Gündem

Demirtaş: Türkçe'yi dayak yiye yiye öğrendim

Osman Baydemir, hayatı boyunca yaşadığı dil sıkıntısını, İHD dönemini ve 80 darbesini anlattı.

16 Aralık 2010 02:00

T24- Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, ilkokulda Türkçe'yi dayak yiyerek öğrendiğini, şimdi oğlu Mîr Zanyar'ın kreşe gittikten sonra Kürtçe konuşmayı reddettiğini söyledi. Oğluyla diyaloglarının kesildiğini ifade eden Baydemir, anadilde eğitim hakkını savunurken Diyarbakır belediyesi adına kürtçe tebrik kartı bastırdığı için yolsuzlukla yargılanmasını "İlkokulda tokatla boğuşurken, şimdi de yargıyla boğuşuyorum" diyerek anlattı. 



Radikal gazetesinin Savaşma Konuş kampanyası için Ertuğrul Mavioğlu'nun yaptığı söyleşi (16 Aralık 2010) şöyle:



Bir insanın çocuğuna kendi dilini öğretememesi çok acı olmalı. Osman Baydemir, 3.5 yaşına kadar evde sürekli Kürtçe sohbet ettiği oğlu Mîr Zanyar’ın kreşe gitmeye başladıktan sonra bu dili konuşmayı nasıl bir anda reddettiğini yüzü gerilerek anlatıyor. Kürt bir babayla oğlu arasında diyalogların bir anda bıçakla kesilir gibi kopmasının ardında ‘anadil’ hoyratlığının yattığına hiç kuşku yok. Bu hikâye, Baydemir’in handiyse bebelikten kurtulunca hevesle başladığı okulda, daha ilk günden yaşadığı hayal kırıklığının başka bir versiyonu:


“Okula 5.5 yaşında başladım. Tek kelime Türkçe bilmediğim gibi Kürtçe dışında bir dilin varlığından da haberdar değildim. Ağabeyim Emin benden bir yaş büyüktü. Onu okula kaydettirmeye götüreceklerdi. Çok kıskandım ağlamaya başladım: O giderse ben de giderim. Onun kalemi, defteri, önlüğü olacak. Benim de olmalı. Köyümüzde okul yoktu. Bu nedenle Diyarbakır’a 11 kilometre uzaklıktaki diğer köye gittik. Okula vardığımızda ağlamama, sızlanmama dayanamayıp beni de okula kaydettiler.


Okulun ilk günü sınıfın kapısına geldiğimde, zemini gördüm. Mozaik kaplı ve tertemizdi. Bizde içeriye ayakkabıyla girilmez. Ayağımdaki kara lastiği çıkardım. Gün boyu tarlada koşturduğumuz için ayaklarım paramparçaydı. Öğretmeni gördüm. O kadar şıktı ki. İnanılmaz derecede güzel kokuyordu. İçimden, ‘Keşke benim annem bu olsaydı’ dedim.



Öğretmen bir şeyler anlatmaya başladı. Tek kelime anlamıyorum ama o devam ediyordu. Sonunda elimden tuttu, kapının önüne getirdi ve kara lastikleri işaret etti. Anladım ne demek istediğini, giydim. Bana bir yer gösterdi. Oturdum. Sonra izlemeye başladım. Konuşmaya devam etti. Tahtaya bir şeyler çiziyor ve sürekli anlatıyor. Ben tabii bir kelime bile anlamadığım gibi, dersteyken düşünmeye de başladım: ‘Neden geldim, ne işim var burada?’ Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.



Yusuf Osman’a tokat at!



Kış aylarında okulda kömür sobası yakılırdı. Soba, carut dediğimiz soba kürekleri ya da şişle karıştırılırdı. Öğretmen parmaklarımızı birleştirmemizi ister ve carut ya da şişle parmak uçlarımıza vururdu. Yazın vursa o kadar acımaz ama kışın soğuk olduğu için inanılmaz acı verirdi. O yıllara dair hiç unutmadığım bir anım var: Bizim zamanımızda birleştirilmiş sınıf uygulaması vardı. O yüzden ağabeyimle aynı sınıftaydık. Öğretmen ağabeyimi tahtaya kaldırdı. Bir cümle verdi. Cümlenin içinde ‘Muzaffer’ ismi geçiyordu. Ağabeyim cümleyi tahtaya yazarken ‘Muzaffer’de tek ‘f’ kullandı.



Öğretmen ‘Osman gel, sen doğrusunu yaz’ dedi bana. Kalktım, ‘Muzaffer’i iki ‘f’ ile yazdım tahtaya. Öğretmen döndü bana ve ‘Emin’e tokat at’ dedi. ‘Atmam’ dedim. ‘Atacaksın’, ‘Atmam’ derken, öğretmen yüzüme bir tokat attı. Aslında birbirimize sürekli vururduk evde. Ama topluluğun önünde, benden bir yaş bile büyük olsa ağabeyime tokat atmam mümkün değil. Çok ayıp bir şeydir. Derken öğretmen sınıftan Yusuf isimli bir arkadaşımızı çağırdı. ‘Yusuf Osman’a tokat at’ dedi. Yusuf bir yapıştırdı bana hırsla. Öğretmen bu kez bana döndü, ‘Yusuf’a tokat at’ dedi. Ben de durur muyum, Yusuf’a vurdum. Sonra birkaç kez daha tekrarladı öğretmen bunu. Çocukluğumda yaşadığım en onur kırıcı davranışlardan biri olarak hafızamda yer etti o gün. Nihayetinde bilmediğimiz bir dil öğrenmeye çalışıyoruz. Kısacası, ortaokul son sınıfa kadar Türkçeye vakıf olamamanın sıkıntısını çok çektim. Tabiri caizse dayak yiye yiye Türkçeyi öğrendim.



Bu durum ortaokul yıllarında da devam etti. Fen Bilgisi öğretmenimiz çok disiplinli ve konusuna hâkimdi. Bir gün kendisiyle kurduğum diyalogda, ‘Öğretmenim sen’ diye hitap ettim. Soruma yanıt vermek yerine yanıma geldi, kulağımı tuttu hafifçe, incitmeden. ‘Osman’ dedi, ‘öğretmene hitap ederken siz diyeceksin.’ ‘Peki’ dedim ama neden böyle bir şey söylediğini anlamadım. Gramatik olarak bir kişiye hitap ederken ‘sen’ denilir. Böyle öğrenmişiz. ‘Sen’ tekildir, tekil olana ‘sen’ dersin. Hocanın benden istediği gramatik kurallara aykırı. Türkçeye göre, ‘siz’ demem için birden fazla kişi olması lazım karşımda. Sonra aradan bir süre geçti, bu konuşmayı unuttum. Yine bir gün derste hocaya ‘sen’ diye hitap edince, hiçbir şey söylemeden gelip suratıma okkalı bir tokat yapıştırdı ve dönüp ‘bir daha öğretmene siz diye hitap etmeyi unutmazsın’ dedi.



Kürtçe yolsuzluk!



Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı oldum ve altı yıldır da bu görevdeyim. Şu anda Kürtçeden dolayı bana tokat atmıyorlar ama hakkımda belediye başkanlığı döneminde açılan dava ve soruşturmaların yüzde 70’i Kürtçe kullanımından kaynaklı. Kürtçe tebrik kartı göndermek bile suç. Açılan soruşturmaların bir kısmı da belediyenin parasını kötüye kullanmaktan. Ne yapmışım? Belediye parasıyla Kürtçe tebrik kartı bastırmışım. Buna yolsuzluk soruşturması açıyorlar. Ne kadar onur kırıcı. Aşağılıyorlar dilimi. İlkokulda tokatla boğuşurken, şimdi de yargıyla boğuşuyorum.



Bölmeyecek ama ölecek



40 yaşındayım, 17 yılını şu veya bu şekilde bu sürecin içinde geçirmiş bir insanım. İki çocuğum var. Mîr Zanyar dört buçuk yaşında, Ranya iki yaşında. Çocuklar insanın yaşamına başka bir sayfa açıyor. İnsan kendinden vazgeçip, kendini çocuklarına adıyor. Benim en büyük çelişkim, 20 yıl boyunca mücadele vereceksin ama kendi çocuğuna dilini öğretemeyeceksin. Ben şu anda böyle bir süreci yaşıyorum. Zanyar 3.5 yaşına kadar benimle Kürtçe sohbet ederdi. Sonra onu kreşe gönderdik. Çocuk kreşe gittikten dört beş ay sonra artık Kürtçe konuşmamaya başladı. Şu anda ben Zanyar ile Kürtçe konuşuyorum, o bana Türkçe cevap veriyor. 17 yıla bakıyorum, evladıma dilini öğretemiyorum. Bunu Türk halkının anlamasını rica ediyorum. Siz olsanız nasıl bir duygu yaşarsınız? Eğer okulda da bu dili öğretemezsek, Zanyar’ın yaşındaki hiçbir çocuk bu dili konuşmayacak. Bu dil bölecek denilirken aslında ölecek.



Kadınlardan öğrendim


1995-2002 İHD yılları benim ikinci üniversitemdir. İnsan yaşamının kutsallığı, insan onurunun en az yaşam hakkı kadar kutsal olduğu gerçeği benim bir nevi siyasi kişiliğimi oluşturdu. Özgürlük uğruna verdiğin mücadelede kendi yaşamından vazgeçebilirsin, ama hiçbir ideal uğruna başkasının yaşamına kastetmem. Bu benim düsturum oldu. Benim insan hakları mücadelesi içinde en büyük öğretmenlerim anneler ve kadınlar oldu. Gözaltında evladını yitiren Kürt anneleri, askerde oğlunu yitiren Kürt anneleri, cezaevinde oğlunu yitiren Kürt anneleriydi öğretmenlerim. Bir tek Kürt annesi tanımadım ki intikam istesin. Hepsine annem kadar değer veriyorum. Onlar da beni evlatları gibi görürler.



Ama aynı zamanda ben, bütün bu annelere kendimi borçlu hissettim. Ve 1 Eylül 2009’da, 150 bin kişiye, “Kürt halkının bir evladı olarak, bundan böyle bir askere gelecek kurşun, önce bana gelsin” diye seslendim. Kurşunun bana değmesiyle, Yozgatlı, İstanbullu bir ere değmesi, Hakkârili, Şırnaklı gerillaya değmesi arasında fark yok. Sadece anneler değil, orada bulunan bütün insanlar tereddütsüz alkışladılar. Ne yazık ki, batıya bu gerçeği veremiyoruz.




 

Bir 12 Eylül dramı



1980 darbe sürecini hatırlıyorum. O zaman 9 yaşında bir çocuktum. Köye cemseler geldi. Herkesi bender dediğimiz, harmanın yapıldığı meydana topladılar. Kadın ve çocuklarla erkekleri ayırdılar. Sonra erkekleri de ikiye ayırdılar ve orta yaşlıları gençlerin sırtlarına bindirdiler. Bu şekilde meydanda tur attırdılar. O esnada tamamının başları, ağızlarını kapatacak şekilde tülbentle örtülü kadınlar, ellerini göğüslerinde birleştirmişler donuk bir ifadeyle kocalarına bakıyorlardı. Kadınların gözlerinden yaş aktığını gördüm. Ama bu yaşananlar bana ve yaşıtım çocuklara çok komik geliyordu.


 
Bir kısım insanın sırtında başka insanlar var. Komik bir durum. Ağlamakla gülmek arasında gidip geliyordum. Ağlamalı mıyım, gülmeli miyim? ‘Sergo’ deriz hayvan gübrelerinin toplandığı yere. Askerler emir verdi, sırtlarında yaşlıları taşıyanlar, hayvan gübrelerinin içine girdiler. Bir yandan orada duruyorlar, bir yandan birbirlerine tezek sürüyorlardı. O zaman ben de ağladım. Köydeki silahları teslim etmeleri isteniyordu. İlk defa o gün düşündüm, ‘bunlar kötü şeyler yapıyorlar’ diye...



Yaşlı bir adam ağlarsa...



Ben ortaokul yıllarındayken ailem ekonomik olarak çok büyük sıkıntı içindeydi. Bir yıl, kış ayının tam ortasında değirmene gönderecek buğdayımız bile kalmadı. Buğday yoksa un olmaz, un yoksa ekmek olmaz. Babam çok gururlu bir insandı. Kimseden hiçbir şey istemezdi. Annem çaresiz, babamın Mustafa adındaki bir dostuna gizlice haber göndermiş: “Buğdayımız bitti ama Mehmet gurur yapıyor, kimseyle paylaşmıyor.” Bir gün traktör dolusu buğday geldi. Mustafa amca, “Mehmet” dedi; “benim ambarım su alıyor, bu buğdaylar sende kalsın. Önümüzdeki yaz, ürününü kaldırdığında bana iade edersin.”



Babam hiç bozuntuya vermedi. Hasat zamanında iade edeceğini söyledi. Mustafa Amca gittikten sonra, ilk defa babamın ağladığını gördüm. Kahvesini içerken ağlıyordu. O zamandan sonra, ne zaman yaşlı bir erkeği ağlıyor görsem, kendimi tutamıyorum. Dayanamıyorum, ben de ağlamaya başlıyorum.