Gündem

Deniz Özdemir ve Eren Aysan babalarını yazdı

Siyasi cinayetlerde ölen gazetecilerin ve aydınların kızları babaları için neler yaşadıklarını anlattı.

30 Ocak 2012 02:00

T24 - Siyasi cinayetlerde ölen gazetecilerin ve aydınların kızları babaları için neler yaşadıklarını anlattı. Akın Özdemir'ın kızı Deniz Özdemir ve Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan, Cumhuriyet'te yayımlanan yazı dizisinin üçüncü bölümü için yazdı.



Selda Güneysu'nun hazırladığı "Kızımdan bana bir demet çiçek" yazı dizisinin ikinci bölümü şöyle:


Özge Mumcu ve Filiz Ali babaları için yazdı...


Dolunay Kışlalı Uluç ve Zeynep Altıok Akatlı babaları için yazdı...



Deniz, babası Akın Özdemir'in 'ölüm gelirse hoi geldi sefa geldi' dediğini hatırlatıyor

Babam öldü, bir ülke kör oldu


Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum. Yıkadılar, aldılar, götürdüler. Babamdan ummazdım bunu kör oldum. C. Süreya


Babam öldüğü zaman ben 5 yaşındaydım. Ne tehdit aldığı günlerde, “Faşizm kabadayılık olsun diye can almıyor. Sermayenin iktidarı bir günde kurulmadı ülkede. Ama sermaye iktidarına karşı yıllarca kimse ağzını açıp pek bir şey de söylemiyordu. Ama yaşadığımız son 8-10 yıl içerisinde ezilenler, sömürülenler bir şeylerin farkına varmaya başladı. Onun için de sermaye, komandolarını sokağa saldı. Emekten yana sendikacı mısın, öleceksin, bir demokratik kitle örgütünün lideri misin, öleceksin, köylüleri örgütlüyor musun, öleceksin. Eh bizim de kendimize göre bir yerimiz var bu kavganın içinde, ölüm bu yüzden gelecekse, hoş geldi sefa geldi” dediğini biliyordum; ne de Adana’nın en işlek caddesinde öldürüldüğü zaman, insanların korkudan değil görgü tanığı olmaktan, hastaneye götürmek için yardıma gelmekten korktuklarının farkındaydım. Babamla ilgili ilk anım, ölümünün birinci yılında mezarlığa onu anmaya giderken yakama takılan fotoğrafı oldu. Sonraki yıllarda o fotoğraf ve 18 Aralık’larda hiç aksamayan anmalar oluşturdu benim babamla ilgili anılarımın çoğunu. Babam, “Ben mücadelem uğruna ölebilirim, ama çocuklarım benden utanç duymayacak mutlu bir gelecek için savaşmadı diye” dermiş. Sonuçta bana kalan -mişli geçmiş zamanlı- anılar ve bir garip buruk gurur oldu.



Ne acı...


Aklımın bir şeylere erdiği günden beri her cesur aydın için endişelenir oldum. Agos gazetesi önünde bir güruh “Bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde Hrant Dink’i tehdit ettikleri günden sonra yaşananlar, benim için, bizim daha önce içinde yer aldığımız filmin yeniden çevriminden başkası değildi. Ben babamın kimler tarafından öldürülmesine karar verildiği, tetikçilerin silahı kimlerden edinip nasıl bir organizasyonla kaçtığını, zaten suçsuz bulunacağını bilmenin rahatlığıyla adam öldürdüklerini sonra öğrendim. Sonra mahkeme tutanaklarından öğrendim 3 tetikçiden birinin yargılanıp “beraat” ettiğini. Onun içindir ne Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü zaman sokağın yıkanıp her türlü delilden arındırılması şaşırttı beni ne de Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından apar topar herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı bulunmadığını söyleyen (y)etkililer. Faili meçhul cinayetler diye kısacık, bir çırpıda söyleyip geçiverdiğimiz ve günlük hayatta aklımıza bile getirmek istemediğimiz bir organizasyonla, bu topluma karşılığında hiçbir şey beklemeden, koşulsuz kendini adayan cesur, özverili ve daha iyi bir Türkiye’yi dönüştürebilecek donanımdaki insanlar öldürüldü. Bu insanlar yaşasaydı her açıdan yaşanır bir ülke olabilirdi Türkiye. İnsanların insanca yaşadığı, insanca yaşlandığı, daha mutlu olduğu adil ve özgür bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Bu ihtimal çalındı bizlerden. Hep hayıflandım bunun için. Babam öldü, benim bir gözüm kör oldu. Ama bu ülkenin yaşamı çalınan aydınları ile geleceği kör oldu. Ne acı.



Behçet Aysan'ın kızı Eren: Hep kötüler kazandı


Kabul edin yenildik biz


Babamın ölümünden sonra kalbimi ne yana yaslayacağımı bilemedim. 2 Temmuz 1993, yalnızca hayata bakışa dair bir başlangıç getirmedi bana. Sonun nasıl bir şey olduğunu bütün karamsarlığıyla, arsızlığıyla sundu.


Onun yaşamımdan koparılışını bir televizyon ekranından izlemeye mahkûm edildim. Bağırışlar, çağırışlar ortasında. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak”, “Kahrolsun laiklik”, “Yaşasın şeriat” çığlığı arasında. Bir ruh doktoru olduğu için yaşamında tedavi etmeye koşul ve zaman bulamadığı hastalarınca öldürüldüğüne inandım. Bu düşünce de huzur getirmedi bana. Umutsuzluğum gün geçtikçe arttı. Çünkü hep kötüler kazandı.



Oysa o, kravat bağlamasını bile bilmezdi


Şimdi Ankara’nın dar sokaklarında babamın elinden tutup hoplaya zıplaya yürüdüğüm günleri düşünüyorum. Onu hep gündüzleri maviye çalan hastane koridorlarında, İnkılap Sokak’taki muayenehanesinde, akşamları Express’te, Tavukçu’da, Kumsal’da, kimi geceler Marjinal, Siyah Beyaz ya da Nostalji’de gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Yanında dostlarıyla… Zihnimdeki fotoğrafta Ahmet Say, Ahmet Erhan, Ahmet Telli, Adnan Azar’la oturuyor. Davudi sesiyle gürül gürül konuşuyor. Babamın sorumluluk duygusu güçlüydü ama kurallara boyun eğmeyi sevmeyen bir kişiliği vardı. İstanbul’daki Abdi İpekçi ödül törenine boğazlı kazakla gittiği için, Atina’ya gitmeden hemen önce “Lütfen yanınızda kravat bulundurunuz” telgrafını almıştı! Oysa kravat bağlamasını bile bilmezdi. Dürüsttü, yola çıkılacak adamdı ama sonda söyleyeceğini en başta söylediği için tartışmaya balıklama dalardı. Yumuşacıktı, bir anda sertleşirdi. Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Mazlumun yanındaydı. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde hastaneye kan revan cezaevinden getirilen bir kızcağızın durumuna sinirlendiği için yanındaki jandarmayı tokatlamış, bu nedenle soruşturma geçirmişti. Bir süre İzmit’e sürgün edildi. Geçenlerde elime 12 Mart sonrasında mahkemede yaptığı savunması geçti. Vay güzel ülkem dedim, şiir yazdığı için insanların kolayca içeri tıkıldığı günleri nasıl da yaşamışız.