Gündem

İşte “Deprem vergileri nerede” sorusunun yanıtı

Doç. Murat Batı: 2006 tarihli yasa ile uygulanmaya başlanan “adem-i tahsis” ilkesi paranın nereye harcandığının takibini engelliyor

28 Eylül 2019 17:47

Doç. Dr. Murat Batı*

Geçenlerde İstanbul ve çevresinde yaşanan 5,8’lik depremin ardından yine “aynı soru” gündeme geldi. Tıpkı Van depremi ve akabinde yaşanan diğer depremlerde olduğu gibi. “Deprem vergisinden toplanan vergiler nerede?” sorusu. Bu soruyu sormak vatandaş olarak elbette hakkımız. Ancak sorunun sorulmasından ziyade verilecek cevap teknik ve hukuki olarak çok doğru olmasına karşın insanları pek tatmin edecek düzeyde olmamaktadır/olmayacaktır da. Daha doğrusu ne cevap verirseniz verin teknik, hukuki ve mali bilgiden yoksunluk bırakın cevaba inanmayı vatandaşın tepkisini daha da artıracaktır. Yani bu soruyu sormakta herkes haklı ama verilecek cevap/cevaplar maalesef doğru olmasına rağmen inandırıcılığı vatandaş nezdinde oldukça zayıf. Nasıl oluyor bu derseniz? Konuyu olabildiğince anlaşılır halde anlatayım.

Nedir bu deprem vergisi?

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin ardından ortaya çıkan bütçe açığını kapatmak için 26 Kasım 1999 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı Kanun ile yeni vergiler getirildi. Bunların içinde tek sefer alınması planlanan ve bizim de “deprem vergisi” olarak bildiğimiz “özel iletişim vergisi” getirildi. Bir sefer alınması planlanan özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5228 sayılı Kanun ile 6102 sayılı Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi. Bir yıl için getirilen özel iletişim vergisi bugün itibariyle 20 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep telefonu ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu tv yayınları ve internet hizmeti faturalarından %7,5 oranında alınmaktadır. 2019 Ağustos sonu itibariyle 65.952.309.000 (65 Milyar 952 milyon 309 bin) TL özel iletişim vergisi tahsil edilmiştir. Doğal olarak yurttaşlarımız nerede bu para, neden depreme harcanmıyor? diye tepkiler verebilmektedir. Tepki olarak çok da haksız sayılmazlar ama hukuki ve mali yönden pek haklı olduklarını söyleyemem. Nasıl mı? Devam edelim.

“Nerede bu paralar?” sorusunu soramamamızın hukuki gerekçesi nedir?

Devlet bütçesinin yapısını, muhasebeleştirilmesini, denetimini, raporlanmasını vs. oluşturan 1 Ocak 2006 tarihinde uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesinde “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır.” ilkesine yer verilmiştir. Bu, maliye literatüründe “adem-i tahsis” ilkesi olarak da adlandırılır. 5018 sayılı Kanun’un 1 sayılı cetvelinde yer alan “Genel Bütçeye” doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın “bütçe kanununun” izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir. Örneğin İstanbul’da yaşayanlardan alınan KDV yine İstanbul halkına harcanacak diye bir kaidenin olmaması demektir. Ya da ücretlerden alınan gelir vergisinin illaki ücretlilere harcanacak diye bir zorunluluğun olmaması demektir. Adem-i tahsis ilkesi gereği toplanan “vergiler” havuza aktarılar oradan da yine kamunun ihtiyaçları doğrultusunda farklı illerde ve farklı alanlara harcanabilmektedir. Adem-i tahsis kuralı sadece 5018 sayılı Kanun’un 1 sayılı cetvelinde bulunan Genel Bütçeli idareler için geçerlidir. Yani bu idarelerin elde ettikleri gelirler için geçerlidir. Diğer kurumlar için geçerli değildir. Örneğin devlet üniversiteleri gibi Özel Bütçeli kuruluşlar (II sayılı cetvel), BDDK, SPK gibi Düzenleyici Denetleyici kurumlar (III sayılı cetvel) ve SGK ve İş Kurumu gibi (IV sayılı cetvel) kurumlar için geçerli değildir. Yani bu kuruluşlar tahsil ettikleri paraları tahsil ettiği alana harcayabilirler. Örneğin Ondokuz Mayıs Üniversitesi, öğrencilerinden aldığı katkı payını yine öğrencilerinin üniversitedeki kütüphane gibi çeşitli ihtiyaçları için harcayabilir. Bunun önünde herhangi bir hukuki engel bulunmamaktadır.

İşte tam da bu noktada “genel bütçeye gelir kaydedilen” ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir. Bu nedenle toplanan vergiler havuza oradan da başka yer ve hizmetler için harcanmak üzere başka yere gönderilmesi gerekmektedir. Bu nedenle özel iletişim vergisi namı diğer deprem vergisi “vergi” olarak kaldığı sürece maalesef bu tarz soruları sormaya devam edeceğiz. O yüzden doğru ve yerinde muhalefet/eleştiri çözümü de beraberinde getirir.

Çözüm nedir?

Bilindiği üzere İş Kanunu’na tabi çalışanlar çalıştıkları süre boyunca maaşlarından bir miktar “işsizlik primi” kesilmekte ve bu prim, 5018 sayılı Kanun’un 4 sayılı cetvelinde bulunan kurumların altında bir “İşsizlik Fonu’na” aktarılmaktadır. Daha sonra çalışanlar işsiz vs kaldıkları durumda bu fondan kendilerine belli bir dönem maaş ödemesi yapılmaktadır. Yani adem-i tahsis kuralı işlememektedir.

Tam da bu noktada bu gibi sorunları yok etmek adına deprem vergisini bir deprem fonuna dönüştürüp I sayılı cetvel dışında bir kuruluşa bağlayıp esas amacı olan depremin zararını telafi için kullanılması mümkündür. Aksi takdirde gerek muhalefet ve yurttaşlarımız her seferinde bu soruyu tekrardan sorup tekrardan “bu bir vergidir ve adem-i tahsis kuralı gereği yola, köprüye, hastaneye vs. harcandı bu paralar” cevabıyla hukuki gerekçeden yoksun bir soru sorduklarını fark edeceklerdir. “Ama İşsizlik fonundaki paralar da başka yerde kullanıldı hocam, Bakan Albayrak dedi geçen gün” dediğinizi de duyar gibiyim. Bu yönüyle de siz haklısınız. Bunu da ayrı bir yazı konusu yapalım.

Hal vaziyet bu iken özel iletişim vergisi “deprem vergisi” olarak kaldığı sürece bu sorular yasal dayanaktan yoksun şekilde çözümsüz kalacaktır. Tıpkı bir dipsiz kuyuya taş atmak gibi bir şey bu. Ya da suya yazı yazmak gibi. Doğru muhalefet/eleştiri çözüm getirir. Aksi durumda itibar kaybettirir.


* Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ali Fuad Başgil Hukuk Fakültesi Mali Hukuk Ana Bilim Dalı Başkanı