Gündem

Ekinci: Çözüm süreci başarıya ulaşırsa Erdoğan'ın oyu yüzde 80'e ulaşır

Tarık Ziya Ekinci: 1938’e kadar alınan kararların altında bizzat Atatürk’ün imzası vardır. Ben Atatürk milliyetçiliğini ırkçı, şoven ve asimilasyoncu bir milliyetçilik olarak görüyorum

18 Mart 2013 13:08

Kürt siyasetçi ve yazar Tarık Ziya Ekinci, çözüm sürecinin başarıyla sonuçlanması durumunda AKP’nin yüzde 70, yüzde 80 oy alabileceğini söyledi. Ekinci, “Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmak isterse, sürecin başarılı olmasıyla bunu garantilemiş olacaktır. Sürecin başarılı olması için herkesin Başbakan’a destek vermesini samimiyetle talep ediyorum” dedi.

Milat gazetesinden Nil Gülsüm’ün sorularını yanıtlayan Tarık Ziya Ekinci, çözüm sürende Başbakan Erdoğan’a destek verilmesi gerektiğini söyledi.

Nil Gülsüm’ün Tarık Ziya Ekinci söyleşisi şöyle:

 

Güncel süreçle başlayalım. Şu anda devlet ile Öcalan arasında yürütülen müzakereyi nasıl karşılıyorsunuz?

Müzakere sürecini bütün kalbimle destekliyorum ve başarılı olmasını diliyorum. Başbakan büyük bir cesaret göstererek ortaya çıktı. Kanı durdurmak, şiddeti dindirmek için azimli görünüyor. Bu beni umutlandırıyor. Ufak tefek aksaklıklar ve arızalar olsa da, bunların aşılabilmesini temenni ediyorum. Ama Başbakan sabırsız. Bazen sert konuşmalar yapıyor. İmralı’daki görüşmelerin basına yansımasını bu kadar büyütmesinin ve basını hedef alacak şekilde eleştirilerde bulunmasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ortamı gerecek konuşmalardan tevakki etmesi yararlı olur. Diğer tarafın da dikkatli davranması, her türlü provokasyona karşı tedbirli olması gerektiğini düşünüyorum.

 

Başbakan önemli adım attı

 

Nedir bu denli umutlu olmanızın sebebi?

Hareketin lideri ortaya çıkmış ve Başbakan da, devlet adına onu muhatap almayı kabul etmiştir. Başbakanın, cezaevinde ömür boyu hapse mahkum birini muhatap kabul etmesi, devlet adına bazı görevlileri onunla görüştürmesi, BDP’lilerin İmralı’da görüşmelerde bulunmalarına ve BDP’liler aracılığıyla Avrupa’daki ve Kandil’deki PKK’lilere mektup gönderilmesine izin vermesi çok önemli bir adımdır. Bunu saygıyla karşılıyorum. Bu bir risktir.

 

Herkes Başbakan’a destek vermeli

 

Nasıl bir risk?

Eğer bu teşebbüs başarılı olursa, Tayyip Erdoğan, önümüzdeki seçimi yüzde 70-80 oranında kazanacaktır. Cumhurbaşkanı olmak isterse, sürecin başarılı olmasıyla bunu garantilemiş olacaktır. Sürecin başarılı olması için herkesin Başbakan’a destek vermesini samimiyetle talep ediyorum. Çünkü çok kan aktı. Bu kanlı süreç, hem ülkemizin kalkınması önünde bir engeldi, hem de çok sayıda can kaybına sebep oldu. Bu muhakkak engellenmeliydi. Kısmet bugüneymiş. Bu adım sevindiricidir.

 

Başarısız sonuçtan AK Parti ve BDP etkilenir

 

Geçmişte de bazı adımlar atıldı ancak akamete uğradı. Bu çözüm süreci başarısız olursa Türkiye ne kaybeder?

Ben, başarılı olmasını temenni ediyorum ve başarılı olacağına inanıyorum. Farzımuhal bu süreç başarılı olmazsa, bunun riskini hem Ak Parti, hem de BDP almış olacak. Kamuoyunda büyük bir umut kırıklığı yaşanmış olacak. Bu umut kırıklığı ise, ileride böyle bir hamle yapmayı engelleyecektir. Dolayısıyla bunun mutlaka başarılı olması lâzımdır. Başarılı olması için de, herkesin elinden geleni ve üstüne düşeni yapması gerekiyor.

 

Mustafa Kemal Kürtlere umut verdi

 

Siz Kürt meselesinin en başından itibaren yakından tanığı oldunuz. Cumhuriyetin ilk yıllarına gidelim. Kürtlerin Tek Parti döneminde yaşadığı sorun neydi?

Tarihi seyri itibariyle karmaşık olaylar. Mustafa Kemâl, Kurtuluş Savaşı yapmak üzere Anadolu’ya çıktığında ilk yaptığı işlerden birisi, Kürt beylerinin ve Kürt aşiret reislerinin desteğini almak yolunda çaba göstermek oldu. Erzurum Kongresine onları dâvet etti, onları onore etti ve Erzurum Kongresi’nde Kürtlerin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik haklarının tanınacağını imâ eden kararlar aldı. Mustafa Kemâl, Kürtlere umut verdi. Daha sonra Ali Rıza Paşa ile yapılan görüşme sonunda bir protokol imzalandı.

 

Kürtlere özerklik vaat ettiler

 

Protokol neyi içeriyordu?

O protokole, ‘Kürtlerin bütün ırkî ve siyâsî hakları tanınacaktır’ gibi bir ibâre kondu. Bunu ise, ‘Eğer bu hakları tanımazsak, yabancıların iğfâline kapılma ihtimalleri vardır’ şeklinde bağlandı. Daha sonra, Meclis’teki konuşmalarında, 1920’de Nihat Paşa’ya göndermiş olduğu bir telgrafta ve yabancı kaynakların zikrettiği Meclis’te alınmış bir kararda, Kürtlere yaşadıkları bölgelerde özerklik tanınacağını taahhüt etti. 1921 Anayasası da buna imkân veriyordu. Kezâ 1923’te, henüz Lozan Antlaşması imzalanmamışken, İzmit’te gazetecilere verdiği beyanatta aynı ifadeleri dile getirmişti.

 

Bu yaklaşım Kürtler arasında nasıl karşılandı?

Bütün bunlar, Kürt ağalarına ve feodallerine büyük umut vermişti. Onların eski düzenlerinin devam edeceği intibaını yaratmıştı. Çünkü bu kesimler, Osmanlı idaresine bağlı olmakla birlikte özerk bir yapıları vardı. Her bir aşiretin, her bir beyliğin kendi çevresi, toprağı ve hududu vardı. Devletle olan münasebetleri, gerektiğinde asker göndermek ve savaş masraflarına katlanmaktı. Bu aşiret reislerinin çocuklarının askere alınması ve silahlarının toplanması gibi bir durum yoktu. Yani, gevşek bir özerklik söz konusuydu. Diğer yandan, Ermeni Tehcîrinde Kürt Beylerinin çok önemli bir rolü olmuştu.

 

Mustafa Kemal ‘elbirliği yapalım’ demiş

 

Nasıl bir rolleri oldu?

Bu beyler ve reisler, devletin direktifleriyle Ermenilerin menkul ve gayrımenkul varlıklarına el koymuşlardı. Özellikle Diyarbakır bölgesinde Vali Çerkes Reşit Paşa’nın direktifleriyle bunlar Ermeni Tehcirinde çok önemli rol oynadılar. Hem katliamlar yapıldı, hem de mallarına el kondu. Bir de Ermenilerin müstevli devletlerle işbirliği yaparak Türkiye’ye dönmeleri ve bu topraklara yeniden el koymaları tehlikesi vardı. Mustafa Kemâl bu yönde de Kürt beylerini ve aşiret reislerini uyarmıştı. Yani, müstevlilerden vatan topraklarını kurtarmak, hilafeti ve padişahı kurtarmak için el birliği yapalım demişti Mustafa Kemâl.

 

Kürt ileri gelenleri bu çağrıyı nasıl karşıladı?

Bu çağrıyı Kürt beyleri kabul ettiler. Hatta o sırada İstanbul’da yaşayan Babanzadeler, Bedirhanilerin çocukları gibi Kürt aydınlar tarafından kurulan Kürt Teâli Cemiyeti, Paris Konferansı’na Kürtlerin haklarını müzakere etmek üzere temsilci göndermiştir. Fakat, Mustafa Kemâl’in davetini kabul eden Kürt aşiret reisleri ve beyleri, Paris’teki Kürt Teali Cemiyeti’nin temsilcisine telgraf çekerek, “Siz bizi temsil etme hakkına sahip değilsiniz. Derhal Konferansı terk edin” demişlerdir. Onlar da Konferansı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Kürt Teali Cemiyeti de daha sonra dağılmış ve yöneticileri de yurt dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Yani böyle bir başlangıç var. Ama Lozan Antlaşması yapıldıktan ve Cumhuriyet ilân edildikten sonra bütün şartlar değişti.

 

Atatürk Cumhuriyet’ten sonra otoriterleşti

 

Yeni yaklaşım neydi?

Mustafa Kemâl, otoriter bir lider olmak yönünde adımlar atmaya başladı. 1924’te sadece kendine tâbi olacak, onun buyruklarını kabul edecek bir listeyle İkinci Meclis’i oluşturdu. Mustafa Kemâl, ‘Bana tek kelimeyle bile itiraz edecek kişiye tahammül edemem” demiştir. Böylece bir yönetim kuruluyor.

 

Bu yapı nasıl kuruluyor?

Fakat İstanbul hâlen işgalciler tarafından boşaltılmış değil. İstanbul basını Mustafa Kemâl’in bu otoriter tavrını eleştiriyor. Mustafa Kemâl, İstanbul basınının bu tavrından muğber. Dolayısıyla, otoritesini İstanbul’a da yaymak ve İstanbul basınının bu serâzat kişilerini denetim altına almak istiyor. Bunu yapabilmesi için Mustafa Kemâl’e bir fırsat gerekiyor. Bu fırsatı yaratmak için de Şeyh Sait İsyân’ı tertip ediliyor.

 

Şeyh Said İsyanı provokasyondur

 

Siz Şeyh Sait İsyânı için ‘provokasyon’ diyorsunuz. Düzmece bir isyan mıydı bu?

Bana kalırsa Şeyh Sait İsyânı tamamiyle bir provokasyondur. Çünkü Şeyh Sait Hınıs’tan başlayarak Palu’ya doğru giderken müritleri ona katılır ve bu sefer neticesinde dedesinin kabrini ziyaret eder. Şeyh Sait’in dedesi de tanınmış bir Nakşibendi şeyhidir. Şeyh Sait’in bölgede büyük bir itibârı vardır. Onun bu yıllık ziyâretinde herkes ona katılmak ister.

 

Zaten bu ilk kez olan bir şey de değildir…

Bu feodal bir gelenektir. Yaklaşık 400-500 atlı ile bu kafile, Lice yakınında o zaman bir nahiye olan Piran’da geceyi geçirme kararı alıyor. Kafiledekiler evlere dağılıyor. Bunların içinde, kanun dışı işlere girmiş, cinayet işlemiş bazı kişiler olduğu iddia ediliyor. Bu kişiler de bir evde misafir ediliyor. Ergani Jandarma komutanına, bu kişileri yakalama görevi veriliyor. Jandarma komutanı üsteğmen yanına bir müfreze alıp Şeyh Sait’e gelip bu kişilerin teslimini istiyor.

 

Şeyh Said’in cevabı ne oluyor?

Şeyh Efendi cevaben aynen şunu söylüyor: “Bir teamül olarak bu kişiler bana refakat etmektedirler. Ben bu kişileri size teslim edersem, bu memlekette benim itibarım kalmaz. Örf ve adet gereği benim onları teslim etmem doğru olmaz. Siz bu kişilerin kaldığı evin etrafını sarın. Ben buradan ayrıldıktan sonra ne yaparsanız yapın.” Kabul edilmiyor ve ısrarla teslim etmesi isteniyor. Şeyh Efendi ise, “Beni mazur görün. Ben bunu yapamam. Mâdem ısrar ediyorsunuz, gidip kendiniz teslim alın.” diyor.  Müfreze evi sarıp bu kişilerden teslim olmalarını istiyor. Onlar kabul etmeyince de müsademe başlıyor ve zannederim iki asker vuruluyor. Müfreze böylece geri dönüyor.

 

İsyan tasarlanmış, önceden planlanmış bir hareket değil mi?

Hayır değil. Gerçekleşen bu olay üzerine, Şeyh Efendi’ye yapılan bu muameleyi hakaret sayan bağlıları, civardaki köylüler ayaklanıyor. Piran’da, Elazığ ve Palu civarındaki köylerde, Lice’de, Maden’de, bütün bu havalide bir ayaklanma oluyor. İsyancılar, ayaklanmanın olduğu yerlerin kaymakamlarını ve idârî âmirlerini görevden alıp kendi adamlarını yerleştiriyorlar. Yerel hareketler başlıyor. Şeyh Efendi’nin bu insanları örgütlemesi, kendi adamlarını oralara göndermesi çok sonradan oluyor. Başlangıçta tamamen spontane bir hareket. Bu hareket de, Mustafa Kemâl’e istediği fırsatı sağlamış oluyor. Zâten çok kısa bir zaman zarfında, aşağı yukarı 30 gün içerisinde de isyan bastırıldı.

 

Mustafa Kemal istediğini aldı

 

Neydi Mustafa Kemâl’in beklediği fırsat?

Mustafa Kemâl bütün ülkeyi denetim altına almak istiyordu. Hareketin bastırılmasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Yine Şark Islahat Kanunu ve Mecbûrî İskân Kanunu çıkarıldı. Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılmasıyla birlikte bütün memlekette tam bir mezar sessizliği oluştu. İstanbul basını susturuldu. İstanbul basınının önemli simâları teker teker yakalanıp İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmaya başlandı. Ve böylece Mustafa Kemâl, ülkenin tek hâkimi olmayı başardı. Bundan sonra da, Kürt sorununu kökten çözmenin kararı alındı.

 

Bu karar neleri içeriyordu?

Şeyh Sait İsyânı bastırıldıktan sonra, 1925’te Şark Islahat Planı çıkarılıyor. Bu planın müteaddit maddeleri vardır. Bu maddelerde net olarak şunlar söyleniyor: ‘Şu illerde Türkçe’den başka dil kullananlar, bu dilleri kullanmayacaklardır. Kullandıkları takdirde haklarında kanûnî takibât yapılacak ve cezalandırılacaklardır” ve “Bunların Türkleşmesini sağlamak için hükûmetin uygun gördüğü şahıslar, memleketin çeşitli yerlerinde büyük nüfus içerisinde dağıtılarak iskân edileceklerdir. İskân edildikleri mıntıkalarda, mahallelerde ve meslekî yerlerde sayılarının fazla olmamasına itina gösterilecektir. Bunların kısa sürede Türkleşmeleri sağlanacaktır.” Dolayısıyla yapılan şey doğrudan doğruya Kürtlerin asimilasyonunu sağlamak amacını taşımaktadır. Buna Atatürk milliyetçiliği diyorlar.

 

Atatürk milliyetçiliği ırkçılıktır

 

Siz Atatürk milliyetçiliğini nasıl tanımlıyorsunuz?

Atatürk milliyetçiliği, 1925 Şark Islahat Planı ve daha sonra da 1934 yılında kanuna çevirdiği Mecbûrî İskân Kanunu’dur. Her ikisinde de, Kürtçe’nin yasaklanması, mecbûrî iskânı ihtiva eder. Kezâ, gerek Şeyh Sait İsyanı’nda, gerek Dersim İsyânı sırasında, gerek Ağrı Harekâtında katliamlarla büyük nüfus kırımı yaşanmıştır. Yine rejimin uygun gördüğü etkili şahıslar sürgün edilmiştir. Böylece, Kürt Sorununun bittiği zehabına kapılmışlardır. 1947’lere kadar bu politika devam etti. Bana göre Atatürk milliyetçiliği, ırkçı ve asimilasyoncudur.

 

Atatürk milliyetçiliği sürdürülüyor

 

Bunu hâlâ savunanlar var…

Evet, bunu Atatürk adına hâlâ sürdürmek isteyenler var. Atatürk’ü kutsal bir şahsiyet olarak tanıtarak ve Atatürk’ü Koruma Kanunu’ndan da istifâde ederek hâlâ bunu sürdürüyorlar. Atatürk milliyetçiliğinin ırkçı bir milliyetçilik olmadığını iddia edenler var. Halbuki 1938’e kadarki uygulamalar ırkçı ve asimilasyoncudur. 1938’e kadar alınan kararların altında bizzat Atatürk’ün imzası vardır ve hükûmet onun direktifleri dışında karar alamazdı. Dolayısıyla ben Atatürk milliyetçiliğini ırkçı, şöven ve asimilasyoncu bir milliyetçilik olarak görüyorum. Atatürk milliyetçiliğini suret-i kat’iyede demokratik, insan haklarına saygılı, vatanperverlik çerçevesinde telakki edilebilecek bir milliyetçilik olarak görmüyorum. Nitekim, gayrimüslimlere uyguladığı politikaları da bunu göstermektedir.

 

Tek parti dönemi asimile etmek istedi

 

Tek Parti döneminde uygulanan politikaların amacı neydi?

Amaç, tek kültürlü, homojen bir Türk milleti oluşturmak. Kürt, Çerkez, Arap gibi Müslümanların rahatlıkla asimile edilebileceğini, gayrimüslimlerin kolayca asimile edilemeyeceğini düşünerek onlara farklı bir politika uygulanıyor. Gayrimüslimlere pogromlar, 6-7 Eylül hadisesi, Varlık Vergisi gibi uygulamalarla bunları kaçırmayı tercih ettiler. Nitekim İsmet İnönü bir beyanında, “Bu memlekette ancak, Türk ve Türkçü olanın yaşama hakkı vardır. Ve yalnızca onlara vazife verilebilir” demektedir. Diğer arkadaşlarının da buna mümasil konuşmaları vardır. Bütün bunlar, Mustafa Kemâl’in izni ve direktifi doğrultusunda yapılan konuşmalardır. Bu şahıslar, kendi başlarına bu konuşmaları yapacak konumda değillerdir.

 

Demokrat Parti kurulduğu zaman Kürtler çok yoğun bir ilgi gösterdi. Bunun sebebi neydi?

O güne kadar Kürtlerin söz söyleme, itiraz etme, yönetime katılma hakkı yok. Hükûmete karşı çıkan bir partinin varlığı onlar için düşünülemezdi. Kâzım Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Sait İsyânı’na fikrî zemin hazırladığı gerekçesiyle kapattılar. Böylece Şeyh Sait İsyânı’nı sonuna kadar kullanmış oldular. Ağrı Harekâtı ve Dersim İsyânı için de bunu kullandılar. Hem kıtal yaptılar, hem de sükûn sağladılar. 1950’ye kadar bu böyle devam etti. Demokrat Parti’nin kurulduğu sırada, Celâl Bayar, İsmet İnönü ile baş başa bir görüşme yapıyor. İnönü bu görüşmede, “Biz Doğu’da iki partinin birbirine karşı teşkilatlanmasının memleketin başına belâlar çıkarabileceği endişesi içindeyiz. Siz orada teşkilatlanmazsanız, biz de mevcut teşkilatlarımızı kapatırız” diyor. Celâl Bayar pek bir şey söylemiyor ama Doğu’daki çalışmaları ile bunu kabul etmediği anlaşılıyor.

 

Doğu’da ve Diyarbakır’da Demokrat Parti teşkilatlanması nasıl gerçekleşti?

Diyarbakır’da 1946-47 yıllarında Demokrat Parti teşkilatlanması başladı. Diyarbakır il örgütü kurulduktan sonra da, Nâzım Bey adlı il başkanları ile Lice’ye geldiler. Kaymakam onların geleceğini öğrenir öğrenmez tek bir kişinin bile dışarı çıkmasına müsaade etmemiş ve herkes evine kapanmıştı. Dükkanlar ve kahveler kapatılmıştı. Ben de gündüzleri ders çalışır, akşama doğru çıkar dostlarla sohbet ederdim. O akşamüzeri çıktığımda sokaklarda kimsenin olmadığını gördüm. Her zaman gittiğim kahvede arkadaşlarımdan gelen giden hiç kimse yok. Aşağı yukarı dolaşırken, bir araba ve başında üç kişi gördüm. O yıllarda Lice’ye bir haftada iki defa posta getiren kamyon dışında motorlu bir araç pek gelmezdi.

 

Siz o sırada okulu bitirmiş miydiniz?

Hayır, ben o sırada hâlâ talebeydim ve o gün yakamda rozet vardı. Beni görünce Demokrat Parti Diyarbakır il başkanı Nazım Bey, “Doktor Bey! Buraya gelip yanımıza oturmaz mısınız?” dedi. “Tabi” diyerek yanlarına gittim. Nazım Bey, “Biz Diyarbakır’dan Demokrat Parti adına geliyoruz. Fakat görüyorsunuz, hiç kimse yok. Kasaba âdeta hapishaneye dönmüş. Hâlbuki benim burada okul arkadaşlarım var, tanıdıklarım var. Bunlardan hiç kimse görünmüyor. Bu ne vefâsızlık” dedi. Baktım, halleri perişan. Kalacak yerleri yok. Götürdüm, evde misafir ettim. Bana dertlerini anlattılar. Lice’de teşkilatlanmak için geldiklerini söylediler. O sırada babam da Lice’de CHP ilçe başkanı idi.

 

Durum anlattığınız gibiyken babanız da dâhil CHP’de siyaset yapanların amacı neydi?

Daha fazla nüfuz sahibi olmak istiyorlardı. Söz sahibi ve itibar sahibi olmak için, devletin adamı olmak hesabıyla hareket etmişlerdi; yoksa CHP’yi tuttukları, programını bildikleri için değil. CHP devlet partisiydi ve devletti. Kaymakam çağırıp, “Seni başkan yapacağım” diyordu. Çağrılan da kabul ediyordu. Çünkü kaymakam, hem belediye başkanı, hem de parti başkanı. Böyle bir durum vardı.

 

Demokrat Parti heyetine dönersek, ne oldu sonra?

Babam Diyarbakır’daydı, evde yoktu. Benden, beş kişilik bir heyet bulmamı istediler. Ben de, babama biraz muhalif olan ve Kürtlerin mazlum olduğunu, haklarının verilmediğini kabul eden bazı kişiler var. Bu kişilerin bu görüşleri bilinmiyor, fakat ben onları tanıyorum. Şeyh Said’in sekreterliğini yapan Fehmi Bey var; Liceli. Fehmi Bey de Isparta’da sürgünde. Onun kardeşini buldum ve ona, Demokrat Parti’nin güçlenmesinin bizim için bir fırsat olduğunu, bu partinin meclise girmesi hâlinde haksızlıkları dile getirebileceğini söyledim. Kabul etmesini telkin ettim. O sıralarda halkta seçimlere karşı büyük bir açlık vardı. Bir süre önce muhtarlık seçimi yapılmış ve halk sandıklara sahip çıkmıştı. Bahsettiğim dönemde ‘açık oy-gizli tasnif’ vardı. Senirkent’te köylü kadınlar, oy sandıklarının götürülmesine karşı çıkıp sandıklara sarılmışlardı. Bu kadınlar, Jandarma ile gırtlak gırtlağa gelmişlerdi. Bu hadisede pek çok kadın yaralanmıştı. Türkiye’nin demokrasi tarihinde yeri olan bir hadisedir. Ben de bu kişiye, Batı’da kadınların bunu yaptığını, seslerini çıkarıp örgütlenmeleri gerektiğini söyledim.

 

Korku kırılmaya başladı

 

İkna oldu mu?

Evet, ikna oldu. Dört kişi daha bulması gerektiğini söyledim. Gidip babama muhalif olan dört kişi daha buldu ve ertesi gün meydanda bir toplantı düzenlendi. Gelen il başkanı ekonomi politikalarını, halkın çok duyarlı olduğu jandarma baskısını, kılık kıyafete yapılan baskıyı, camiden çıkan halkın başından sarıklarının çıkarılıp atılmasını eleştirdi. Çok cesurca bir konuşmaydı. Halk çok memnun oldu. Artık korku bir yerde kırılmaya başladı.