15 Ocak 2018 15:45
Adıyaman Üniversitesi’ndeki görevinden 672 sayılı KHK ile ihraç edilen, Hak ve Adalet Platformu üyesi, Sosyolog Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu, Hak ve Adalet Platformu tarafından 24 Eylül 2017-1 Aralık 2017 tarihleri arasında, internet yoluyla gerçekleştirilen ve OHAL'in yol açtığı mağduriyetlere mercek tutan araştırmayı değerlendirdi. Doç. Dr. Erzurumluoğlu, arştırmaya katılanların dindar muhafazakarların seslerini duymama eğiliminden duydukları üzüntüyü ifade etmesini, "Dindarlarımız kendi arkadaşları, komşuları hatta akrabalarının çığlıklarını duymuyor. Fakat Filistin’i, Arakan’ı, Mısır’ı rahatlıkla duyabiliyorlar. Çünkü oradaki idareciler zalim, bizimkiler ise adil. Olay bu" diyerek yorumladı.
Evrensel'den Serpil İlgün'ün soruların ıyanıtlayan Doç. Dr. Erzurumluoğlu'nun açıklaması şöyle:
İnternet üzerinden yaptığınız araştırma linkinin tıklanma sayısı 7 bin 550 olmasına rağmen soruların tamamını 2 bin 173 kişi yanıtlamış. 5 binden fazla katılımcının soruları tamamlamadan ayrılmayı tercih etmesi dikkat çekici. Neden vazgeçildiği konusundaki bulgularınız ne?
Biz de çok merak ettik ve sistemde veri analizleri yaptık. Kullandığımız sistem bütün kullanıcı bilgilerini kaydediyor. Yani kişi hangi noktada katılımı bırakmışsa onu görebiliyorduk. Kullanıcıların davranışlarının analizine baktığımızda karşımıza şu çıktı; hemen bir iki soruyu yanıtladıktan sonra vazgeçenlerin sayısı 2 bin 500 kişi, geriye kalan 4 bine yakın kişi bizim istediğimiz yani mağduriyetleri ile ilgili veya içinde bulundukları psikolojik sosyal durumla ilgili soruların tamamını yanıtlamış. Ancak iş OHAL’le ilgili toplumsal tutum (raporda algılar, yargılar olarak ifade ettik) sorularına gelince en az 2 bin kişi bu soruları cevaplandırma cesaretini kendinde bulamamış. Katılımcıların genel davranış ve tutumlarında anladığımız şu oldu; bu insanlar korkmuşlar.
Korkunun esasını mağduriyetin daha da artması çekincesi mi oluşturuyor?
Katılımcılar en çok cezaevlerindeki yakınları için korkuyor. Nitekim, raporumuzu yayınladıktan sonra da bulgularımızı doğrulayan itiraflar geldi. “Hocam ben araştırmanıza üç kez katılmayı denedim ama her seferinde belli bir noktaya gelince içerideki yakınıma zulmederler, koşullarını ağırlaştırırlar diye daha ileri gitmeye cesaret edemedim, özür diliyorum” diyenler oldu.
Bir polis memuru, raporumuzda da yer alan ifadesinde şunu söylüyordu: “Ben göreve başladığımda Kızılay Meydanı’ndaki bir protestoya gittiğimde oradaki Türkiye’nin ‘ötekileri’ ‘Susma sustukça sıra sana gelecek’ diyorlardı. Ben de içimden diyordum ki, ‘İşini doğru düzgün yaparsan, kimsenin de işine karışmazsan başına ne gelecek ki?’ Ama 21 yıl sonra sıra bana da geldi. İşimi yaptığım ve kimsenin işine karışmadığım halde. O açıdan tüm ötekileri çok iyi anlamaya başladım.” Aslında bu ifadeyi ilk sosyal medyadan görünce, rapora koyabilmek için kaynağını araştırmaya başlamıştım. “KHK’lılar Platformu” adlı platform karşıma çıktı. Ben de akademik disiplin gereği kaynak gösterebilmek için KHK’lılar Platformuyla iletişim kurdum. O esnada öğrendim ki sırf o grupta 26 bin üye varmış. Buna benzer nice gruplar var. Araştırmamızı o grupta da duyurduk. Fakat 26 bin üyesi olan KHK’lılar grubundan bile linkimizi tıklama cesaretini gösteren çok az olmuş. Bu da korkunun boyutlarını göstermesi açısından dikkat çekici.
Araştırmanız, iktidarın OHAL ve KHK rejimini savunurken kullandığı ‘OHAL’den halkın bir şikayeti yok, özgürlükler kısıtlanmadı, baskı artmadı’ şeklindeki argümanlarına da yanıtlar veriyor. Örneğin ‘OHAL’de dileyen herkes protesto eylemleri, basın açıklamalarına katılabilmektedir’ cümlesine katılımcıların yüzde 92’si katılmıyor. Yine ‘OHAL’de düşüncelerimi çekincesiz ifade edebiliyorum’ sorusu yüzde 88, ‘OHAL’de gözaltına alınma, tutuklanma korkusu duymadan evimde rahatça oturuyorum’ sorusuna yüzde 81 oranında hayır yanıtı verilmiş...
Kesinlikle. İktidarın propagandası kendi seçmen kitlesine yönelik. İktidarın bu propagandasını satın alacak Türkiye’de yüzde 35’lik bir kesim var. Neden satın alınıyor derseniz, bunlar iktidara sorgusuz biat etmiş kesimler olduğu için, iktidardan bir tehdit algılamıyorlar. İktidarın olağanüstü gücünden tehdit algılayan veya rahatsız olan, iktidarın biriktirdiği aşırı güçten hakları, özgürlükleri, iş güvencelerini tehlikede gören kesimler için bu propagandanın geçerliliği yok. İktidara biat eden kesimlerin klasik algısı şu; devlet hata yapmaz! Polis memuru örneğinde olduğu gibi, yani “Sen mutlaka bir şey yapmış olmalısın ki bu işler başına geldi” veya “İktidar neden seni işten attı da beni atmadı?” vs algısıyla hareket eden insanların iktidarla bir sorunu yok. Diğer yandan iktidara sorgulamadan itaat eden kesimlere KHK’larla sınırsız yetkiler de tanındı.
Nasıl?
Örneğin özellikle son 696 sayılı KHK’yla daha önce iktidarın kendini destekleyen kesimlere sözlü olarak verdiği sınırsız yetki, yasal hale getirildi. Sivillere cezasızlık ve o KHK’nın diğer pek çok maddesi, iktidarın ve taraftarların zihin altında yatan eylem tarzıyla ilgili tutumlarını açığa çıkardı. O kesimler kendilerini rahat ifade edebiliyorlar zaten. Onlar, iktidara olan sevdalarını veya tutkularını rahatlıkla ifade edebiliyorlar. Sıkıntı muhalif olan kesimlerin sıkıntısı. Oysa demokratik toplumlarda muhalif olanların da, taraftar olanlar kadar kendilerini serbestçe ifade etmeleri gerekiyor. Ama zaten otokratik, yani güce tapan, itaat eden veya onun himayesine sığınıp varlığını devam ettirmeye çalışan toplumlarda sorun güce itaat etmeyen kesimlerle ilgili oluyor.
Araştırmaya katılan mağdur ve mağdur yakınlarının büyük bölümü OHAL öncesinde meslek sahibi, sosyal ve ekonomik durumları iyi sayılabilecek kesimler. ‘Bir şey yapmışsındır ki bu işler başına geldi’ algısı, bu kesimler arasında nasıl oluyor da zayıflamıyor?
Buna bir de “Ülkede bu kadar zulüm varken nasıl oluyor da ülkenin yarısına yakın kısmı iktidar elitlerinin arkasında duruyorlar?” sorusunu ekleyelim. Bunun arkasında yatan temel algı şu aslında, iktidar çok ciddi bir şekilde dini söylemleri kullanarak kendisine meşruiyet alanı açtı. İktidar elitlerinde dindarlık algısı yayılıyor ama uygulamalara bakıldığı zaman genelleme yapmayayım ama önemli bir kısmı dinbazlık yapıyorlar, dindarlık değil. Söylemde dindar, eylemde dinbaz. Yani meşruiyetlerini dinden alırken, uygulamalarının referanslarını Makyavelizm’den alıyorlar, olay bu.
Geleneksel klasik İslami toplumda meşruiyete baktığımız zaman idareciye, imama, ülü’l-emre (başkan, toplum lideri vb gibi bazı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere) itaat edilmesi ve söylediklerine uyulmasını gerektiği inancı yaygındır. Daha eskiden de bu hakana, kağana, hana töre gereği itaat etmek şeklindeydi. Maalesef bizim gibi okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, aklını birilerine kiralamayı bir marifet sayan toplumlarda idareci bir bakıma tanrı yerine konuyor; tanrının kararları ve uygulamaları da tartışılamaz, hikmeti de sorgulanamaz.
İtaat bahsinde, Türkiye’deki sağ muhafazakâr geleneğin alageldiği devletçi pozisyonun payı için ne söylersiniz?
Kuşkusuz önemli bir payı var. Sağ gelenekte şöyle bir klasik ifade vardır, “Büyüklerimiz bizi bizden iyi bilirler ve hakkımızı verirler.” Sağ geleneğin klasik algısının özeti budur. Böyle olduğu için sağ gelenekteki insanlar örgütsüzdür. Büyüklerine karşı, yönetenlere karşı uyanık davranmazlar, yanlış yapabilecekleri vs konusunda kesinlikle bir farkındalık geliştirmezler. Öyle olunca da mağdur edildiklerinde örgütsüz olmanın, geçmişteki o teslimiyetçi davranışların sonucu olarak yalnız kalmalarının sıkıntısını çekerler. Kendimden örnek vereyim, daha önce sorulan “Neden Hak ve Adalet Platformu’na geldiniz” sorusunu cevaplarken şöyle demiştim: Önceden herhangi bir siyasi parti, dernek, sendika üyesi değildim, bir eyleme katılıp hapse atılsam beni kimse bilmediği için “Bayram Hocaya özgürlük” diyen de olmazdı! Hiç olmazsa kendimi bilimsel olarak da ifade edebileceğim ve de başımıza bir şey gelirse, “Bayram Hocaya özgürlük” diyebilecek insanların arasında bulunmak istedim, öyle geldim!
Araştırmanızdaki önemli başlıklardan biri de, kendilerini dindar, muhafazakar olarak tanımlayan mağdur ve mağdur yakınlarının yaşadığı haksızlık ve hukuksuzluklara yine kendilerini muhafazakar, dindar olarak tanımlayan kesimler tarafından gösterilen kayıtsızlık, hatta iktidarı haklı görme tutumu. Adalet çığlıklarını dindar muhafazakarların değil, sosyalist, demokrat, ateist, deistlerin duyduğunu belirtiyorlar... Tablo bu kadar göz önündeyken yaşanan zulüm nasıl tolere edilebiliyor?
İslam dininde gayri Müslimlerin, Hıristiyan ve Yahudilerin korunmuşluğu vardır, İslam onları korur ama Müslüman olup fasık/münafık/kafir/mürted sınıfına konulanları asla korumaz. Hatta bazı radikal yorumlar “onları öldürün” bile der. Günümüzde bu zihniyetin hafifletilmiş versiyonu olarak, Müslümanların kendi başlarındaki ulü’l-emr görülen bir idareciye (başkan, kumandan, reis vb gibi kimselere) itaat etmeyenlerin başlarının ezilmesi, bir solcuya veya bir gayri Müslime göre öncelikli hal alabilmektedir. Yani İslami camia önce kendi evinin içindeki muhalifleri baskı altına alıyor ki, sıra diğerlerine de gelebilsin.
Araştırmaya katılan mağdurlar, milliyetçi, dindar, muhafazakarların dünyanın başka yerlerindeki mağdur kardeşlerinin sesini duyarken, akrabaları, komşuları olan dindar muhafazakarların seslerini duymama eğiliminden duydukları üzüntü ve hayal kırıklığını da paylaşıyorlar...
Seslerini duymuyorlar çünkü onları İslami idareciye başkaldırmış isyankarlar olarak görüyorlar. Bunlar o nedenle işten atılmayı, tutuklanmayı, ezilmeyi de hak ediyor. Başlarında “dünyanın dört bir tarafındaki din kardeşlerini düşünen güzel bir idareci varken, hakkına razı olmayıp, böylesine adil ve merhametli bir idareciye nankörlük eden kesimler tabii olarak dayak yemeyi hak ediyorlar. O nedenle dindarlarımız kendi arkadaşları, komşuları hatta akrabalarının çığlıklarını duymuyor. Fakat Filistin’i, Arakan’ı, Mısır’ı rahatlıkla duyabiliyorlar. Çünkü oradaki idareciler zalim, bizimkiler ise adil. Olay bu.
Araştırmaya katılan mağdurlar ve mağdur yakınlarının en fazla yakındığı ve üzüntü duyduğu konuların başında seslerinin, çığlıklarının duyulmaması, tek başlarına kalmak, sahip çıkılmaması gibi hususlar geliyor. Bu da, altını çizdiğiniz dayanışma, örgütlü mücadelenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor...
Evet. Yine kendi üzerimden konuşayım, inşallah işime geri dönersem KESK üyesi olacağım. Çünkü bu süreçte haksızlıklar karşısındaki en mert mücadeleyi onlar verdiler. Bir sosyal demokrat şöyle diyordu; “Ben dün YÖK kapatılsın dediğimde dindarlar beni linç ediyorlardı. Bugün de siz dayağı yiyin, oh olsun.” Hayır, bu tepki artık verilmesin. Acıları, mağduriyetleri yarıştırmayalım. Birlikte mücadele edelim. Bunun yanlışlığı görüldü çünkü.
Hak ve Adalet Platformu gibi DİSK, KESK, TMMOB, Demokrasi İçin Birlik gibi çeşitli kurum, dernek, parti ve platformlar da OHAL’le karşı mücadele ediyor, kampanyalar yürütüyor. Ancak faaliyetleri birleştirme konusunda yaşanan sıkıntı aşılamıyor. Neden aşılamadığına dair sizin gözleminiz ne?
Maalesef ülkemizin genel sorunu. Herkes kendi adı ön planda olsun istiyor. Siyasi partiler de “Birleşelim” diyor. Tamam nasıl birleşelim? Bizim partide! Böyle olunca birleşme başarılamıyor. Herkes kendi kimliğini koruyarak birleşmeli. Hak ve Adalet Platformu olarak bizde dindarlar, deistler, solcular, Kürtler, Çerkezler yani her türlü etnik ve ideolojik grup var. Ama biz farklılıklarımızı ayrılma konusu yapmıyoruz. Hak ve adalet için ideolojide değil ideallerde birleştik. Ama şunu da ifade etmeliyim ki, bugün farklı kesimler düne göre daha fazla yan yana geliyor ve bu önemli. Direnme bütün baskılara rağmen sürüyor. Bunu da görmemiz gerekiyor.
FİTRE ZEKATLA GEÇİNİYORUZ
Araştırmaya katılanlar en çok hangi sıkıntıları yaşıyorlar?
En başta ekonomik sıkıntılar geliyor. Yüzde 97’si ekonomik sıkıntı içinde. Buna işsizlik de dahil tabii. İkinci sırada vurguladığımız gibi sosyal dışlanma, ötekileştirme var. Önemli bir kısım mağdurlar, ekonomik ve sosyal sorunlarını ailelerine sığınarak, ev, mahalle ya da şehir değiştirerek, kısaca görünmez hale gelerek atlatmaya çalışıyor. Bir kısmı çiftçilik, seyyar satıcılık, ev üreticiliği yaparak geçinmeye çalışıyor. Benim için en çarpıcı örneklerden biri şu olmuştu; bir mağdur “Fitre zekat alarak geçiniyoruz” demişti. Bu insan belki öğretmendi, memurdu ama bu pozisyona sokulmuş. Çok üzücü.
Üniversitedeki görevinizden ihraç edildikten sonra siz nasıl sorunlar yaşadınız?
Kendisini işkolik olarak tarifleyen bir insan olarak en büyük sıkıntım elbette işsizlik oldu. Kendimi zihinsel olarak canlı tutabilmek için geçmişte yarım kalan araştırmalarımı tamamlama gayretinde oldum. Sosyal medya üzerinden dünyayla ilişkimi koparmamaya çalıştım. En azından dirençli olmaya çaba gösterdim. Göstermeye de devam ediyorum.
Cumhurbaşkanı, geçtiğimiz hafta katıldığı Adalet Şurası’nda bir kez daha adaleti tesis etmenin önemine değindi ve Kuran’dan da referans vererek devleti yönetenlerin birinci vazifesinin adaleti sağlamak olduğunu belirtti. Bu tür vurguların, OHAL/KHK mağdurlarından biri olarak sizdeki yankısı nasıl?
Bu soruya resmi görüşümle yanıt vermek istiyorum. Biz sayın cumhurbaşkanımızın yanıltıldığını düşünüyoruz. Cumhurbaşkanımız eminim adaletlidir, merhametlidir, eminim vatandaşlarının tırnağı taşa değsin istemez, fakat zannediyorum etrafındakiler cumhurbaşkanımızın mağdurların sesini duymasını engelliyordur diye düşünüyorum!
Adalet meselesinde şu önemli sorun da yaşanıyor; ceza adaletinde iki türlü yargı anlayışı oluştu. Fail ve fiil adaleti. Fiil adaletinde, yargılamada sanığın fiillerine bakılır ve hukuka göre suç teşkil eden fiilleri varsa cezalandırılır, yoksa serbest bırakılır. Ölçü budur. Ama fail adaletinde kişinin zihin dünyası da sorgulanır. “Sen şu fiili şu amaçla yaptın değil mi?” İnsanların akıllarından, kalplerinden geçen niyet sorgulanarak suç yaratılır. Böyle bir yargı kimsenin menfaatine değildir, bunu koyanların dahil.
Araştırmaya katılanlar ikili hukuktan da yakınıyorlar. Klasik örnekten gidersek, Bank Asya’ya para yatırdığı için bir öğretmen işinden edilir, hatta tutuklanırken; yönetenlerin “kandırıldık” demelerinin yeterli olmasını izah edemediklerini söylüyorlar. Nitekim, geçtiğimiz hafta bir yüzbaşının “ben FETÖ’cüyüm diyerek kendini ihbar etmesine rağmen, itiraflarda bulunduğu gerekçesiyle serbest kalması hala tartışma konusu.
En tehlikeli şüpheliler itirafçı olmayanlar. Mağdur ifadelerinde de anlatılıyor, poliste, savcılıkta ve mahkemelerde hep şu pompalanıyor, “itirafçı ol az ceza al”, “itirafçı ol serbest kal.” Olmazsan buradan dışarı çıkamazsın. Öyle olunca bazı tutuklular veya bazı şüpheliler sırf içeride olmanın bunalımıyla, çünkü 10 kişilik yere 40 kişinin konulduğu, sürekli hakaretin, aşağılamanın olduğu bir ortamda daha fazla kalmamak için gidip birilerine iftira bile edebiliyor. Bu yüzden çok fazla mağdur edilenler var. Yine raporumuzda yer verdiğimiz şu tür örneklerin yüzlercesi, binlercesi var ve yaşanıyor; bir itirafçı, bir şahsın içeri alınmasına sebep olmuş, ama mahkemede onu teşhis bile edemiyor. Peki neden ihbar ettiniz? İçerden çıkmak veya içeriye girmekten kurtulmak için.
ELLERİNDE BÜTÜN GÜVENLİK AYGITLARI OLANLAR HESAP SORAN POZİSYONUNDA
Meseleye sadece bu yönüyle ele almak, bütün bunların zeminini hazırlayanların, “ne istedilerse verenlerin sorumluluğu” sorusunu etkisizleştirmiyor mu?
Kesinlikle. Şöyle söylemek istiyorum eğer FETÖ’nün bir zamanlar ki ortaklarını Allah affedebiliyorsa, bütün hukuk, istihbarat, güvenlik mekanizmaları ellerinde olanlar yanıltılabiliyorsa, sıradan vatandaşın bin sefer yanıltılma, kandırılma hakkı vardır. Ama ne ilginç ki, çok rahat kandırılabilecek olan sıradan vatandaşa hesap soruluyor. Bütün istihbarat, güvenlik mekanizmaları ellerinde olanlar hesap soran pozisyonunda. Bu hakikaten ciddi bir çelişki.
Şu da var; “devletin güvenliğine” karşı suç işlemiş olanlar hapishaneleri doldururken vatandaşın can mal ve ırz güvenliğine karşı suç işlemiş olanlar büyük oranda hapishanelerden çıkarıldı. Tecavüzcüler, sapıklar, katiller infaz kanunundan yararlanıp serbest bırakıldılar, onlar siyasi elitlere tehdit oluşturmuyorlar ama sıradan vatandaş için ciddi tehdit oluşturmaya başladılar. Bu nedenle gerçek adaletin bir an önce ülkeye dönmesi lazım.
DİNDAR GÖRÜNMEK, GÜÇ DEVŞİRMEK İÇİN ARAÇ HALİNE GELDİ
Bir sosyolog olarak kadınlara ve çocuklara yönelik artan şiddet ve istismar olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Son dönemde daha da artan öğretmeninden, din alimine, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan çeşitli tarikat liderine, şeriat düzenini çağrıştıran ifadelerin yoğunluk kazanmasına, dinin gündelik hayata daha fazla nüfuz ettirilmesine yorumunuz ne? İslami terminolojideki “dindar olmayan ahlaklı olmaz” fikriyatının daha fazla dile getiriliyor olmasının sizdeki okuması nasıl?
Dindarlarımız dindar olunca ahlaka ihtiyaç olmadığını zannediyorlar. Oysa İslam’da din, güzel ahlaktır ve insanlara yardım etmektir. Hatta sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara yardım etmektir. Fakat günümüz dindarlarının maalesef ahlakı şekilcilik oldu. İslam toplumsal ahlaklı olmayı emrediyor. İnsanlara zarar vermemek, adil olmak toplumsal ahlaktır. Peygamberin tarifine göre Müslüman budur. Öte yandan bugün dindar görünmek, güç devşirmek için araç haline geldi. Öyle olunca şekil Müslümanlığı ön planda. Dindar görünerek makam, para veya sosyal statü açısından yükselmek için iktidar elitlerinin hoşuna gidecek söylemlerde bulunuyorlar. Belki gerçekte böyle düşünmüyorlardır, onu da belirtelim. Dindar görünenlerin çoğu aslında ikili bir hayat yaşıyorlar. Topluma “aman annenizin diz kapağını görmeyin” veya “üç yaşında beş yaşındaki kızınızın başını örtün” derken, kendileri kapalı kapılar arkasında ikinci, üçüncü hanımı alabiliyor. Hepsi için değil tabii ama dindar görünenler bu yanlarını görmememiz, duymamız için bu tür maskeleri çok iyi kullanıyorlar.
© Tüm hakları saklıdır.