Gündem

İhsanoğlu: Mısır ayaklanması, II. Meşrutiyet gibi

İhsanoğlu 'Çok acı şeyler oluyor orada. En üzücü tarafı bunların İslam adına yapılmasıdır. Bu şiddet ve terörü üslup olarak kullanan siyasi hareketlerin İslam iddiasını kabul etmemek lazım' dedi

11 Şubat 2013 12:20

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) ilk Türk Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, yıl sonunda koltuğu Suudi biriene devredecek. 2005 yılında bu göreve başlayan İhsanoğlu "Tahrir Meydanı’nda rejim düşsün diye tek hedefte birleşmesinden sonra başka hiçbir hedef birliği yok. Bizdeki II. Meşrutiyet gibi bir durum. Abdülhamit gitsin de ne pahasına olursa gitsin, ondan sonrası malum." ifadesini kullandı.

Hürriyet Gazetesi'nden Cansu Çamlıbel'e söyleşi veren Ekmeleddin İhsanoğlu'nun söyleşisinin tamamı şöyle:

 

'Arap ayaklanmaları II. Meşruiyet gibi'

 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında yaklaşık iki yıl önce başlayan halk ayaklanmalarının ardından zafer havası biraz erken mi estirildi?

Yapılan değerlendirmeler hep satıhtaydı. Mesela Mısır örneğini alırsanız 60 yıldır siyasi parti adına hiçbir kuruluş yok, fikir hürriyeti, toplanma hürriyeti, bunların hiçbirisi yok. Birdenbire halkın ayaklanması ve tabuların yıkılması ve halkın bütün kesimlerinin sokağa dökülmesi ve Tahrir Meydanı’nda rejim düşsün diye tek hedefte birleşmesinden sonra başka hiçbir hedef birliği yok. Bizdeki II. Meşrutiyet gibi bir durum. Abdülhamit gitsin de ne pahasına olursa gitsin, ondan sonrası malum. Orada milliyetçilerin, İslamcıların, değişik etnik grupların, herkesin birleştiği nokta Abdülhamit’i düşürmekti. Abdülhamit düştükten sonra aralarında kavgalar başladı ve bildiğimiz gelişmeler cereyan etti. Burada da tek hedef vardı 25 Ocak’ta. Mübarek düşsün, ondan önce Zeynel Abidin düşsün.

 

'İlk rauntlar, İslami partilerin'

 

Tunus’ta da Mısır’da da şu anda büyük sıkıntı var. Hatta Mısır’da ordunun darbe yapma ihtimali bile konuşuldu...

Tunus’la Mısır arasında fark var. Tunus’ta siyasi partiler vardı, sendikalar güçlüydü, halkın refah seviyesi daha ileriydi, orta tabaka daha genişti. Onun için yakın zamana kadar daha rahat bir zemin üzerinde gitti. Halbuki Mısır’da bunların hiçbirisi yoktu. Ayrıca siyasi kadrolar da yoktu. Başa güreşenlere bakarsanız bunlar başka siyasi kariyerlerden gelmiş, dünya çapında insanlar. Fakat bunların arasında içeride siyasi tecrübesi olanlar yok. Muhalefetle iktidar arasındaki kavga çok polemikçi bir şekilde uçurumun kenarına gelip dönüyor. Son iki hafta içinde bu çekişme çok aşırı bir noktaya geldi. Diyalog sağırlar diyaloğu haline gelince, ülkede huzursuzluk, güvensizlik artıp ekonomik durum kötüleşince sade vatandaşlar, halk kitleleri başka çareleri kalmadığından dolayı orduya yönelmeye başladılar. Bu sesler yükselmeye başladı, fakat ordunun bu şekilde bir iktidara talip olmadığı anlaşılıyor.

Bu ülkelerde neden hâlâ Müslüman Kardeşler’in gerçek anlamda bir alternatifi yok?

Biraz önce Mısır örneğinden hareketle siyasi tecrübelerinin olmadığını, siyasi parti kurulmasının yasak olduğunu hatırlattım. İslami cemaatler, İslami hareketler dini ve sosyal faaliyetler için örgütleniyordu. Nedir? Eğitimdir, fakirlere yardımdır. Bu teşkilatlanma etrafında bulunan bu hareketler siyaset yasağı kalktığı zaman birdenbire siyasi partiye dönüştüler ve bunlar ülkelerin genelinde yaygınlaştılar. O yüzden de ilk rauntlarda bunlar hep başa geçtiler. Ayrıca karşılarında hiçbir teşkilat yok. İki ülkede de bir tek iktidardaki partinin teşkilatı vardı, bunlar da rejimin partileri oldukları için gözden düştüler. Bir süre için siyasete girmeleri yasaklandı. O bakımından sahada bir tek bu İslami hareketleri görüyoruz.

Siz geçen sene şöyle demiştiniz; ‘Bu Arap Baharı değil, diktatörlerin sonbaharı. Zor bir kış geçecek, baharın gelmesine daha çok var’. Bu sözlerinizin üzerinden geçen sekiz ayda bahardan daha da uzaklaştık sanki. Ne zaman gelir bahar?

Bahar bence iki dönem parlamento işledikten sonra gelir. İstikrar ancak iki dönem geçtikten sonra gelir kanaatindeyim, çünkü karşı siyasi hareketler oluşmadı. Tabanı yok, teşkilatı yok. Fakat İslami partilerin organizasyonu kendi arasında sağlam durduğu için uzun yıllar bir kenetlenme olduğu için sağlam duruyorlar. Artık liberaller, milliyetçiler, Nasırcılar, sekülerler var ama bunların tabanı yok henüz.

 

'Devletler içte ve dışta da mezhepçi'

 

Bu ayaklanmalarla başlayan yeni süreçte İslam ülkeleri arasında eskiden üzeri örtülü olarak süren Sünni-Şii çekişmesi su yüzüne çıktı. Nereye gider bunun sonu?

Dinle siyaset arasındaki ilişkinin arasındaki çizginin nerede çekileceği hususunda çok hassas olmak lazım. Ne dinin siyaseti kullanmasına ne de siyasetin dini kullanmasına müsaade etmemek lazım. Bir taraf ötekini kullanırsa o zaman felaket içindeyiz. Bu Avrupa tarihinde de var, İslam tarihinde de bazı örnekler var. Yani devletler arasındaki hem içe hem de dışadönük olarak söylemek mümkün. Ülke içinde de ülkeler arasında da yapmamak lazım. Biz Irak’ta 2006 yılındaki çalışmamız ile Şii-Sünni yakınlaşmasını sağladık. O günden itibaren Sünniler ve Şiiler arasında mezhep kavgası olarak hiçbir çatışma yaşanmadı. O cami ve kabristan bombalamaları vesaire geride kaldı. Biz dini liderleri barıştırdık ve hâlâ bu devam ediyor. Fakat maalesef bunun siyaset ricali arasında yansıması olmadı. Bu dini liderler arasındaki yakınlaşma siyasete bir müddet intikal etti, fakat sonra tekrar siyasiler bu baz üzerinde çatışmaya başladı. Altta bir şey yok, yani dini-mezhebi kavga yok. Fakat üstte bunları kullanmak isteyenler ya da zaten bu farklılıklar üzerine kurulmuş olanlar arasında kavga var. Maalesef zaten Irak’ın işgalinin en kötü neticesi yeni kurulan rejimin sekteryan olmasıdır. Fransızlar Osmanlı’dan sonra Lübnan’da yaptıkları etnik ve mezhebi ayrımcılık sistemini anayasallaştırmışlardı. Amerikalılar da aynı şeyi Irak’ta yaptılar. Bu maalesef en büyük haksızlıktır. Bunun etkileri devam edecektir.

 

'Kimse peşine düşmedi'

 

Usame Bin Ladin ABD tarafından öldürüldüğünde İslam coğrafyasında geniş kitlelerin sokağa dökülmemesi halkın radikal akımlara itibar etmediğinin bir nişanesi olarak algılandı. Katılıyor musunuz bu tür tespitlere?

Resim evet onu ortaya koyuyor, kimse bunların peşine düşmedi. Kitle bunları kabul etmiyor. Hiçbir zaman İslam dünyası, gerek sorumluluk mevkiinde olanlar gerek halk kitleleri bunları kabul etmiyor. Ama bazı odaklar, bazı marjinal kesimler kabul ediyor. Bu ayrımı çok iyi görmek lazım. Mısır, Tunus ve Libya’daki pankartları okuduğunuz zaman insanları sokağa döken unsurların hürriyet, onur ve ekmek olduğunu görüyorsunuz. Bu üç ülkede de Amerika’ya karşı, Batı’ya karşı, İsrail’e karşı ben bir slogan yükseldiğini görmedim. Bu halklar gerçekten tarihin bağlamının dışında yaşamaktan bıktılar. Dünya ilerliyor, gelişiyor, insanlar da daha müreffeh noktaya geliyor. İşte o halklar bunları görüyorlar ve kendilerinde olmadığını da görüyorlar. Halbuki servetleri de var ama olmuyorsa burada bir yanlışlık var.

 

'Görevi, gönül rahatlığıyla devrediyorum'

 

Bu sene sonunda genel sekreterlik koltuğuna veda ediyorsunuz.

Daha dur, 11 ay var. Yapılacak çok iş var daha.

Dokuz yıllık görev süreniz içinde İslam ülkeleri açısından pek çok önemli olay yaşandı. Siz de İİT içinde bir reform süreci başlatınız. Yapmak istediklerinizi yapabildiniz mi?

Bu teşkilatın A’dan Z’ye değişmesi için bütün gücümüzle çalıştık. Eski kadroların çoğunu tasfiye ettim. Kalifiye kadrolar, akademisyenler, diplomatlar geldi. İkinci olarak da kavramsal çerçeveyi değiştirdik. Teşkilat, konferans teşkilatı gibi çalışıyordu. Her sene dışişleri bakanlığı konferansını, üç senede bir de devlet başkanları konferansını hazırlıyordu. Genel Sekreterlik de adeta bu konferansları düzenleyen bir ofis gibi çalışıyordu. Bu şekilde çalışan bir teşkilattan çok taraflı, insani, sosyal, bilimsel meseleler üzerinde çalışan bir teşkilat yarattık. Sırf sayısal olarak değil fiili bakımdan da BM’den sonra en büyük teşkilat haline geldi. Bunu artık uluslararası platformda herkes kabul ediyor. Başta Ban-ki Moon diyor, İİT artık bizim stratejik ortağımızdır diye. Bir de ben bu teşkilata dar manadaki dayanışma yerine geniş manada evrensel değerler, iyi yönetişim, demokrasi, yolsuzlukla mücadele, kadınların güçlendirilmesi gibi değerleri charter haline getirdim. Artık bunlar teşkilatın uhdeleri. Eski kavramları attık. İnsan haklarını savunmak için özel bir teşkilat kurduk. Bu dönemde çok büyük bir dönüşüm yaşadık.

 

'3 yıl sonra'

 

İİT’nin merkezi zaten Suudi Arabistan’da. Genel sekreterin Türk olması bir denge olarak görülüyordu. Ama Kahire Zirvesi’nde halefinizin bir Suud olacağı da karara bağlandı. Dengeler bozuldu mu, Türkiye koltuğu kaptırdı mı?

Bu devir teslim, bayrak değişimi gayet normal bir şeydir. Aslında bunun bu şekilde olmasını, yeni şartı hazırlarken ben karara bağlattırdım. Danışma kurulunda –ki içinde Mahatir, Nebil Arabi gibi önemli isimler vardı– çoğunluk genel sekreterlik dönemi 5 sene olsun ve yeniden seçilebilir olsun istediler. Birinci şıkkı kabul ettim, ikinciyi reddettim. Bir kişinin iki dönemden fazla kalması iyi bir şey değildir. Siyasi dengeler açısından orada kalabilecek insanların önünü de kesmek lazım. Zaten bir insan iki dönem içinde yapmak istediklerinin hepsini, çoğunu yapabilir. Ben bu rahatlık içinde görevi devrediyorum. Türkiye de üç sene sonra zirve başkanı olacak. Bu da önemli bir kazanım.

 

'Onları desteklemek lazım'

 

Suriye’de de mezhep çatışması riski var mı sizce?

Hayır, çünkü Suriye’de durum çok farklı. Rejim taraftarları arasında Sünniler de var. Muhalefet içinde de Sünni olmayanlar da var. Esad’ın yanında sadece Nusayriler yok. Muhalefet de sırf Sünniler değil.

Zaman zaman Esad’ın kaldığı bir model ya da küçük bir Nusayri devletinin kurulması gibi formüller bazı uluslararası aktörler tarafından gündeme getiriliyor. Müslüman coğrafyası bunu kaldırabilir mi?

Kaldırmaz. Bu tamamıyla yanlıştır. Bunu telaffuz etmemek lazım. Böyle bir şey yapmak bütün Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek demektir. Bir domino etkisi yapar. Bu tamamen Suriye’nin parçalanması, Ortadoğu’da cehennem kapılarının açılması demektir.

 

'Suriye'dekiler, İslam adına çok acı şeyler'

 

Suriye’de muhalifler son derece bölünmüş bir halde. Amerikalılar, başta El Kaide, El Nusra olmak üzere bazı radikal İslamcı akımların Suriye’de etkin olmaya başladıklarını düşünüyor. Sizin gözleminiz nedir, gerçekten bu tür yapılar aktif mi orada?

Tabii kaotik bir durum olunca, bir iktidar boşluğu olunca bu boşluğu kimlerin nasıl dolduracağına hâkim olmak mümkün değil. O bakımdan biz diyoruz ki çatışmaların bir an önce bitmesi, bir an önce ateşkesin sağlanması lazım. Siyasi diyaloğun başlaması ve siyasi sorumluluğun halkın temsilcilerine verilmesi lazım. Muaz El Hatib’in başında olduğu muhalefet koalisyonunu desteklemek lazım. Uzlaşma için herkesin ilgili tarafları ikna olsun diye baskı yapması lazım çünkü bu diyalog başka türlü olmayacak. Lakhdar Brahimi’ye bir şans daha tanımak ve kaldığı yerden devam etmesini sağlamak lazım.

Kaotik yapı olursa o boşluğu kimin dolduracağına hâkim olamazsınız’ derken siz de radikal akımlarla ilgili bir risk gördüğünüzü teyit ediyorsunuz değil mi?

Gayet tabii. Hadiseler bunu destekliyor maalesef. Çok acı şeyler oluyor orada. Bunun en üzücü tarafı bunların İslam adına yapılmasıdır. Onun için ben hep diyorum ki; bu şiddet ve terörü üslup olarak kullanan siyasi hareketlerin İslam iddiasını kabul etmemek lazım. Bunların İslam iddiasını kabul ettiğiniz zaman siz bunların eline büyük bir meşruiyet gücü veriyorsunuz, belli kesimlerde itibar görmelerini sağlıyorsunuz. Halbuki bunlar şiddet ve terör eylemi yapan gayrimeşru ve gayrimakbul hareketlerdir. Bunların İslam adına hareket etmelerini siz kabul ederseniz, biz kabul edersek o zaman bunların eline en büyük silahı vermiş oluruz.