Gündem

Ece Temelkuran: Bizler, bu hikâyedeki kalbi kırık kadınız

"Erdoğan'ın zaferi kalbimizi kırsa da umut etmeye devam edeceğiz"

27 Haziran 2018 01:11

Ece Temelkuran*

Bir arkadaşım, “Kısa mesajla terk edilmişim gibi hissediyorum” yazdı. Kalbi kırık bir aşık gibiydi, ama aslında Türkiye’de muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’den bahsediyordu. Seçim gecesi saat 23:00 sıralarıydı ve insanlar oy sayımını gözlemlemek için hayatlarını tehlikeye atarken İnce ortalarda değildi. İnsanların yarısı, -İnce’nin sonuna kadar direnme çağrısına cevap verenler- oylarını hükümetin sandık hırsızlığından korumaya çalışıyordu.

Yaşananlar Hollywood’un romantik filmleri gibiydi. Kadın o kadar çok hayalkırıklığına uğramıştır ki, başka bir adama açılmaktan korkmaktadır, en sonunda gardını indirir -ama karşılığında bir kez daha hayalkırıklığına uğrar. Bizler, bu hikayedeki kalbi kırık kadınız, İnce’nin Erdoğan’ın zaferini kabul ettiğini, canlı yayında açıklanacağını düşünmeden bir televizyon sunucusuna attığı, off the record olup olmadığı tartışılan bir kısa mesajla öğrendik.

AKP binalarından atılan havai fişekler ve Erdoğan destekçilerinin kutlamalarından gelen silah sesleri, demokratların yenilgisiyle dalga geçer gibiydi: Daha önceki yenilgilerin ardından bir lidere yeniden inandığımız için ne kadar da aptaldık. Bizim filmimizin sonunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan yeniden ülkenin tek lideri olduğunu kanıtladı, klasik hale gelen zafer konuşmalarından birini yaptı ve şunları söyledi: “Tek millet, tek bayrak, tek devlet.” Biz, muhalifler, bir süredir de açık şekilde bildiğimiz gibi onu millet algısına dahil değiliz.

Türkiye’yi, küresel medyada yer alan haliyle her şeyin yaşanabileceği çılgın bir ülke olmasının dışında pek de bilmeyenler için söylüyorum; bir süredir -Donald Trump’ın ABD’de göreve gelmesi ve batı ülkelerinin de yükselen sağ popülizmden paylarını almalarının ardından insanların daha kolay ilişki kurdukları- delirtici politik absürtlüklerle dolu bir hayat yaşıyoruz. Yine de, bu seçimler öncesinde 2013’teki Gezi Parkı protestolarından bu yana ilk kez, Erdoğan tarafından ülkede yaratılan kutuplaşmaya karşı çıkanlar için gerçek bir umut vardı.

Sebebi sadece muhalefetin adayı İnce’nin düzenlediği mitinglere milyonlarca insanın katılması değildi. Aynı zamanda, Kürt partisi HDP’nin yanı sıra, aşırı milliyetçiler ve İslami muhafazakarlar tarafından da hissedildi. Tek adam rejimine karşı de facto bir demokrasi ittifakı kuruldu. Yıllar sonra ilk kez, ‘Erdoğan mağlup edilmez’ fikrinin boğucu hissiyatı parçalandı. Adamın kendisi bile mitinglerinde kekeliyor, katılımcılara para ödenen etkinliklerde yaptığı konuşmalarda kelimeleri unutuyordu ve 'millet kıraathaneleri'nde bedava kek gibi seçim vaatleri alay konusu olmuştu.

Seçimlerin adil olmayacağını bilmemize rağmen, “Evet, yapabiliriz**” ruhu havayı doldurmuştu. En kötümserlerimiz bile yeniden düşünmeye başlamıştı. Genç seçmenlerin sonuçlara önemli etkisi olacağı düşünüldü ve onlar İnce’nin kampanyasını desteklemek için sokaklardaydı.

Yıllar süren bölünmüşlükten sonra, farklı fraksiyonlar arasında gelişen ve aslında bir süredir de çokça özlenen kardeşlik hissiyatı umut vericiydi. O kadardı ki, şunları yazdım: Bu, demokrasinin özgürleşme savaşı. Batılı ülkeler, tüm devlet aygıtları acımasız bir lider tarafından ele geçirilmişken bile demokrasinin sağcı popülizmden nasıl kurtarılacağını  görmek için Türkiye’deki seçimleri takip etmeliler. Heyecanımda yalnız da değildim. Uluslararası medya yıllar sonra ilk kez Erdoğan olmayan bir Türk siyasetçi hakkında konuşmaya başlamıştı.

İnce, uzun süre beklenen ve seçimden bir gün sonra yaptığı konuşmasında, “Üzgünüm” dedi. Sahiciydi ve bir önceki gece neden halkın önüne çıkıp da bir açıklama yapmadığı konusunda açık konuştu. “Eğer bu yolda hala size yol göstermemi istiyorsanız, ben hazırım.” Ne partisi ne de duygusal destekçileri onu takdir etmezken, kendisi bunu yaparken utangaçtı: Sadece 50 günlük bir seçim kampanyasında, partimin oyları 1977’den bu yana ilk kez yükseldi. 500 günde neler yapabileceğimizi bir düşünün.

Tepkiler çeşitliydi. Bazıları güvenli alanlarının kötümserliğine geri çekilmek istediler, diğerleri ise yeniden denemek. Önümüzdeki günlerde İnce’nin Türkiye’nin tükenmiş muhalefetini ikna etmeyi başarıp başaramayacağını göreceğiz. Sonuçlar ne olursa olsun, küresel şekilde düşüşte olduğu bir dönemde tüm dünyaya ülkemizin demokrasi mücadelesine katılmaya hazır olduğunu gösterdikleri için İnce’ye ve diğer muhalefet adaylarına teşekkür ederim.

Benimki gibi ülkelerde, siyaset duygu işidir ve liderler ya sevilirler ya da nefret öznesi olurlar. Destekçileri, liderlerinin fotoğraflarını gizli aşıklar gibi cüzdanlarında taşırlar. Bu, batı toplumlarına ilginç bir durum gibi gelebilir. Ama şimdi, “Oh, Jeremy Corbyn” tezahüratlarını ve “Seni seviyorum Bernie” çığlıklarını duyuyoruz. Bu, insanlar sağ popülizmle karşı karşıya kaldıklarında oluyor. Türkler gibi İngilizler ve Amerikalılar da bir kurtarıcı, onları yüzüstü bırakmayacak cesur bir prens arıyor.

Seçim gecesi sosyal medyada gösterdiğim çocuksu heyecan ve tutuklu davranışlar yüzünden kendilerinden nefret eden arkadaşlarım tarafından azarlanırken; Al Pacino ve Michelle Pfeiffer’ın rol aldığı 'Frankie ve Johnny' filmindeki sözleri düşündüm: “Belki de deliyimdir ama yine de aşka inanmak istiyorum.”

Bizim durumumuzda, Türkiye’yi düşünürsek, birlikte durmaya ve umut etmeye devam edersek bu cümle bizim için anlamlı gibi duruyor. Ne olursa olsun...


*Ece Temelkuran'ın Guardian gazetesinin 'Opinion' bölümü için kaleme aldığı yazı, Gonca Tokyol tarafından T24 için Türkçeleştirilmiştir. 

**ABD'nin ilk siyah başkanı Barack Obama'nın 2008'deki seçim kampanyasında kullandığı "Yes we can" sloganı.