Gündem

Ekrem Dumanlı: Komünist Pravda, bizim muhafazakar Pravda'lardan daha dürüsttü, yazık!

Ekrem Dumanlı: Başbakan, her çetin soru soranı Zaman'da çalışıyor sanıp 'paralel'den bahsediyor. Belgelerin parti medyasında yayınlandığı ortaya çıkıyor

10 Şubat 2014 15:17

Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, "öteden beri parti sözcüsü; hatta tetikçisi şeklinde çalışan gazete ve TV’ler vardı. Şimdi hepsi şirazeden çıktı, partizanlığın en feci örneklerini veriyor her gün" dedi. "Etraf “Pravda”lardan geçilmiyor gayrı" diyen Dumanlı, "Emin olun o komünist Pravda, bizim muhafazakâr Pravda’lardan daha dürüsttü, yazık!" ifadesinı kullandı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gazetecilere karşı tutumunu eleştiren Dumanlı, "Başbakan, her çetin soru soranı Zaman'da çalışıyor sanıp 'paralel'den bahsediyor. Belgelerin parti medyasında yayınlandığı ortaya çıkıyor" dedi.

Ekrem Dumanlı’nın Zaman gazetesinde "Parti devletine doğru" başlığıyla yayımlanan (10 Şubat 2014) yazısı şöyle:

Birkaç yıl önce bir TV programında Başbakan’a sorular sorduk. Söz döndü dolaştı cumhurbaşkanlığı seçimlerine geldi. Erdoğan’ın cevabı fevkalade şaşırtıcıydı.

İlk defa kullanıyordu, “partili cumhurbaşkanı” tabirini. Yani, başkan (ya da cumhurbaşkanı) seçilen kişi, partisinin başında kalmaya ve partisini yönetmeye devam edecekti. Konu çok derinleştirilemedi o gece; sonra da buzdolabına kaldırıldı.

Programdan çıkarken Türkiye’nin en muteber hukukçu aydınlarından birine rastladım. Hafif bir tebessümle, “Çoktandır merak ettiğim bir sorunun cevabını programınızda aldım.” dedi. Şaşırmıştım. “Hayrola?” deyince Üstad şunları söyledi: “Beyefendi 1930’ların 40’ların sistemini; yani tek parti rejimini istiyor.”

Tabii ki inanamadım söylediklerine. Zira 70-80 sene önce devlete yüklenen o mana tel tel döküldü. Ferdî hak ve özgürlüklerin alabildiğine genişlediği demokratik yönetişim modelinden çıkıp 70 sene geriye gitmek muhaldi: Türkiye artık ne “milli şef” mitolojisini kaldırabilirdi ne de “tek parti” ideolojisini.

Evet, cumhurbaşkanı makamında otururlarken Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (Partisi) aynı zamanda başkanıydılar; ama o günkü tarihî gerçeklik, yeryüzündeki yaygın devlet zihniyetiyle örtüşüyordu. O günden bugüne sadece devlet değil, birey ve toplum da büyük değişim yaşadı. Tanrılaştırılan liderler ve putlaştırılan partilerin faturasını çok ağır ödedi insanoğlu. İkinci Dünya Savaşı’nın vahim sonuçlarından sonra bireyin haklarını önceleyen, katılımcı, çoğulcu, demokratik sistemlere yöneldi herkes. Artık devletler topluma hesap vermekle mükellef. Haddi de hududu da belli. O yüzden faşizm artığı ideolojilerin yeryüzünde kıymeti harbiyesi kalmadı.

Neyse. Biz yeniden Türkiye’ye dönelim. Birkaç yıl önceki o TV programının çıkışında gerçekliğine ihtimal vermediğim bir durumla, bugün karşı karşıyayız: Parti devleti. Yasama, yürütme, yargı ve medyanın bir merkezden yönetildiği uç bir noktaya doğru sürükleniyor Türkiye. Keşke bu iddiaları teyit eden onlarca hadiseyi art arda yaşamasaydık!

Başbakan yolsuzluk iddiaları ortaya çıktığından beri “paralel yapı” diyor, çete, örgüt gibi suçlamalar yapıyor ve Hizmet Hareketi’ni hedef gösteriyor. Bu saatten sonra Başbakan’ın doğrudan hedef gösterdiği bir kitle hakkında suç uydurup soruşturma başlatılması adaletle, hukukla, vicdanla izah edilemez. Hukuk devletinde önce somut delil bulunur, sonra suçlama yapılır ve suç sabit oluncaya kadar da insanlar masumdur. Parti devletinde sistem şöyle işler: Önce hayalî suçlamalar yapılır; sonra işgüzar yetkililer o iddiaların içini doldurmak için suç ve suçlu uydurur. Şimdi Türkiye’de bu süreç yaşanıyor. Bütün kamu kuruluşları didik didik ediliyor, “itirafçı” aranıyor. Onlara “etkin pişmanlık” önerilerek “tanık koruma yasasından yararlanma” vaat edilerek “paralel yapı hakkında itirafçılık” teklif ediliyor. O yetmezmiş gibi eski Ergenekon sanıklarından akıl alınarak FBI’ın ve diğer yurtdışı güvenlik birimlerinin kapısı çalınıyor, yıllar önce kurulan kumpaslardan hareketle dava açılmak isteniyor. Daha düne kadar en ağır ithamlarla komplo senaryosunun düzenleyicisi olarak gördükleri uluslararası istihbarat örgütlerinden medet ummaları ve şimdi onlarla işbirliği yapmaları nasıl bir halet-i ruhiyenin hakim olduğunu gözler önüne seriyor. Bir ülkenin başındaki insan bir kitleyi sürekli hedef gösterirse gammazcılar, jurnalciler iftira kampanyasına katılmaz mı hiç? Şimdilerde resmen suç uyduruluyor ve o mesnetsiz suçu desteklemek üzere muhbirler aranıyor. Ajanlık, casusluk gibi akıl dışı suçlamalar için uydurulan belgeler de işin cabası! Nerde kaldı “İslamcılık” nerde kaldı “ümmetin hak ve hukuku”? Sinsice takip edilen bu yoldan suç ve suçlu çıkarabilirsiniz; ama ma’şeri vicdandan da mahşerî hesaptan da kurtulamazsınız.

1950’de başlayan çoğulcu demokrasi sürecini tersine çevirmek ve ülkeyi “parti devleti” haline getirmek imkânsız. Parti devleti kurabilmek için “paralel devlet” palavrasına sığınmak da vahim bir hatadır. Üstelik tutmaz da... Çünkü demokrasiyi özümsemiş bu halk ne “paralel devlet”e, ne “parti devleti”ne izin verir. Dünya da taşıyamaz parti devletini. Sürdürülemez bir yola çapsız goygoycuların aklıyla çıkanlar kafalarını o dar daireden çıkarıp en yakın dostlarından en uzak ufuklara kadar etrafı bir daha kolaçan etmeli. Göreceklerdir ki Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olmaktan başka seçeneği yoktur…

İçişleri Bakanı cevap vermeli

İçişleri Bakanı Efkan Ala, yıllar boyunca oluşturduğu pozitif imajını her geçen gün biraz daha yerle bir ediyor. Neydi o imaj? Diyarbakır valiliği yapmış, sonra başbakan müsteşarlığı gibi önemli bir görevi yürütmüş, entelektüel bir bürokrat. Susarak oluşturduğu imaj buydu. Bakan olup konuşmaya başlayınca imajı da, makyajı da tel tel dökülmeye başladı.

Maalesef her konuşması bir skandala dönüştü Ala’nın. Bank Asya ile ilgili imalı lafları alay konusu oldu. Sonra o laftan geriye dönmek istedi; ama nafile! Ardından Erzurum’a gitti ve o inanılmaz lafları etti. “Sen kimsin?” gibi yakışıksız bir üslupla Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ima etmeye, hakaretamiz laflar sarf etmeye kalkıştı. Büyük tepki alınca bir O dönüşü (U dönüşü de değil) yaptı ve lafı yuvarlayarak “suizan” edilmemesini talep etti.

Şimdi yeni bir skandal daha var ortada: Mahir Zeynalov’un tweet yüzünden sınır dışı edilmesi. Bu akıl dışı uygulama kimin fikri acaba? Zeynalov ile ilgili resmî makamlara gönderilen yazının altında İçişleri Bakanlığı Mülkiye Başmüfettişi’nin imzası var. Hakkında hiçbir mahkeme kararı olmaksızın, üstelik çalışma izni mart ortalarına kadar devam ederken ve sürenin uzatılması için randevu verilmişken apar topar yapılan sınır dışı uygulaması Türkiye’yi dünyaya rezil etti.

İnternet yasasının haberleşme özgürlüğünü nasıl askıya aldığı, Türkiye’yi bütün antidemokratik ülkelerle yan yana getirdiği zaten ortada. Bir de kalkıp bir gazeteciyi alelacele sınır dışı etmek, bakanlığın hangi kriterlere göre çalıştığını mı gösteriyor yoksa “sehven” yapılmış bir işlem mi söz konusu? Bakan Bey’in topyekûn bir izaha ve özre ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Keşke öyle olmasa ve herkes onu “entelektüel bürokrat” olarak bilseydi!

Parti medyası, Pravda’yı solladı

Hafta içinde çok ilginç hadiseler yaşandı. Öyle ki, artık hangi birini yazacağınızı bilemiyorsunuz. Mesela Başbakan Erdoğan tâ Fas’tan bir TV kanalındaki yetkiliyi arıyor ve altyazıya müdahale ediyor, fırça atıyor. Altyazı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir cümlesi. Konu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Bir başka gelişme yine aynı medya grubuyla ilgili. Bir araştırma şirketinin yaptığı ankete müdahale ediliyor ve MHP oylarından birkaç puan alınarak BDP’ye eklenmesi telkin ediliyor. Açık söyleyeyim: Bahsi geçen medya kuruluşuna da, oradaki yetkililere de kızma hakkımız pek yok. Zira parti devleti, parti medyası kurdu ve sadece o gruba değil, hemen herkese hükmetme yolunu seçti.

Daha yakında bir medya grubunun üzerine çöküldü, çeşitli atamalarla o grup, parti bültenine dönüştürüldü. Sabah ve atv için nasıl bir havuz kurulduğunu ürpererek öğreniyor kamuoyu. Milyar dolarlık kamu ihalelerinden pay alma karşılığında Sabah ve ATV için kurulan “havuz”a kayıt dışı 100’er milyon lira atıyor işadamları. Apaçık bir suç! Yeni sahibi bilinmeyen bu grup her gün yalan, iftira ve karalama yapıyor.

Öteden beri parti sözcüsü; hatta tetikçisi şeklinde çalışan gazete ve TV’ler vardı. Şimdi hepsi şirazeden çıktı, partizanlığın en feci örneklerini veriyor her gün. Urla’daki villalardan hiç ama hiç bahsetmeyen, “havuz medyası” kurabilmek için kamu ihalesinden nasıl pay dağıtıldığını görmezden gelen, rüşvet için uyduruktan fetva bulmanın yüz kızartıcı bir şey olduğunu hiç zikretmeyen bir medya topluluğu hangi “dava düşüncesi”ne hizmet ettiğini sanıyor acaba? Yalan yazmaya, iftira atmaya, kara propaganda yapmaya gelince kalemlerinden kin damlıyor maalesef. Ne dostluğun anlamı kalmış ne kardeşliğin. Ne izanı hatırlıyorlar ne mizanı.

Bir de kalkmış “paralel devlet”ten bahsediyorlar; asıl paralel devlet, “parti devleti”nin buyruğuyla manşet atıp yazı yazanlardır. İstihbaratın oyuncağı olmuş küçük bir adam kalkmış utanıp sıkılmadan “tutuklanacaklar listesi” yayınlıyor, daha sınır dışı edilmeden Mahir Zeynalov’un başına gelecekleri söylüyorlar...

Başbakan, her çetin soru soranı Zaman’da çalışıyor sanıp “paralel”den bahsediyor. Belgelerin parti medyasında yayınlandığı ortaya çıkıyor. ‘Parti memuru’ bir gazeteci, hiç kimsenin erişemediği Reza Zarrab’ın savunmasının tamamını okuduğunu itiraf ediyor canlı yayında. Onlarca örnek ortaya koyuyor ki asıl “paralel yapı” partinin içinde, sistemin tam göbeğinde…

Üzülerek ifade etmek zorundayım ki “parti devleti” modeliyle “şerik kabul etmez” bir puta tutunanlar medya içinde eşi benzeri görülmemiş bir mekanizma inşa etti. Ve etraf “Pravda”lardan geçilmiyor gayrı. Emin olun o komünist Pravda, bizim muhafazakâr Pravda’lardan daha dürüsttü. Vallahi çok yazık, billahi çok günah...