18 Nisan 2016 14:20
MİT TIR’ları davasında yargılanan ve Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile birlikte Silivri’de 92 gün tutuklu kaldıktan sonra Anayasa Mahkemesi'nin verdiği hak ihlali kararıyla tahliye edilen Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül, tutuklulukları süresince Silivri önünde gazeteciler, sendikalar, sivil toplum örgütleri tarafından tutuklu gazeteciler için tutulan ‘umut nöbetinin bitmemesi gerektiğini söyledi. Gül, “Ben içeride hiçbir zaman Can Dündar ve Erdem Gül'e sınırlı bir özgürlük arayışı ya da bizimle sınırlı bir umut nöbeti düşünmedim. Biz umut nöbetini, o zaman devam ettiren kuruluşlar tarafından sürdürüleceğini düşündük. Ama devam ettirilmedi. Hatta aramızda konuştuk, nöbete gidelim diye; devam etmiyordu” dedi. Türkiye’de tutuklu gazeteci sayısının gün geçtikçe arttığına dikkat çeken Gül, “Umut nöbetinin sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki de bunu tartışmaya ihtiyacımız var. Tartışılsın yani. Türkiye'deki tutuklu gazeteci gerçeği devam ediyor” ifadesini kullandı.
Özgür Düşünce’den Hüseyin Keleş’e konuşan Gül’ün MİT TIR’ları davasına, tutuklu gazetecilere, medyaya kayyum atamalarına ve gündeme ilişkin açıklamaları şöyle:
Medya camiası sizi tanıyordu ama vatandaş bu davadan sonra tanıdı sizi. Gazetecilik serüveninizi kısaca anlatır mısınız?
1985'te Gazi'de Basın-Yayın okumaya başladım. Yani 12 Eylül askeri yönetimi artık işlerini tamamlamıştı ama askeri dönemin bütün antidemokratik atmosferi devam ediyordu. 90'larda Ankara'da gazeteciliğe adım attım. Attığımız zamanlarda demokrasi sancıları devam ediyordu.
Nerede başladınız mesleğe?
Almanlarla çalıştım bir süre. Ondan sonra uzun süre Ankara Ajansı'nda çalıştım. Taraf gazetesinin kuruluş döneminde 1,5 yıl çalıştım. Sonra da Cumhuriyet'e geldim. 6 yıldır buradayım.
Kim vesile oldu Cumhuriyet'te başlamanıza?
Taraf'tan ayrılmıştım. İşsizdim. O dönem Utku Çakırözer Cumhuriyet Ankara Temsilcisiydi. 94'ten itibaren kapatılan Refah Partisi ve sonrasında AKP'yi izledim. Meclis'te AKP'yi izlemem için beni çağırdı. Cumhuriyet'te böyle başladım.
Yayımladığınız haber başınızı epeyce derde soktu. Bu şartlarda ve hapsi de görmüşken yine benzer riskleri taşıyan bir haber gelse elinize, yayınlamak için daha ihtiyatlı ya da çekingen davranır mıydınız?
Korku, korkmak çok insani bir duygu. Bizim konulduğumuz hapishane nihayetinde ölümün bir öncesidir. Ama gazetecilik yapmaya devam edeceksem o haber haberdir ve her zaman basılır. Eğer ben korkup basmayacaksam gazetecilikten zaten vazgeçmişim anlamı taşır. Cumhuriyet Yayın Danışmanı Doğan Satmış'la siz içerideyken bir röportaj yapmıştım. Avukatların, TIR'larla ilgili haberin hukuki olarak sıkıntı çıkarabileceğini söylediğini aktarmıştı.
Neler oldu o süreçte?
Benim haberimde böyle bir şey olmadı. Can Dündar orada gazete yöneticisi. Gazete yönetimi hukuki olarak belki sormuş olabilir. Ama zaten hukukçu görüşüyle gazeteci görüşü arasında her zaman fark vardır. Sonuçta gazeteci haber değeri gördüğü şeyi yayınlamak ister. Habere hakim ve savcı gözüyle bakılmaz.
Enis Berberoğlu iddiası ortaya atıldı. Ne dersiniz?
Benim yazdığım belge devam eden bazı adli soruşturmalardaki dava dosyalarında var. Kaynak konusunda hiçbir sıkıntım yok. Ama savcı karşısında da kaynağımla ilgili ‘Bu da benim mesleki ilkem' dedim. Enis Berberoğlu meselesi başka bir tartışma. O da zaten ‘Ben o haberin sorumluluğunu alıyorum, bu haberdir' dedi. O yüzden bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum.
Uluslararası camiadan davanızla ilgili önemli tepkiler geldi. AYM'nin kararında etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Bence olmuştur. Tabii ki evrensel hukuku, Batı dünyasının yaklaşımlarını ölçü almıştır. Dolayısıyla onlardan gelen mesajların AYM kararında etkili olduğunu doğal olarak düşünmek gerekir. Zaten AYM'nin gözünün çevrildiği yer AİHM olmalıdır.
Geçmişteki basına baskı dönemlerine benziyor mu?
Geçmişte de böyle dönemler oldu ama hiç bu kadarı olmadı. Şimdi editöryal bağımsızlık tamamen ortadan kalktı. Bakanlar Kurulu'ndan yazdırılabilir bir hale gelen gazetecilik faaliyeti var. Daha özgür olan ülkelerde ‘özgürlük', su gibi, oksijen gibi bir şey. Bizim ülkemizde özgürlüklerden bahsederken sanki Marslılara ait bir kavramdan söz ediyormuşuz gibi davranılıyor. Ama birileri ‘Bu ancak Mars'ta olur, siz Mars'ı istiyorsunuz' diyorlarsa, biz o Mars'taki özgürlüğü istiyoruz.
Umut Nöbeti ne oldu? Sizden sonra sandalye müzeye kalkacaktı sanırım. Yani özgür basın, siz ve Can Dündar'dan ibaret miydi? Bu yönde tepkiler geldi. Ne dersiniz?
Gösterilen tepki, haklı bir tepkiydi. Biz hapse girdikten sonra Mete Akyol ağabeyimiz hiç kimsenin haberi olmadan sandalyesini getirip oturdu. Umut Nöbeti öyle başladı. Ben içeride hiçbir zaman Can Dündar ve Erdem Gül'e sınırlı bir özgürlük arayışı ya da bizimle sınırlı bir Umut Nöbeti düşünmedim. Biz Umut Nöbeti'ni, o zaman devam ettiren kuruluşlar tarafından devam ettirileceğini düşündük. Ama devam ettirilmedi. Hatta aramızda konuştuk, nöbete gidelim diye; devam etmiyordu. Umut Nöbeti'nin sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki de bunu tartışmaya ihtiyacımız var. Tartışılsın yani. Türkiye'deki tutuklu gazeteci gerçeği devam ediyor.
Gazetecilerde dayanışma sıkıntısı var.
Var, çok var. Geriye doğru, gazeteciliğin yapılış biçimine ilişkin ayrışmalar var. İktidarın her dediğine ‘evet' diyen medya en özgür olmayan medyadır. Onların aslında özgürlüğe, esaretten kurtulmaya ihtiyaçları var. Ama biz ‘Özgür Basın' dedikçe onlar ‘Biz esarette kalmak, iktidarın elinde olmak' istiyoruz diyorlar. Bence mesleki dayanışma çok önemli. Gazetecilerin hapse atılması belki bugün bu iktidarın hoşlanmadığı insanlara uygulanabilir ama yarın başka biri gelir onlar hakkında hapis ister. Bizim en büyük sorunumuz gazeteciliği değil birtakım güçleri savunmak.
Bu kayyım işi nereye kadar gider?
Belki de dünya tarihinde ilktir. Basın tarihine geçer bu. Diyelim ki mahkeme kararı var ama niçin atanır kayyım? Orayı daha da güçlendirmek. Tirajını artırmak, ekonomisini düzeltmek, daha iyi yayınlar yapmak... Bizde tersi oldu, İpek Medya kapandı. Kayyım aynı zamanda bir medya kuruluşunu kapattırmanın aracı da oldu. Büyük bir garabet. Büyük bir sansür ve tehdit. Basın literatürüne girer bu kayyım meselesi. Dünya basın tarihinde de önemli bir yer tutacaktır. Cumhuriyet'le ilgili kayyım iddiaları vardı? Medya kuruluşlarına kayyım atandığına göre başkalarına atanabilme potansiyelini taşıyor demektir. Zaten bu tehlike her zaman var demektir. Bizim yöneticilerimiz ‘Buyursun gelsinler. Bizim verilmeyecek bir hesabımız yok' dediler. Cumhuriyet 90 yıllık kuruluş.
Can Dündar'la yargılanıyorsunuz ama sizi biraz arka planda gördük. Sizi rahatsız etti mi?
Hayır, hiç etmedi. Can Dündar'la aynı dosyadan yargılandık ama Dündar bunun da ötesinde geriye doğru televizyonculuk, belgeselcilik, yazarlık gibi alanlarda tanınmış, mesleki kariyeri olan biri. Ben sadece haberle boğuşmuş bir insanım. Kamuoyu nezdinde de popülaritem o denli değil. Bu yüzden Can Dündar'ın önde olması çok normal.
Kitabı neden beraber çıkarmadınız?
Can Dündar günü gününe kişisel günlük tutuyordu. Girmeden önce de tutuyormuş. Dolaysıyla yazarlık kişisel de bir şeydir. Onun kaleminden ve onun kafasında canlandırdığı şekliyle olmasını çok doğal karşıladım. Bir koğuştan, sadece o hapisliği anlatacak bir kitap çıkar.
Can Dündar, ‘Bahse konu terör örgütüyle hiç bir alakamız yok' dedi. Siz böyle bir terör örgütünün varlığına inanıyor musunuz?
Ben insanlar ve gruplar hakkında, siyasetin hazırladığı iddianameyle hareket etmem. Şu ana kadar siyasetin diliyle kurulan iddianameler var. Ben o iddianamelerdeki bir bakış açısıyla konuşmam. 10 yıllık tarihte, eğer Cemaat'se, onun da bir özeleştiri yapması gerekir. O kesime ait medyanın haberleriyle birilerinin canı yandıysa, o konuda da özeleştiri yapması gerekir. Ama ben mahkemeler hüküm vermemişken kimseye ‘Terörist, hain, casus' demeyi kendi birikimime, hayata bakışıma ve hukuk anlayışıma uygun görmem.
Cumhurbaşkanı'nın “Mahkeme direnmeliydi” sözünü nasıl değerlendirdiniz?
Çok şaşırtıcı bir şey. Birkaç unsuru var bunun. Birincisi, Cumhurbaşkanı Türkiye'deki işlerin Anayasa'ya uygunluk içinde yürütülüp yürütülmediği konusunda görevi ve yetkisi var. İkincisi, zaten en yüksek mahkeme karar vermiş, Anayasa'ya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı'nın bu işe hiç girmemesi gerekir. Kişiselleştirdi bu meseleyi. Ama Türkiye'deki yaygın kanaat, Cumhurbaşkanı, Türkiye'deki her meselede bir taraf. Alışık olmadığımız bir Cumhurbaşkanı. AKP içinden gelen bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 7 yılını gördük ama hiç böyle şeylere tanık olmadık.
Abdullah Gül'de böyle şeylere tanık olmadığınızı söylediniz ama şu anda insanları mağdur eden yasalar Gül'ün onayıyla yürürlükte.
Abdullah Gül'ün de Cumhurbaşkanlığına ilişkin tartışılacak yanlar vardır. Hükümetle çok yakın gittiği gibi bir eleştiri yapılabilir. Hükü- metin hiçbir işine sorun çıkarmadığı şeklinde bakılabilir. Bu başka bir tartışma, ‘Ben Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum' demek başka bir tartışma. Anayasa Mahkemesi'ni Cumhurbaşkanı tanımıyorsa sokaktaki insan nereye güvenecek.
İçerideyken ‘Casus' suçlaması yapıldı size. Bu dönemde aslında birçok insana çok kolay ‘Casus, hain, terörist' deniyor. Nasıl karşıladınız bu türden suçlamaları?
Bazı dönemlere benzemiş oluyoruz. Askeri darbe sonrasında üniversiteye başladım. 90'lara doğru geldik ve 12 Eylül'den çıkalım derken devleti yönetenlerden en ufak eleştirel sese, ‘Hain, casus, ihanet' kelimelerinin çok kullanıldığını gördük. Şimdi de o dönemler gibi iktidarı hoşlanmadığı kimseleri ‘hain, casus, satılmış, iş birlikçi, vatan haini' şeklinde çok çabuk yaftaladığını ve yaftalananların sayısının artırıldığını görüyoruz.
Objektif kriterlerde habercilik yapan çok az medya kurumu kaldı. Nereye gider bu iş?
Ben ‘Yandaş-Muhalif' basın ayırımına katılmıyorum. Basının muhalifi, yandaşı olmaz. Görevi kamu adına yönetenleri denetlemektir. Uyarıcıdır. Bugün medya basın olmaktan çıkıp iktidarın ardında saf tutan bir organ, iktidarın aygıtı haline getirilmiş olabilir. Her iktidar uygulamasını emir telakki edip halka kabul ettirme aracı haline getirilmiş olabilir. Ama bu dönem geçecek.
© Tüm hakları saklıdır.