20 Ağustos 2018 10:52
Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi (EDAM) Başkanı Sinan Ülgen, ABD’li papaz Andrew Brunson’ın yaklaşık 2 yıllık tutukluluğunun ardından serbest bırakılmamasıyla birlikte ivmelenen ABD-Türkiye gerilimine ilişkin olarak, "Trump’ın siyasetteki önemli hedeflerinden biri Obama’dan farklı bir lider olduğunu kanıtlamak. ‘Yalnız kovboyluk’ Amerika ile beraber bütün dünyanın kaybedeceği bir yola girilmesine neden olabilir" dedi.
Ülgen, Trump’ın politikalarının ardından AB ile yakınlaşmaya dikkat çekerek, "Türkiye’nin AB ile ilişkilerde bundan sonraki diplomatik hedefi Gümrük Birliği’nin güncellenmesine yönelik müzakerelerin başlatılmasını sağlamak olmalı" ifadesini kullandı.
Hürriyet'ten İpek Özbey'e konuşan Ülgen'in söyleşisi şöyle:
Öncelikle adını koyalım; Bu bir ekonomi savaşı mı?
Türkiye ile ABD arasında yaşananlara ekonomi alanına da sıçrayan bir siyasi gerilim olarak bakmak lazım.
Yabancılar borsanın belkemiğini oluşturan şirket hisseleri üzerinde çok ağır satış baskısı kurdu. Dolar, Euro tavan yaptı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Türk ekonomisi nihayetinde yurt dışından her yıl 250 milyar tutarında döviz girdisi sağlama ihtiyacında olan bir ekonomi. Hem yurt içi, hem yurt dışı yatırımcılar ve finansal aktörlere güven veriyor olması lazım. Son dönemde Amerika’yla yaşanan siyasi gerilim Türkiye’nin yurt dışındaki bu güven algısına zarar verdi. Bu nedenle Türk lirasına bazı spekülatif hareketler hız kazandı.
ABD'den “Rahip Brunson serbest kalsa bile vergiler indirilmeyecek” açıklaması geldi. Rahip etkisi, Evanjelistlerin baskısı, bu krizin ne kadar önemli bir unsuru?
Brunson zaman içinde ABD iç siyaseti bakımından da görünürlük kazanan bir mesele olduğu için Türk-Amerikan ilişkileri açısından önem kazandı. Ama iki ülke açısından da birikmiş olan ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan başka anlaşmazlıklar mevcut. Dolayısıyla Brunson meselesi hallolsa bile Türk-Amerikan ilişkilerinde kısa vadede köklü ve kalıcı bir iyileşme beklememek lazım. Ama Brunson konusu ilişkileri daha da sorunlu bir hale getiriyor. Halledilmesi o bakımdan önemli. Bir de oluşan güven bunalımını ortadan kaldırmaya yardımcı olacaktır.
Trump’ı diğer Amerikan başkanlarından farklı kılan savaşı silahla değil, parayla yönetmesi mi?
O kanıda değilim. ABD’nin İran politikasına baktığımızda, İran ile işbirliğine yönelmek yerine, İran’ı çevreleme politikasına yönelen bir ABD var. Dolayısıyla kendi ulusal menfaatini tehdit altında gördüğü alanlarda, sertlik politikasından imtina etmeyecek bir ABD yönetimi var karşımızda. Ama Obama dönemine oranla, bu ulusal menfaat kavramı daha dar tanımlanıyor. Nitekim bu nedenle Trump yönetimi, IŞİD ile savaş sona erdikten hemen sonra Suriye’den çekilmeye niyetli. Bu ülkenin istikrara kavuşturulması, yerel aktörlerin kalıcı bir siyasi uzlaşmaya zorlanması ve Suriye’nin yeniden imarı ile yakından ilgilenmeyecekler, bu doğrultuda Amerikan kaynaklarının harcanmasına yeşil ışık yakmayacaklar. Zira Trump için Suriye, ABD’nin ulusal çıkarları açısından önem taşıyan bir ülke değil. Onun için tek mesele IŞİD ile mücadelenin başarı ile sonlandırılması.
Hedefi için dünyayı ateşe verecek kadar gözü kara görünüyor. İpek Yolu'ndan çok tedirgin... Bu güzergâhta nasıl bir oyun peşinde?
Trump’ın siyasetteki önemli bir hedefi Obama’dan farklı bir lider olduğunu kanıtlamak. Bunun için Obamacare (Sağlık sigortası alanında dar gelirlilere imkan sağlayan bir tasarı) gibi Amerikan halkı bakımından önemli sayılabilecek bir kazanımı dahi riske atmaya hazır olduğunu gösterdi. Dış politikada, ki buna dış ekonomik ilişkileri de dahil, Obama’nın ve hatta daha önceki gerek Demokrat gerek Cumhuriyetçi ABD başkanlarının da büyük önem atfettiği çok taraflılığa ve küresel yönetişim kurallarının hilafına bir pozisyon aldı. Oysa ki II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan liberal ekonomiye dayalı çok taraflı uluslararası düzenden en çok faydalanan ülke Amerika’ydı. Şimdi Trump’un Amerikası bu düzeni temelinden sarsacak hareketler yapıyor. Trump, ABD’yi İklim Değişikliği Anlaşması’ndan, BM İnsan Hakları Komisyonu’ndan, İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekti, Dünya Ticaret Örgütü’nü zayıflattı. Ekonomide de benzer şekilde ABD, Kanada ve Meksika arasındaki serbest ticaret anlaşması NAFTA’yı eleştirdi ve müzakereye açtı. Başta Çin olmak üzere tek taraflı karşı tedbirlere yöneldi.
Yalnız kovboyluk kaybettirmez mi? Ya da şöyle sorayım: Sonunda kaybeden Amerika olmaz mı?
Evet olur, ama Amerika ile beraber bütün dünya kaybeder böyle bir yola girildiğinde. Ticaret savaşlarının kazananı olmaz. Nasıl ki kurallara dayalı çok taraflı ticaret rejimi bir kazan kazan felsefesine dayalıysa, ticarette korumacılığı arttıracak tek taraflı zorlamalar da bir kaybet-kaybet senaryosu riskini taşımaktadır. Unutmamak lazım ki 1930’lardaki büyük buhran böyle tek taraflı korumacılık tedbirlerinin yaygınlaşması ile vücut bulmuştu. Zaten bu acı tecrübeden hareketle II. Dünya Savaşı sonrası sonradan Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) evrilen GATT gibi kurumlar hayata geçirildi.
Türkiye'ye karşı ticari savaşı başlatıp, bir de çelik ve alüminyumun “ulusal güvenlik meselesi” olduğunu söyledi. İlgili maddeyi kötüye kullanmış olmuyor mu?
GATT’ın ve bugün DTÖ’nün XXI. Maddesi bu ulusal güvenlik istisnasını kurala bağlıyor. Buna göre ülkeler, ulusal güvenlik argümanına dayalı olarak DTÖ yükümlülüklerini askıya alabiliyorlar. Trump da buna dayalı olarak demir çelik ve alüminyum ithalatına ilave gümrük vergisi koydu. Mesela 1970’li yıllarda İsveç, bu hükme dayanarak ayakkabı ithalatına sınırlama getiriyor. O zaman İsveç artan ithalat baskısı nedeniyle ülkede ayakkabı üretiminin yok olma yoluna girdiğini ve bunun da ulusal güvenliği açısından sakıncalı olduğunu iddia etmiş. Hal böyle olmakla birlikte, ortak anlayış bu hükmün istismar edilmemesi yönünde. Oysa ki şimdi ABD’nin yaptığı tam da bu. Bu milli güvenlik istisnasını istismar etmek. Üstelik bunu yapan da uluslararası ticaretteki en önemli ülkelerden biri. ABD bu tutumuyla uluslararası ticaret rejimi bakımından çok tehlikeli bir emsal oluşturmuş durumda.
Ticari yasaların hoyratça kullanılmasına karşı Dünya Ticaret Örgütü’nün söyleyeceği bir söz yok mudur?
Bu hükmün ilginçliği şu: Bütün diğer DTÖ yükümlülerinden farklı olarak, bu madde temelinde yapılan uygulamaları DTÖ’ye şikâyet ederek bir sonuç almak mümkün değil. Zira DTÖ bile mesele milli güvenlik olduğunda ülkelerin egemen kararlarına müdahale etmek istemiyor. Geçtiğimiz hafta Ticaret Bakanı Sayın Ruhsar Pekcan, Türkiye’nin ABD’yi DTÖ’ye şikâyet ettiğini ifade etti. Bu anlaşmazlıkla ilgili bir panel toplanacak olsa bile, buradan ABD aleyhine bir sonuç almak pek mümkün olmayacak kanaatimce. DTÖ paneli, bir üye ülkenin ulusal güvenliği ile olduğunu iddia ettiği bir meselede taraf olmak istemeyecektir.
"Trump’ın sınırlarını test etmeyin” denerek bir tehdit daha savruldu. "Test edilecek sınır" neresi?
Siyasi sorunların devam etmesi durumunda, ki yaptırım meselesinin bu aşamada özellikle rahip Brunson ile ilgili olduğunu söylemek lazım, ABD’nin ilave yaptırımlar alabileceğine işaret ediyor.
Türkiye’nin başta otomobil olmak üzere ABD ürünlerine vergi koyarak cevap vermesini nasıl değerlendirmeli?
Türkiye DTÖ kuralları uyarınca ticari menfaatlerinin zarar gördüğü gerekçesiyle ABD’ye karşı tedbir alabilme imkanına sahipti, bunu yaptı. Doğru olanı yaptı. Burada belki tartışılabilecek olan tek konu, yaptırım listesine otomotiv ürünlerini dahil etmek olabilir. Otomotiv sektörünün, ABD'ye ihracatı, geçen yıl yüzde 101,05'lik rekor artışla 1.4 milyar dolara yükseldi. ABD’den otomotiv ürünleri ithalatı ise 100 milyon dolar seviyesinde. Bu asimetrik ticaret, bir eskalasyon senaryosunda Türkiye’nin aleyhine olabilir.
Türkiye, Avrupa’dan destek almış gibi görünüyor. Merkel, Türk ekonomisinin güçlü olmasının Almanya açısından önem taşıdığını vurguladı. Bu duruş Türkiye için bir fırsat mıdır?
Öncelikle daha genel perspektifte, Trump’ın yürüttüğü dış politikanın Türkiye ile AB’nin yakınlaşmasına zemin hazırladığını ifade etmek lazım. Bunun en somut örneği İran. Hem Türkiye hem AB, ABD’nin İran yaptırımlarına karşı net tavır aldılar. Ekonomik gelişmelerle ilgili olarak da başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB liderleri tarafından yapılan Türkiye’ye destek açıklamaları var. Bunun iki temel nedeni var. Öncelikle birçok AB şirketinin Türkiye’de yatırımları var. Türkiye’ye gelen yabancı sermaye yatırımları arasında AB ülkelerinin payı yüzde 70’in üzerinde. Bu oran bir yandan ekonomik alanda AB ile aslında ne kadar bir karşılıklı bağımlılık yaratılmış olduğunu, diğer yandan ise AB’ye alternatif bir ekonomik ortak bulmanın ne kadar zor olacağını gösteriyor. Keza AB bankalarının da Türkiye’de finansal yatırımları var. Örneğin bir İspanyol bankası, Garanti Bankasının çoğunluk hissesine sahip. Bir İtalyan bankası Yapı Kredi Bankasında yüzde 50 oranında bir ortaklığı var. Sonuçta Türk ekonomisinin krize girmemesi, iyi bir performans sergilemesi AB ekonomisinin de yararına. Meseleye bu açıdan bakınca, AB ile ilgili komplo teorileri üretmek de zorlaşıyor herhalde. Son bir argüman da tabiatıyla Suriye’li mültecilerle ilgili. Türkiye’nin bir ekonomik krize girmesinin mülteciler konusundaki tutumunu riske atacağı ve Avrupa’ya yeniden bir mülteci akımı başlayabileceği endişesi de var bazı AB başkentlerinde.
Bugün Avrupa’yla bir iklim değişikliğinden söz edebilir miyiz?
Trump Amerikası’nın yürütmüş olduğu dış politika, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde iklim değişikliğinin önünü açabilecek bir fırsat olarak görülmeli. Ama bunun için de iki tarafın içerikli ve somut adımlar atması lazım. Henüz o aşamaya gelmedik.
Tutuklu iki Yunan askeri serbest bırakıldı, Avrupa Komisyonu Başkanı, “Demokratik, istikrarlı ve müreffeh bir Türkiye görmek istiyoruz” dedi. Ufukta yeni bir yol haritası görünüyor mu?
Avrupa Ekonomik Topluluğu ile 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması’ndan bu yana Türkiye’nin hedefi AB’ye tam üyelik oldu. Bugün gelinen noktadaysa, iki taraftan da kaynaklanan nedenlerden, bu yolda ilerlemenin şimdilik imkanı kalmadı. Benim kanaatim tam üyelik perspektifini mutlak surette korumalıyız. Ancak aynı zamanda, tam üyelik hedefine zarar vermeden, Türkiye ile AB arasında müşterek menfaatlere hizmet edecek yeni bir ilişki çerçevesi kurgulanması faydalı olacaktır. Bu yeni çerçevenin omurgasını da Gümrük Birliğinin modernizasyonu teşkil edecek. O nedenle Türkiye’nin AB ile ilişkilerde bundan sonraki diplomatik hedefi Gümrük Birliği’nin güncellenmesine yönelik müzakerelerin başlatılmasını sağlamak olmalı.
© Tüm hakları saklıdır.