Mahfi Eğilmez*
Türkiye ekonomisi, AKP’nin iktidarda olduğu 2003 yılından bu yana iki farklı dönem yaşadı. İlki; 2003 – 2008 arasında ana çizgileri IMF tarafından çizilmiş ve 2001 krizi sonrasında yürürlüğe konulmuş olan güçlü ekonomiye geçiş programının uygulamada olduğu dönemdi. Bu dönemde Türkiye enflasyonu yüzde 70’lerden tek haneli oranlara düşürdü, bütçe açığı sorununu büyük ölçüde çözdü, bankacılık kesimini sağlam ve güçlü bir yapıya kavuşturdu, ihracatını artırdı, büyümesini potansiyel büyüme oranının üzerine taşıdı, Avrupa Birliği (AB) ile ilişkisini üyelik müzakeresi aşamasına çıkardı. Bütün bunların ve özellikle 2005 yılında AB ile tam üyelik müzakerelerine başlama sürecinin olumlu etkisiyle Türkiye’ye rekor miktarda yıllık doğrudan yabancı sermaye girişi oldu. Türkiye’nin risk primleri (CDS primi) hızla geriledi. Türkiye’nin bu dönemdeki sorunları artan cari açık, yükselen işsizlik ve bankacılık ile kamu kesimi mali disiplini dışında bir türlü uygulamasına girişilemeyen yapısal sorunlardı.
AKP iktidarında ekonomin ikinci dönem 2009 – 2016 yılı arasındaki dönemdi. Bu dönemde Türkiye, cari açığı düşürmeyi başardı. Bunu yaparken sağlam bütçe yapısını ve güçlü bankacılık görünümünü korumaya da devam etti. Cari açığın düşürülmesinin bedeli büyüme oranının potansiyel oranın altına düşmesi. Oldu. Büyümenin gerilemesinin bedeli de işsizlikteki artış şeklinde karşımıza çıktı. Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde sorunlar artmaya başladı. Bunların da etkisiyle AB ile ilişkiler zayıfladı. Bu gelişmeler doğrudan sermaye girişlerinin hızla düşmesine ve ekonominin dış finansman ihtiyacının dış borçlanmayla karşılanmaya başlamasına yol açtı. Bütün bunların sonucunda bir önceki dönemde parlayan yıldız olarak gösterilen Türkiye kırılgan ekonomilerin en önlerinde anılır oldu.
Türkiye ekonomisi, bence bu ikinci dönemi de 2016 yılının ilk yarısında arkasında bırakıyor. Şimdi üçüncü ve daha kritik bir dönem başlıyor. İnişe geçmiş bulunan ekonomiyi yeniden canlandırıp çıkışa geçirmek gerekiyor. Ne var ki bu dönem 2003 – 2008 dönemine pek benzemiyor. Her şeyden önce küresel sistem 2008’e kadar yaşadığı çıkış havasından çok uzakta. Likidite bolluğu halen devam ediyor olsa da artık gelişme yolundaki ekonomilere eski ilgi yok. Küresel sistem, Fed’in faiz artırıp artırmayacağına ya da ne zaman artıracağına odaklanmış bekliyor. Artış sinyali bile gelişmekte olan ekonomilerdeki fonların buraları terk etmesine yol açabiliyor. Böyle bir ortamda ekonomisi sağlam iç ve dış siyaseti sorunsuz ya da en az sorunlu durumda olan ekonomilerin durumu rahat olacak. Bu koşullara sahip olmayan ekonomiler ise fırtınalı bir havada okyanusta yol almaya çalışan bir balıkçı teknesi gibi oradan oraya savrulup duracak.
Bu yılın ikinci yarısının Türkiye için çok daha sıkıntılı olacağını daha önceki yazılarımda vurgulamıştım. Sıkıntının ardında yatan gelişmeleri ayrıntılı olarak ele alalım.
(1) Petrol fiyatları artıyor. Bu artış yılın ikinci yarısında da devam edecek. Bu artış eğiliminin etkisiyle cari açığı düşürmemizdeki en önemli desteği kaybetmiş olacağız. Üstelik bu artışlar bize enflasyon artışı olarak da yansıyacak.
(2) Enflasyonda baz etkisi bitiyor. 2015 yılının ilk yarısında aylık enflasyon oranları yüksek olduğu için bu yılın ilk yarısında baz etkisiyle enflasyonda düşüş yaşadık. Bu aydan sonra bu baz etkisi bitiyor yerine düşük enflasyon oranları geliyor. Bu, bize ters baz etkisi olarak (yani enflasyonu yukarı itici şekilde) yansıyacak. Ayrıca asgari ücret artışının yaratacağı talep artışı da devreye girecek ve o da enflasyonu yeniden yukarı itici bir etki oluşturacak.
(3) ABD ekonomisi toparlanmaya devam ediyor. Son gelen veriler, enflasyonun yukarı yönlü hareketlendiğini gösteriyor. Büyüme ve işsizlik oranları konusunda oransal olarak iyi görünen ekonomide enflasyonun da yukarı yönlenmesi ABD ekonomisinin toparlanmasının işareti sayılıyor. Bu durum, Fed’in faiz artırımını yeniden gündeme taşıdı. Birkaç hafta öncesine kadar Fed’in bu yıl faiz artırmayabileceğini konuşan piyasa aktörleri, Fed FOMC toplantı tutanakları açıklandıktan sonra 2 – 3 faiz artırımının gündemde olabileceğini tahminlerine yerleştirmeye başladılar. Eğer Fed, bu yeni tahminlere paralel olarak bu yıl 2 – 3 kez faiz artırırsa bu durum USD/TL paritesini bütün tahminlerin üzerine taşıyarak TL üzerinde olumsuz bir etki yaratabilir. Bu durum, Türkiye’den döviz çıkışına, döviz çıkışı kur artışına, kur artışı bir yandan enflasyon artışına bir yandan da ithalatın düşmesine ve dolayısıyla cari açığın baskılanmasına yol açabilir.
(4) Bu gelişmeler büyümenin düşmesinin ve işsizliğin artmasının önünü açacak gelişmeler olur. Bu durum Türkiye gibi genç işsiz nüfusun yüksek olduğu bir ekonomide ciddi hasarlar yaratabilir.
(5) Türkiye, ekonomiye odaklanıp yapısal reformları yapmak yerine bütün ağırlığını siyasete vererek başkanlık rejiminin peşine takılmak üzere bulunuyor. Bu gelişme gerilmiş görünen toplumu daha da gerecek bir durum yaratacak.
(6) Başkanlık rejimi ve ona yol açacak bir Anayasanın, içereceği ifade edilen maddeleri gerçekten ifade edildiği gibi olursa, Türkiye’yi zaten uzağına düştüğü Avrupa Birliği idealinden iyice uzaklaştırması kaçınılmaz görünüyor. Avrupa Birliği idealinden uzaklaşmak demek yapısal reformlardan tümüyle uzaklaşmak anlamına geliyor. Çünkü asıl yapısal reform toplumsal yapıyı Avrupa ideallerine göre biçimlendirmek.
Gelecek döneme ilişkin bu olası gelişmeler bize yepyeni bir dönemin önümüzde uzandığını söylüyor. 2003 yılından bu yana yaşadığımız ekonomi deneyiminde yeni bir aşamaya gelmiş durumdayız. Bu yeni aşama her açıdan sıkıntılar içeriyor. Böyle bir dönemi göğüsleyebilecek yapısal reformlardan henüz çok uzaktayız. İç ve dış siyasal sorunlara her gün yenilerini eklerken esasen tam olarak anlayıp çerçeveleyemediğimiz ekonomi politikasını da sürekli geriye itiyoruz. 2016’nın ikinci yarısı çok daha zor olacak.