27 Mart 2017 13:35
Bülent Ecevit Hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı, Eğitim Bakanlığı ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevlerinde bulunan Hikmet Uluğbay, 1999'da kendisini intihara iten Türkiye tablosundan bugün "daha karanlık bir tablo var" diyor. "O gün olmayan cari açık dönem toplamı bugün 500 milyara gelmiş durumda" diyen Uluğbay, "Referandumdan 'Evet' çıkması halinde ise bir tünelin içine girip yeni bir maceraya atılır Türkiye. Ancak bu macerayı kaldıracak gücü var mı, ondan çok şüpheliyim" görüşünü dile getirdi.
BirGün gazetesinden Meltem Yılmaz'ın sorularını yanıtlayan (27 Mart 2017) Uluğbay'ın açıklamaları şöyle:
»Ekonomi alanında Bakanlık görevinde bulunmuş, dünyanın en önemli ekonomi kuruluşlarında görev almış isimsiniz. Türkiye ekonomisinin çok partili sistemden bugüne inişlerini ve çıkışlarını nasıl işaretlersiniz?
Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, Cumhuriyet, Osmanlı Devleti’nden Bağdat Demiryolu hariç ne bir ulaşım ne de endüstriyel bir altyapı; neredeyse hiçbir miras devralmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik düşüncesi ve temel hedefleri, İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenmiş ve 1930’lu yıllarda yapılan iki sanayi planı ile sürdürülmüştür. Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin en önemli nedenleri olan Etibank, Sümerbank, SEKA, Karabük Demir Çelik, uçak yapım ile birçok sanayi kuruluşu, liman inşaatları ve demiryolu ağının ülkeye yayılmasına yönelik önemli yatırımlar bu dönemde yapılmıştır. 1950- 60 arasında özel kesim yatırımları özendirilirken, yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapması için de özendirici önlemler alınmıştır. Bu dönem çıkarılan Petrol Kanunu’nun dünyada yüzde 50- 50 uygulanırken bizde bunu içermiyor olması ile Devlet Su İşleri’nce yapılan barajlar önemlidir. Ancak bir süre sonra Marshall Yardım Planı başta olmak üzere uluslararası dış yardımların verdiği rahatlıkla ekonomi alanında özensiz politikalar izlenince, enflasyon süratle tırmanmıştır.
»1960’ı diğer darbelerden ayrışan yapısı, ekonomi üzerinde bir etki yaratabildi mi?
Keşke ihtilaller olmasaydı da demokratik ortam sorunlarını kendisi çözebilseydi. Ama bunun yanında, dediğiniz gibi 1960 Darbesi Türkiye’ye üç şey kazandırmıştır: Özgürlükçü anayasa, iki kanatlı parlamento yapısı ile Devlet Planlama Teşkilatı. Bu dönem, özellikle 1960- 74 arasında Türk ekonomisinde büyük kazançların sağlandığı bir dönemdir. Ereğli Demir Çelik Fabrikası, Keban Barajı, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Oyma Pınar Barajı, Petro Kimya Kompleksi, İskenderun Demir Çelik Tesisleri bu 14 yılda planlanan ve yapımı tamamlanan kuruluşlardır. Ancak Arap- İsrail Yom Kippur savaşında ABD’nin İsrail’i desteklemesi üzerine Arap ülkelerinin petrol üretimini kısmasıyla başlayan petrol krizi, Türk ekonomisi üzerinde de sarsıcı etkiler yarattı.
»1970’lerin sonlarındaki çatışma ortamı, sağ- sol çatışmaları ekonomik hayata nasıl yansıdı?
Yalnızca sağ- sol çatışmaları değil, bu çatışmaların yanında meclisin Cumhurbaşkanı seçiminde uzlaşı sağlayamaması gibi nedenlerle ülke kaotik bir döneme girdi. Ve bu dönemin son kararı olarak IMF ile görüşülen program sonucu 24 Ocak Kararları ilan edildi. 1983’te ANAP tek başına iktidara geldiğinde, 24 Ocak uygulaması genişletildi ve kambiyo kısıtlamaları kaldırıldı, sermaye hareketleri serbest bırakıldı, döviz kurları Merkez Bankası gözetiminde serbest bırakıldı, yabancı bankaların Türkiye’de şube açmasına izin verildi. Ve devam eden süreçte, 1994- 1999 arası bir bankacılık krizi dönemi yaşandı, ki Türkiye için çok kritik bir dönemdir.
»Sonrasında, DSP- MHP- ANAP koalisyon hükümeti… Peki, bugün iddia edildiği üzere, siz de, koalisyon hükümetlerinin ekonomiye olumsuz etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Unutmayalım ki, 1999- 2002 tarihleri arasındaki DSP- MHP- ANAP koalisyon hükümetinde, Bankalar Kanunu, Sosyal Güvenlik Reform Kanunu, IMF’nin ve Dünya Bankasının büyük mali destek verdiği yeni bir istikrar programı uygulamaya konuldu. Aslında sorunuzun tam tersi, Türkiye’nin bugünkü kazanımları, tek iktidarlardan çok koalisyonlar sayesindedir. Dünyada da öyle… Şu an Avrupa’da 33 ülke koalisyon ile yönetiliyor. Ve bu ülkelerin bir kısmı da belki 40 senedir koalisyonla yönetiliyor. Bunların içinde örneğin İtalya’yı örnek verelim. İtalya’da 1946’dan bugüne kadar 63 hükümet gelmiş geçmiş. Hesaplarsanız bir buçuk yılda bir hükümet değişmiş. Ve bunların büyük çoğunluğu 7-8 partili koalisyonların oluşturduğu hükümetler. Peki böyle bir devletin ekonomik olarak yerlerde mi sürünmesi gerekir diye düşünürsünüz? Hayır, İtalya bugün dünyanın 8 numaralı büyük ekonomisi.
»Gelelim 2002’ye… Bu tarihte tek başına iktidara gelen AKP, nasıl bir miras devralmıştı?
AKP iktidara geldiğinde etkin bir şekilde uygulanmakta olan istikrar programını devralmıştı. Bankacılık krizi geride bırakılmış ve sağlıklı bankalar yasası ve bünyesi devralmıştı. Sosyal güvenlik sistemi açıklarının daralmasını öngören bir reform uygulaması başlamış olarak hazır bulunmuştu.
Dahası, başarıyla uygulanan enflasyonla mücadele programı ile düşme eğilimini sürdüren enflasyon düzeyi devralmıştı. Sağlıklı bir kısa vadeli- uzun vadeli dış borç yapısı ile göreve başlamışlardı. 2002’de 626 milyon dolara inmiş cari işlemler açığı ve bunun sonucu istikrar düzeyine kavuşmuş döviz kurları vardı. Ayrıca o dönem, dünyada aşırı bir likidite bolluğu bulunması da büyük bir fırsat yaratmıştı. Ve unutmamak gerekir ki, o dönemde AB’ye tam üyelik yolunda birçok yasal düzenleme tamamlanmış ve terör sıfır seviyesine inmişti.
»Siz, 1999 yılında Ekonomi Bakanlığı yaptığınız sırada intihara teşebbüs etmiştiniz. Yıllar sonra, bu teşebbüsünüzü, “Ülkenin içince bulunduğu ekonomik durum nedeniyle yoğun bir stres içindeydim. 60 milyar dolar borç ödememiz gerekiyordu. Günde 1 elma ile öğle yemeğini geçiştiriyordum” sözleriyle anlattınız. Bugün, sizi intihara iten 1999’daki ekonomik tablodan daha iyi bir Türkiye’de mi yaşıyoruz?
Hayır, bugün daha kötü ve karanlık bir tablo var. O gün olmayan cari açık dönem toplamı bugün 500 milyara gelmiş durumda. Bugün katma değer yaratma azalmış, hanehalkı borcu artmış, TL değer kaybetme sürecine girmiş durumda. 2002’de 16.5 milyar dolar düzeyinde olan kısa vadeli dış borç, 2016’da 103.3 milyar düzeyine geldi. Ülkenin dış borcu 129.6 milyar dolardan, 2002- 2017 arasında 416.7 milyar dolara çıktı.
Yani üç kattan fazla arttı. 2002’de kısa vadeli dış borcun toplam dış borç içindeki payı yüzde 12,7 iken 2016 yılının üçüncü çeyreğinde bu oran yüzde 24,8’e çıktı. Dahası, AKP döneminde katma değer azaldığı gibi, iş gücüne de yeteri kadar alan yaratılmadı. İşsizlik çok daha yüksek seviyede. Üstelik de eğitim verdiğiniz insanların işsiz kalması daha büyük bir sıkıntı. Bir de çok önemli bir konu var ki, o da, Cumhuriyet’in planlı döneminde yapılan son derece değerli ve önemli sanayii kuruluşları, bugün özelleştirme adı altında geniş ölçüde yabancılara satılmış durumda. Ve en az bunlar kadar önemli olan nefret söylemlerindeki artış, toplum içinde gerginliği yükselten söylemler, yabancı ülkelerle ilişkilerimizin bozulması da söz konusu.
»Ama duble yollar ve konutlar yapıldı, yetmez mi?
Doğrudur, konut sektörü büyümüştür, duble yollar önemli yatırımlardır ama bunların döviz kazandıran boyutu yok. Hanehalkı evet konut aldı ama bir süre sonra borcunu ödeyememe noktasına geldi, bu nedenle evine haciz geldi. Zira üretim için yeni yapılar kurulmadı. Yerli sanayi robotlaşmaya başladı çünkü işçilik maliyeti de dolar yükseldiği için yükseldi, işgücü de robotla idame edilmeye başlandı. Dolayısıyla işsizlik sorunumuz arttı. Yurtiçi sanayide ara malları üretenlerin sayısı azaldı. Sanayici, içerde gönüllü tasarruflar artmadığı için dışardan borçlanmaya başladı, faizlerin arttığı ya da vadelerin kısaldığı kredilerle çalışmak zorunda kaldıralar ve ciddi şekilde iflasla karşı karşıya kalacak mali bozukluklar yaşamaya başladılar.
Türkiye’nin tarım ürünleri dahi, iç piyasada pahalı olduğu için dışardan ithal edilmeye başlandı, patates cipsine varana kadar… Tüm bu veriler üst üste konulduğunda, AKP politikalarının Türkiye’deki katma değeri artırıcı ve döviz kazandırıcı politikalar üretmediği görülüyor.
***
»Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı yaptığınız sırada intihar teşebbüsünde bulunmanız, ülkenize karşı taşıdığınız sorumluluk duygusunun göstergesi olarak yorumlanmıştı. O olaya bugün dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Kişisel hatalarım da vardı. Bir kere sağlıklı beslenmedim, sağlıklı istirahat etmedim, iş programı beni tüketti. Zayıf düştüm. Dinlenmeyi bilmiyordum, o olaydan sonra öğrendim, kendime zaman ayırmayı, kültürel etkinlerle daha fazla içli dışlı olmayı. O nedenle o deneyimden sonra insanlara tavsiyem şu olacaktır: Çalışmayı bildiğiniz kadar dinlenmeyi öğrenin, çalışmaya ayırdığınız emek kadar aile yaşamıyla bir arada olmak için vakit ayırın. Çünkü bunlar sizin enerjinize de toplumsal enerjiye de katkıda bulunur.
»Siz ağır bir sorumluluk hissettiniz ama bugün hiçbir siyasetçide böyle bir sorumluluk duygusu göremiyoruz.
Yalnız hiç kimseye böyle bir şeyi tavsiye etmem.
»Elbette ama istifa diye de bir mekanizma var!
Tabii. İşinizi iyi yapamıyorsanız bunu daha iyi yapacak birisine devretmek hizmet etmenin bir parçasıdır.
***
»İş dünyası bu süreci nasıl okuyor?
İş alemi bugün, bu işin sürdürülmesinin çok zor olduğunun farkında. Beklemedeler ama bu endişeli bir bekleme bu… Halk da, aynı şekilde, ne olacak diye korkuyla bekliyor. Zira halk, “en az 3 çocuk” önerisine uymuş, hatta 4 çocuk sahibi olmuş ancak bu 4 çocuğun ancak bir tanesi çalışabiliyor, zira gençler arasındaki işsizlik yüzde 25. Diğer 3 çocuğa kim nasıl bakacak? Üstelik iş bulan da asgari ücretle iş buluyor. Bir sürü rezidanslar yapılıyor evet, ama sizin çocuğunuz satın alacak güce sahip değil ki, önce bir işe sahip olması lazım.
»Tam da bu noktada, Anayasa değişiklik paketine ilişkin hükümet cephesinden dile getirilen en önemli iddialardan biri ve en önemlisi, ekonomi alanında alınacak hızlı kararanların, yaratacağı tabiri caizse “mucize” etkisi. Peki bugün Türkiye’nin temel ihtiyacı hızlı karar almak mıdır, yoksa doğru karar almak mı?
Ekonomideki temel ihtiyaç hızlı karar almak değil. Zira süratiniz artıkça, karar alma anınız kısalır ve o kısa sürede karar alamadığınızda kaza yaparsınız. Onun için sorunları çözmek için doğru kararı doğru zamanda almak gerekir. Bakın, ekonomide de sosyal yaşamda da bir kişinin yapabileceği mucizeler yoktur. Mucizeyi yaratan ekipler vardır. Ne kadar fazla kişi katılıyorsa bir işe, meclis ne kadar çok konuyu tartışıyorsa, üniversiteler dahil uzmanlarınızın ne kadar geniş bölümüne sorunlarınızı tartıştırıp çözüm üreten önerileri yaratıyorsa, yani ortak aklı ne kadar fazla kullanıyorsanız sağlıklı çözümler öyle üretilir.
Bakın, bizim Cumhurbaşkanlığı forsumuzun üzerinde 18 tane de yıldız var. Peki kurduğumuz 18 devlet neden son bulmuştur? Çünkü bunların hepsi tek adamlarla yönetilen, meclislerin olmadığı, ortak aklın üretilmediği devletler. Uzun ömürlü oldukları dönem ise ortak akla başvurulduğu dönemdir. Fatih Sultan Mehmed’i ya da Kanuni Sultan Süleyman’ı düşündüğümüzde, bu kişilerin etrafındaki insanların aklından yararlanan ve olabildiğince eleştiriyi göze alan ve eleştiriyi ödüllendiren insanlar olduklarını görüyoruz. Bugün ABD veya Almanya ekonomide başarılıysa, arkadaki kadronun sayesindedir. O kararların arkasında binlerce insanın yaptığı araştırmalar, on binlerce insanın eleştirileri vardır.
»Son olarak, Anayasa referandumundan “hayır” çıkması durumunda, hükümete ve meclise nasıl bir mesaj gitmiş olacak, “evet” çıkması durumunda Türkiye’yi ne bekliyor olacak?
Halk oylamasından “hayır” çıkarsa Türkiye bir maceraya girmemiş olacak veya Meclis sorumluluğunun devam ettiğini ve arttığını görerek ulusumuzun karşı karşıya bulunduğu ekonomik, sosyal ve hukuki her türlü sorununa daha iyi arayışa mecbur olduğunu hissedecek. Zira “hayır” çıkması durumunda Meclis, halkın şu mesajını almış olacak: “Biz sizi oraya bu sorunları çözesiniz diye gönderdik, benim sana verdiğim vekaleti başkasına devret diye değil. Ki sen benden oy isterken bunu söyleyerek istemedin.”
“Evet” çıkması halinde ise bir tünelin içine girip yeni bir maceraya atılır Türkiye. Ancak bu macerayı kaldıracak gücü var mı, ondan çok şüpheliyim.
© Tüm hakları saklıdır.