir de karar alma modeli olarak istişareyi (Âli İmran 159, Şura 38) şart koşar.

Bu şekilde davranan bir yöneticiye karşı halka yüklenen sorumluluk ise kanunlara uyma anlamına gelen itaattir. Bu şartları yerine getirmeyenlere ise itaat şartı yoktur. Şuara 151-152’de açıkça salih amel işlemeyen ve fesat çıkaranlara itaat edilmemesi söylenir.

Niçin demokrasi?

İslam, yönetim sistemleri için ilkeler koyuyor ve sonuç odaklı davranıyor. Onun için yönetimin vereceği kararların niteliği önemli. Sistem tercihini insanlara ve belki şartlara bırakıyor. Yani, açık ve kesin olarak İslam’a uygunluk, sistem ayırt etmeksizin söz konusu ilke ve politikalarla ölçülüyor.

Öyleyse, dindar insanların demokrasiye mesafeli tavırları niçin? Bu durum belki demokrasiyi anlama ve algılama şekliyle açıklanabilir.

Bunlardan biri “yapısal demokrasi” algısıdır. Sol ideolojinin bakış açısını yansıtan bu düşünceye göre, demokrasi bir hayat tarzıdır ve başlı başına bir amaçtır. Demokrasi, insan topluluklarının tarihi süreç içinde evrimleşerek ulaştığı nihai bir değer veya idealdir. Demokratikleşme, aynı zamanda, çağdaşlaşmanın ve gelişmenin de nihai ölçüsüdür. Dolayısıyla toplumlar, içinde bulundukları şartlar ne olursa olsun, mutlaka demokratikleşmelidirler.

Hiç şüphesiz, bu tür bir düşünce İslam inancına ve Müslümanların tarih anlayışına uygun düşmez. Müslümanlar bir yaratıcının varlığına ve tekliğine inanır; tarihi de ilk andan itibaren sorumluluk şuuruyla yaratılmış insanlar arasındaki hak ve batıl mücadelesi olarak görür. Bu açıdan, yönetim sistemlerini ulaşılması gereken değerler olarak değil, insanların birlikte yaşamalarının bir gereği olarak tanımlar.

Bir diğer bakış ise “fonksiyonel demokrasi” anlayışıdır ve “halkın yönetime katılmasının topluma sağlayacağı gizli faydaları” üzerinde yoğunlaşır. Bu sebeple, halkın yönetimde güç sahibi olması, başlı başına bir amaç değil, daha faydalı sonuçlar alabilmek için araçtır. Daha çok kapitalist sağ görüşü yansıtan bu anlayışa göre, demokrasi ideolojik bir gereklilik değil bir verimlilik sorunudur. Bu noktada insanın daha çok üretim ve verimlilik aracı olarak görülmesinin “eşref-i mahlûkât” anlayışına uygun düşmeyeceği belirtilmelidir. Çünkü, bu yaklaşım demokrasiyi “ekonomik çıkarlar için insanın sömürülmesinin bir aracı” görüyor.

Demokrasi çağdaş inanın temel haklarındandır

Halbuki demokrasi için başka gerekçeler de var. Öncelikle modern toplumlarda devletlerin merkezileşmesiyle insanın toplum içindeki gücünü ve önemini yitirdiği, dolayısıyla katılımın beşeri bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığı söylenmelidir.

Geleneksel toplumlarda kendisi, evi, mahallesi ve yaşadığı şehri hakkında söz sahibi olan insan, merkezileşen modern toplumlarda bu hakları- nın önemli bir kısmını devlet erkine terk etmek zorunda kaldı. Merkezileşen devlet, hem yatay olarak bütün bireysel ve toplumsal ihtiyaçları karşılayacak fonksiyonlara hem de dikey olarak toplumun bütün katmanlarına egemen hale geldi.

Günümüzde demokrasi, sanayi toplumunun etkisiyle kendine ve yakın çevresine yabancılaşan bir insanın, hayatını etkileyecek kararlara katılma talebidir. Demokrasi; bireylerin yaşadıkları, çalıştıkları ve ideallerini gerçekleştirmeye uğraştıkları çevreyi kontrol edebilme çabasıdır. Bir ülke ne kadar demokratikse, bireyler temel hak ve özgürlüklerini o kadar kullanabilmektedir.

Siyasal sistemi olarak demokrasiyi, kamu idaresi olarak yönetişimi vs. modernizmin bir dayatması olarak görenlere söyleyeceklerim henüz bitmedi.