Gündem

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı: Erdoğan'ın aklında başkanlık için bir model yok

Mehmet Uçum: Sistem krizi Cumhurbaşkanı sayesinde çıkmıyor

15 Şubat 2016 11:14

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili olarak, "Sayın Cumhurbaşkanımızın aklında bir model yok. Cumhurbaşkanlığı ekibi de bir teklif taslağı üzerine çalışmıyor. Yapılmaya çalışılan şey yeni anayasa ve başkanlık sistemi konusunda objektif bir tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunmak. Bu amaçla fikriyat oluşturma çalışmaları yapılıyor" dedi.

Uçum, yeni anayasa ve başkanlık sisteminin birlikte tartışılması gerektiğini savunarak "Mevcut sistemde cumhurbaşkanlığı pozisyonu 12 Eylül darbeci zihniyeti tarafından halkın iradesine karşı bir vesayet makamı oluşturduğundan çok geniş yetkilerle donatılmıştır. Ancak vesayetçi zihniyet sahipleri bir gün bu pozisyona halkın el koyacağını hesaba katamadıkları için şu anda bu geniş yetkileri kullanma imkânına sahip halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı vardır" dedi. Star'dan Fadime Özkan'a konuşan Mehmet Uçum, "Ancak Sayın Cumhurbaşkanı bu yetkileri demokratik teamüllere, milli egemenlik prensibine uygun olarak kullandığı için şu anda sistem krizi açığa çıkmamaktadır" görüşünü dile getirdi.

Fadime Özkan'ın Mehmet Uçum'la yaptığı söyleşi şöyle:

Başkanlık tartışmasında belki de en sık tekrarlanan argümanlardan biri “parlamenter sistemin nesi var” sorusu. Evet, Türkiye mevcut sistemle yoluna devam edemez mi? Niye edemesin?

Türkiye’nin mevcut sistemi, hukuken kriz üretecek bir yapı. 1982 Anayasası’yla tahkim edilmiş bu sistemde, toplum karşıtı devlet ve hukuk düzeni Türkiye toplumunun seçimler yoluyla yaptığı siyasi müdahalesiyle büyük ölçüde deforme edilmiş durumda.

Devlet içinde demokratik bir merkez oluştu ama devlet henüz demokratik bir devlet olmadı.

Neden?

Demokratik merkezin başında halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı var. 1 Kasım 2015 tarihinde güçlü çoğunluğa dayalı tek parti hükümeti, devlet içindeki demokratik merkezin bir parçası. Meclis, hükümet partisinin etkileyebildiği ölçüde demokratik pratikler üreterek demokratik merkezin bir yapısı olmaya çalışıyor.

Yargıda ise, demokrasi ve adalet inancı güçlü olan yargıç, savcı ve avukatlarla demokratik bir yargı yaklaşımı ortaya konulmaya çalışılıyor. Ancak devletin bir bütün olarak içinde hareket ettiği anayasal ve yasal çerçeve dışlayıcı ve baskıcı bir ideolojik zihniyete sahip. Kapalı devre bürokratik yapılar demokratik iradenin hayata geçirilmesinde bin bir güçlük çıkarıyor. Her ne kadar son 14 yılda bürokratik kurumsal vesayet geriletildiyse de tamamen tasfiye edildiği söylenemez.  Çünkü bu anayasal ve yasal çerçeve devam ettiği sürece, bu tasfiye tam olarak gerçekleşemez. Bu nedenle en büyük vesayet, mevzuata dayalı vesayettir, mevzuat vesayetidir. 12 Eylül’ün darbeci ve faşist zihniyetinin ürettiği 82 Anayasası’nın kural vesayetidir. İşte böyle bir sistemde Türkiye’nin devam etmesi mümkün değildir.

 

Yeni anayasa ve başkanlık iç içe

 

Yeni anayasa ihtiyacı ve geçen dönem TBMM’den bir anayasanın yazılamaması nedeniyle anayasa ve başkanlık tartışmaları bir kez daha yan yana geldi ve aslında birbirlerini boğuluyorlar. Dezavantaj mıdır bu durum yoksa zaruret mi?

Başkanlıktan önce, Türkiye’nin ihtiyacının yeni anayasal sistem olduğunu vurgulamak gerekir. Başkanlık, ancak yeni anayasal sistemin hükümet biçimi olarak gündeme alınabilir ve tartışılabilir. Yani yeni anayasa olmaksızın başkanlığı tartışmak söz konusu değildir. Yeni anayasa ve başkanlık iç içedir, organik bir ilişki içindedir ve bir bütünlüğe sahiptir.

Ayrıca başkanlık sistemini dışlayan bir yeni anayasa tartışması olamayacağı gibi yeni anayasa tartışması da başkanlık tartışmasına indirgenemez. Çünkü anayasayı tartışmak demek devleti tartışmak demektir. Devleti tartışmak demek, devletin meclisini, hükümetini, mahkemelerini tartışmak demektir. Hükümeti tartışmak demek, başkanlık sistemini de tartışmak demektir. Bu bütünlük parçalanarak bir tartışma yapamazsınız. Tartışmayı bütünlüğü gözetmeden yapmaya çalışanlar, bütünlüğü inkâr ederek yapmaya çalışanlar, Türkiye toplumunun, Milletin, gündemine ve iradesine aykırı bir tutum içindedirler.

 

Daktioyla e-mail atmaya çalışmak gibi

 

Önce yeni anayasa diyorsunuz?

Çünkü hem darbeci faşist bir zihniyeti kurallaştırmış bir anayasa ayıbından kurtulmak hem de eskimiş modası geçmiş millet karşıtı bürokratik kurumsal devlet aygıtından kurtulmak için yeni bir anayasal sisteme ihtiyacımız var. Devleti yeniden yapılandırmak için hukuk reformuna ihtiyacımız var. Yani reformcu anayasaya ihtiyacımız var. Sistem reformu yapmaya ihtiyacımız var. Bu demode sistem, eskimiş bir daktiloya benziyor ve biz bu daktiloyla e-mail atmaya çalışıyoruz. Bu eskimiş aygıtla yola devam edemeyeceğimiz açık.

 

Millet makama fiilen el koydu

 

Tamam. Mevcut sistem sorunlu, yeni anayasa ile değişmesi gerekiyor ama bu değişiklik neden başkanlık sistemi yönünde olsun?

Önce ne olduğunu, niye olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkanlık sistemi meselesi Türkiye Toplumunun/Milletin gündemine 2007 yılında vesayetçi kurumların çıkardığı kriz sebebiyle girdi. Milletin yetki ve görev verdiği meclis, cumhurbaşkanını seçmiş olmasına rağmen bürokratik oligarşi/bürokratik kurumsal faşizm devreye girerek bu seçim işlemini iptal ettirdi. Yani meclisin dolayısıyla milletin iradesi gasp edildi.

Hemen akabinde Millet devreye girerek, Ak Parti’yi güçlü bir çoğunlukla yeniden hükümet yaptı. Genel seçimlerden sonra da önüne gelen cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin anayasa değişikliğini yüzde 70’e yaklaşan bir oyla kabul etti. Yani, cumhurbaşkanlığı makamına Millet, referandumla hukuken el koydu. 10 Ağustos 2014 tarihinde de, halk tarafından ilk cumhurbaşkanının seçilmesiyle Millet, cumhurbaşkanlığı makamına fiilen de el koydu.

Cumhurbaşkanını Meclisin değil de halkın seçmiş olması neyi değiştirdi?

Cumhurbaşkanlığı seçimine katılan adaylar iç ve dış siyasete ilişkin taahhüt ve vaatlerde bulunarak yaklaşımlar geliştirerek aktif cumhurbaşkanlığı yapmaya söz verdiler. Türkiye toplumu, adaylardan kendisine uygun gördüğü Recep Tayyip Erdoğan’ı halkın cumhurbaşkanı olarak cumhurbaşkanlığı makamına gönderdi.

10 Ağustos 2014’ten itibaren Türkiye’nin siyasi güç merkezi, cumhurbaşkanlığı pozisyonuna kaydı. Bugün artık, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve seçilen cumhurbaşkanının aktif olması hususları, üzerinde müzakere edilecek konular olmaktan çıktı. Çünkü halk, sahip olduğu veya ele geçirdiği bir hakkı, demokratik bir ortam içerisinde özgür iradesiyle asla geri vermez ve halkoyuyla seçtiği cumhurbaşkanının sembolik değil, güçlü olmasını istediğini hem 10 Ağustos 2014 seçiminde gösterdi hem de 1 Kasım 2015 seçimine karar veren Cumhurbaşkanı’nın yaklaşımını seçim sonuçlarıyla destekleyerek ortaya koydu. 

“Neden başkanlık” sorusunu tekrar edeyim o halde. Gerekleri avantajları imkânları nedir parlamenter sisteme göre? Ve devam sorusu “nasıl bir başkanlık”? 

Maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz: 1) Türkiye’nin Osmanlı’dan beri başkanlık geleneği var. Yerelden mahalle muhtarı, belediyeler (yani hem meclis hem de başkanı), il genel meclisleri, son dönemde hayatımıza giren kalkınma bölgeleri, idari bölümlemelerin (köy, ilçe, il, coğrafi bölge, kalkınma bölgesi) başkanlık sistemine yatkın yapıları, Anadolu insanının başkanla sorun çözme kültürü ilk elde ifade edilebilecek hususlar.

2) Başkanlık sistemi, Türkiye açısından hem meclisler hem başkanlık konumları bakımından mahalleden merkeze kadar piramit yapılar şeklinde kurulmaya elverişli bir sistemdir.

3) Başkanlık sisteminde halk, hem meclisi hem de başkanı doğrudan belirler. Başkanın seçildiği gün hükümet sorunu ortadan kalkar. Koalisyon gibi bir dert olmaz. Başkan ile meclis arasında sorun çıktığında eş zamanlı seçimle halka gidilirse krizleri de halk doğrudan çözmüş olur. Dolayısıyla milli egemenlik her aşamada devreye girer.

4) Mevcut yapımızda TBMM şu an tamamen yürütmenin kontrolünde. Hem yasa çıkarmak açısından hem bütçenin kabulü ve kesin hesap denetimi yönünden hem de genel olarak meclisin hükümeti denetleme yetkileri açısından tek parti çoğunluğuna sahip hükümet meclisi tamamen belirleyebiliyor. Dolayısıyla yasama ve yürütme arasında bir kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değil.

5) Başkanlık sisteminde kural olarak başkanın kanun teklifi verme hakkı olmaz. Dolayısıyla meclis, yasama görevinde gerçekten bağımsız hareket etme imkânına sahip olabilir.

6) Başkanlık sisteminde, başkanın bütçenin kabulü ve kesi hesap denetimi üzerinde bir etkisi olmadığı için meclis, hem bütçenin yapımında hem de sonuçlarının denetlenmesinde çok daha güçlü olur ve daha objektif hareket eder.

7) Milletvekilleri bu sistemde güçsüz durumda. Kendilerini seçenlere karşı değil, parti genel başkanlarına karşı sorumlulukları daha fazla. Meclis içinde grup başkanlıklarına karşı bağımlılıkları var. Oysa başkanlık sisteminde hele de dar bölge sistemi ve geri çağırma hakkı da olursa milletvekilleri hem çok daha güçlü hem de seçmenle ilişkileri çok daha iç içe olur. Gerçek anlamda, asil-vekil ilişkisi devreye girer.

8) Şu an ki sistemde siyasi partiler, daha çok seçim çalışması yapmaya odaklılar. Oysa başkanlık sisteminde, siyasi partiler daha çok toplumun ihtiyaçlarını siyasete dönüştürmenin araçları gibi çalışırlar.

9) Başkanlık sistemi, yerinden yönetim ilkesini parlamenter sisteme göre daha etkili hayata geçirir. Vatandaşın mahallesinden başlayarak merkeze kadar her seviyede rolü artar, etkisi çoğalır.

10) Başkanlık sistemi, üniter yapı içerisinde de kurulabilir. Türkiye’nin idari yapısına bakıldığında üniter yapı içinde güçlü yerel bütünleştirici merkez ilkesine göre, başkanlık sistemini oluşturması son derece mümkündür.

 

Mesele milletin meselesi

 

Türkiye’nin 1982’den beri bir sivil anayasaya ihtiyacı var. 2007’den ya da biraz daha ertelersek 2013’den beri de seçilmişler arasındaki yetki-sorumluluk dengesinin çözülmesi zarureti var. Hal böyleyken, başkanlık sisteminin barındırdığı imkanlar ve zaruret hali ortadayken bu mesele neden yeniden bir “Erdoğan tartışması”na dönüştü?

Türkiye’nin yeni anayasa ve başkanlık meselesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değil, Milletin meselesidir. Bu gündem, tamamen Milletin gündemidir. Sayın Cumhurbaşkanı, yaptığı konuşmalarda bunun kendi kişisel meselesi olmadığını defaatle vurguladı.

Yine yeni anayasa ve başkanlık sistemi meselesi, önümüzdeki 5-10 yılın değil, bu yüzyılın konusudur. Türkiye toplumu, Millet, yamalı bohçaya dönmüş, dışlayıcı ve baskıcı zihniyetini koruyan bir anayasa ile yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden kalmış demode, eskimiş, tamir edilme imkânı dahi kalmamış bir devlet aracıyla yola devam edemez. Bu nedenle, yeni anayasal sistem ve Türkiye’nin gerçekliğine uygun başkanlık hükümet biçimiyle bu yüzyılımızı güvence altına almak zorundayız. Meseleye böyle değil, dar çıkar siyaseti üzerinden bakanlar, cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığını siyaset yapmak zannedenler, konuyu yurtseverlik ve demokrasi üzerinden değil, ülke karşıtlığı zaviyesinden ele alanlar, yeni anayasa ve başkanlık meselesini cumhurbaşkanı üzerinden tartışmaya çalışıyorlar. Ama Türkiye toplumu, halkımız, bu tartışmalarda kimin samimiyetle yeni anayasal sistemi istediğini kiminse oyalama veya engelleme amaçlı bu işe girdiğini kimin milletin yanında kimin karşısında olduğunu büyük bir irfan ve ferasetle ayırt ediyor ve buna göre de tutum alıyor. 

Bu noktayı vuzuha kavuşturmadan Türkiye meseleyi konuşamayacak mı? Bazı muhalif siyasi sosyal çevrelerin Erdoğan ismini bu konuları konuşmama gerekçesi olarak sunuyor, ipe un sermenin kendilerince işlevsel bir yolu olarak bunu kullandıkları anlaşıldı. Nasıl aşacağız bu durumu?

Cumhurbaşkanı üzerinden Türkiye’nin temel ihtiyacını gölgeleyecek tartışma yapmak suni gündem olduğu için bu gündemlerin belirleyici olması söz konusu olamaz. Bu nedenle, enerjiyi bu hususa yoğunlaştırmaya gerek yoktur. Esas olan Türkiye Milletinin yeni anayasa ve başkanlık sistemi ihtiyacını tartışmaktır.

 

Sistem krizi Erdoğan sayesinde çıkmıyor

 

Eleştirel bir soru daha var dolaşımda: “Madem mevcut anayasada cumhurbaşkanının yetkileri fazla, sorumluluğu az, niye bu durumu değiştirmek istiyor ki Erdoğan, şikâyet mi ediyor yani yetki fazlalığından, ne diye rahatını bozuyor”. Cevabınız ne buna?

Mevcut sistemde cumhurbaşkanlığı pozisyonu 12 Eylül darbeci zihniyeti tarafından halkın iradesine karşı bir vesayet makamı oluşturduğundan çok geniş yetkilerle donatılmıştır. Ancak vesayetçi zihniyet sahipleri bir gün bu pozisyona halkın el koyacağını hesaba katamadıkları için şu anda bu geniş yetkileri kullanma imkânına sahip halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı vardır. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı bu yetkileri demokratik teamüllere, milli egemenlik prensibine uygun olarak kullandığı için şu anda sistem krizi açığa çıkmamaktadır. Üstelik mevcut anayasal sistemde Cumhurbaşkanının pozisyonu vatana ihanet dışında sorumsuzluk olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla mevcut sistem sorumsuzluğa dayalı son derece güçlü bir yetki sistemidir. Bu sistemin demokratik bir siyasal sisteme uyumlu olduğu asla söylenemez.

Anayasal olarak sistem krizi potansiyeli mi var yani?

Ayrıca yine mevcut sistemde Anayasanın 104. Maddesi gerektiğinde başka görevlerinde kanunla Cumhurbaşkanına verilebileceğini düzenlemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan dışında başka birisinin böyle bir pozisyona gelmesi halinde bu sistemde otoriter bir pratik çıkarması mümkün hale gelir. Ama halka dayalı siyaseti düstur edinen, milli iradeyi esas alan, milli egemenlik üzerinden siyaset yapan Sayın Cumhurbaşkanı, bu pozisyonu fiilen demokratik siyasetin gereklerine uygun kullanmaktadır. Bir anlamda mevcut sistemin otoriter bir pratik üretmesinin önünde duran, ona engel olan bizatihi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisidir.

Bu nedenle Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, yetkilerinin yanı sıra sorumluluğu da olan, gerçek anlamda kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasal sisteme ve başkanlık modeline geçmeyi otoriter bir yapı üretmeye elverişli bu sistemi tasfiye etmek ve gelecekte ortaya çıkabilecek sorunları çözmek için istemektedir. Yani bunu millet için istemektedir. Yani bunu 21. YY tamamında etkili ve güçlü olacak Türkiye toplumu ve o topluma ait bir devlet kurmak için istemektedir. Bu ihtiyaç önümüzdeki beş on yılın ihtiyacı değil bu yüzyılın güçlü ve doğru bir biçimde yürüme gerekliliğinin bir sonucudur.

Bilakis başkanlığın otoriter bir model olduğu yönünde korkulu tepkili bir itiraz hali var muhalefet cephesinde?

Hiçbir siyasal sistem, tek başına hükümet biçimi üzerinden otoriter bir yapı üretemez. Her siyasal sistemde hükümet biçimi ne olursa olsun otoriter bir yapı çıkabilir. İkinci Dünya Savaşından önce başta Almanya olmak üzere Avrupa’da birçok parlamenter sistemden faşizmler çıktı. Yirminci yüzyılda Latin Amerika’da başkanlık sistemi üzerinden otoriter faşist yapılar oluştu. İspanya gibi demokratik monarşiye dayalı bir sistemde 1978’e kadar faşist bir yapı vardı. Yunanistan’da albaylar cuntasıyla parlamenter sistem içerisinden faşizm üretildi. Türkiye’de parlamenter sistem benzeri çok partili rejimde 1960’tan başlayarak iki tam darbe ve üç de muhtıra yoluyla otoriter yapılar oluşturulmaya çalışıldı. 12 Eylül faşizminin etkilerini halen daha yaşıyoruz.

Görüldüğü gibi bir siyasal sistemin otoriter, totaliter ya da faşizan olmasını sağlayan şey hükümet biçimleri değil siyasi güç savaşlarıdır. Eğer siyasi güç savaşlarının hukukun üstünlüğü altında, hukuk düzeni içerisinde demokratik kurallara bağlayamazsanız her türlü sapmaya açık hale gelirler. İşte, Türkiye’nin ihtiyacı olan da hukuk yoluyla demokrasimizi güçlendirmek, siyasi güç kaynaklı sapmaları önlemektir. Yeni anayasa ve başkanlık sistemi, hem klasik demokrasinin esaslarına hem de bu yüzyılın yeni demokrasi ihtiyaçlarına uygun yapılandırılacağı için demokrasiyi güvence altına alacak hukuk güvenliğini sağlayacak ve otoriterleşme potansiyeli taşıyan sistemi tasfiye edecektir. Bu reformu yapmazsak asıl o zaman otoriterleşme riskini geleceğe taşımış oluruz.

 

Cumhurbaşkanı'nın aklında bir model yok

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zihninde ya da sizin gibi hukukçu danışmanlarının zihninde hamur halinde de olsa bir başkanlık modeli var mı?

Hayır, Sayın Cumhurbaşkanımızın aklında bir model yok. Cumhurbaşkanlığı ekibi de bir teklif taslağı üzerine çalışmıyor. Yapılmaya çalışılan şey yeni anayasa ve başkanlık sistemi konusunda objektif bir tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunmak. Bu amaçla fikriyat oluşturma çalışmaları yapılıyor. Bu fikriyat, yeni anayasal yaklaşımları ve başkanlık sistemini evrensel değerler ve standartları da gözeterek ülke gerçekliğini dikkate alarak ilkesel bir çerçevede ele alma çabası. Zaman içinde bu fikri çalışmalar kamuoyuyla da daha yoğun paylaşılacaktır.

Bir model değil ama bir tanım olarak “milli-yerli”, “Türk usulü başkanlık”tan bahsedildi ama. Kastedilen nedir? Evrensel değerlerin göz ardı edilmesi olarak yorumlayanlar var yerlilik, yerellik vurgusunu?

Evet, “Türkiye biçimi” ifadesi, değişik şekillerde Cumhurbaşkanımız tarafından dile getirildi. Aynı şekilde, “Milli ve yerli olmak” vurgusu da Cumhurbaşkanı’nın çeşitli konuşmalarında yer aldı.  “Türkiye biçimi” kavramının öne çıkmasının en önemli sebebi, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte oluşturulan hukuk düzeninin ve kurulan devlet yapısının iktibasçı bir anlayışla hayata geçirilmiş olmasıdır. Yani, bu kavram kuruluşun dışlayıcı ulus, devlet ve hukuk anlayışını üreten yaklaşıma karşı geliştirilmiştir. Kural olarak, iktibas etmek, diğer deyişle aktarmak, tek başına bir olumsuzluğa işaret etmez. Ancak birebir iktibasçılık birçok sorun üretir. Birebir aktarma şablonculuk olduğu için aktarılan yerin kendine özgü yönlerini dışarıda bırakan sonuçlar doğurur. Şablon içine alınan alanlar ise, yerel rengini kaybeder.

Erken Cumhuriyet dönemi tecrübesinden ders alma çabası var sanki burada? 

Cumhuriyetin kuruluşunda Fransız modeli esas alınarak yapılandırılan devlet aygıtı, seküler laiklik anlayışı üzerine kurulan hukuk düzeni, faşist İtalya mehazlı ceza hukuku, İsviçre ve Almanya kaynaklı özel hukuk sistematiği Anadolu’nun kimlik, inanç ve coğrafi çeşitliliğini göz ardı eden, baskılayan ve çeşitliliği tasfiye etme pratiği üreten bir sisteme dönüşmüştür. Kurtuluş sırasında; gerek Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda gerekse 1921 Anayasası’nda vücut bulan Anadolu’yu kapsayan anlayış/Anadolu’nun kapsayıcı felsefesi ne yazık ki 1924 yılında başlayan kuruluşla birlikte terkedilmiştir.

Kuruluştan bugüne kadar yaşadığımız tüm kimlik, inanç ve değer sorunlarının kaynağını, anılan şekilde yapılandırılmış devlet ve hukuk düzeninin pratikleri oluşturmuştur. Yani Türkiye’de temel çelişki; sınıflar arasında, sosyal kesimler arasında, ekonomik aktörler arasında, siyasi aktörler arasında ortaya çıkmamıştır. Devlet ile toplum arasında temel çelişki oluşmuştur. Bunun sebebi de, aydınlanmacı, modernist bir batılılaşma hedefiyle birebir aktarma üzerine kurulu bir devlet aygıtı ve hukuk düzeniyle Türkiye toplumunun tarihsel, kültürel, geleneksel ve sosyolojik yapısı arasında ortaya çıkan büyük çatışmadır. Bu çatışma, tüm sorunlarımızın kaynağıdır.

Bu nedenle, Türkiye toplumu olarak yeniden inşayı gerçekleştirmek, ikinci kuruluşu tamamlamak zorundayız. Büyük bedeller ödeyerek elde ettiğimiz cumhuriyeti, kalıcı olarak demokratik cumhuriyete dönüştürmek zorundayız.

İşte bunu yaparken, kuruluştaki gibi birebir aktarmaya dayalı iktibasçı bir anlayışla hareket edemeyiz. Ülkemizin tarihsel, kültürel, geleneksel ve sosyolojik özelliklerini esas alacağımız bir yeniden inşa süreci yaşamak zorundayız.

Yerelle evrenseli birleştirerek sorunsuz bir model üretmeliyiz diyorsunuz?

İfade etmeye çalıştığım bu süreç, “Türkiye Biçimi”ni ortaya çıkaracaktır. Zaten hiçbir ülkenin anayasal sistemi veya siyasal yapısı kendi yerelliğini dışlayarak kurulamaz. Kurulursa da er ya da geç başarısızlığa uğrar. Bugün parlamenter sistem açısından başarılı örnekler olarak gösterilen Almanya ve İngiltere, başkanlık sistemi açısından en başarılı örnek kabul edilen ABD, yaşadıkları siyasal sistem ve hukuk sorunlarına rağmen başarılı sistem pratiklerini kendilerine özgü kurumlar, kurallar ve ihtiyaçlar temelinde geliştirdikleri sisteme borçludur.

Vurgulamak gerekir ki, yerelden bağımsız bir evrensel alan yoktur. Tam tersine, yerele bağlı evrensel birikimler vardır. Bu birikimler içerisinde her yerelin farklı derecelerle de olsa katkısı vardır ve bu birikimler her yerele aynı seviyede aittir.

 “Türkiye Biçimi”, hem başka ülke iyi uygulamalarından esinlenen hem evrensel birikime dayanan hem günümüzün hukuk ve siyasal sistem sorunlarına çözüm arayan hem de ülke gerçekliğini esas alan bir modelin adı olarak anlaşılmalıdır. Böyle bir model, sadece klasik demokrasilerin bir örneği olmakla kalmaz, aynı zamanda yirmi birinci yüzyılın yeni demokrasi ihtiyacına da yanıt verebilir.

Yetki ve sorumlulukların dağılımı, denge ve denetleme sistemi, devlet aygıtı açısından yapılanma nasıl olacak, somutlaştırın lütfen.

Elbette bu modelde; sınırlandırılmış kuvvetler, özgürlükçü laiklik, hak ve özgürlükleri sınıflandırmayan, tanımlamayan, özüne aykırı sınırlamayan yani hak ve özgürlükleri tanıma ve güvence altına alma anlayışı egemen olacaktır. Ancak bu ilkelerin yanı sıra örneğin, mahalleden ülke yönetimine kadar yeniden yapılandırma gerçekleştirirken muhtarlıklardan, belediye meclislerinden, il genel meclislerinden, kalkınma bölgelerinden, belediye başkanlıklarından yola çıkarak bu yapıları tasfiye etmeyen ama reforme eden bir idari yapılanma da söz konusu olabilir. Diğer anlatımla, sistem reformu, kopuş anlayışıyla değil, süreklilik içinde yeniden inşa anlayışıyla hayata geçirilebilir. Böyle bir kuruculuk, evrensel ile birlikte yerel olanı da esas aldığı için yerele özgü model ortaya çıkar. İşte buna “Türkiye Biçimi” denebilir.

 

Ne demek yerli ve milli olmak?

Bu konu, Türkiye toplumu olarak oluşturmaya çalıştığımız “Türkiye Milleti” kavramıyla son derece bağlıdır. Millilik ve yerlilik demokrasiyle birlikte, Türkiye toplumunun ortak paydalarıdır. Millilik ifadesi, ülke aidiyetini, tek millet olma iradesini içerir. Yerlilik ise, inanç ve yaşam değerlerimizi, sosyal, siyasal, kültürel ve tarihi dinamiklerimiz üzerinden sorun çözmeyi tercih etmek anlamına gelir. Bu iki kavram birlikteliği yurtseverliğe işaret eder. Yurtsever olmak, yani milli ve yerli olmak, evrenselle çatışmak anlamına gelmez. Yurtsever olmak, diğer yurt sahipleriyle husumet içinde olmak anlamına gelmez. Ancak yurtsever olmak, küresel ve bölgesel güç savaşlarında yurdunun ve o yurdun sahibi toplumun/milletin yanında olmak demektir. Elbette yurtseverlik, siyasal açıdan demokrasiyle tamamlanması gereken bir alana sahiptir. Hangi siyasi görüş tercih edilirse edilsin herkesin demokrasimizi korumak ve geliştirmek hedefine bağlı olması da yurtseverliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla yurtseverlik ve demokrasi ortak paydası üzerinden evrensel değer ve standartlarla bir sentez oluşturarak kendimize özgü siyasal toplumu hukuki yapıya kavuşturmak bize ait bir modeli ortaya çıkaracaktır.

2007 sonrası AK Parti bir sivil anayasa taslağı çalışırken pek çok hukukçu anayasacı “anayasal an”dan bahsediyordu. Üzerinden neredeyse on yıl geçti. Iskaladık mı o “an”ı yoksa geniş bir zaman mıdır o an?

Yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışması, bu ihtiyaç karşılanıncaya kadar milletin genel ve makro gündemi olacağı için “an”ın ıskalanması söz konusu olamaz. 82 Anayasa’sı yürürlüğe girdikten ve Anavatan Partisi’ni halk darbecilere rağmen tek parti hükümeti yaptığından beri Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı vardır. 10 ağustos 2014 tarihinden itibaren ise Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı başkanlık sistemi ihtiyacıyla bütünleşmiştir. Ülkemiz sistem reformunu başlatıp tamamlatıncaya kadar bu ihtiyaç tam olarak karşılanmaz. Bu nedenle de bu ihtiyaçla ilgili konjonktürel bir zaman meselesi yoktur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan her hafta Beştepe’de Türkiye’nin dört bir yanından gelen muhtarlarla buluşuyor. Bunu, kimileri Erdoğan’ın yasaklı olduğu dönemi hatırlatarak “muhtar bile olamaz” manşetlerine nazire düzeyinde yorumluyor, kimileri ise devlerin zirvesiyle hücresinin anlamlı buluşması olarak? Bu buluşmalar tesadüfi olmayacağına göre yeni döneme ve Erdoğan’ın hedeflediği yapılanmaya ilişkin bir erken uygulama olarak mı okumak lazım?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın muhtarlar toplantısı, yeni siyaset tarzının, halka dayalı siyasetin ve sosyolojik siyasetin dünya ölçeğinde parlak örneklerinden biridir. Bu ilişki, cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye Milleti’yle kurduğu siyasi ilişkinin bir temsil ilişkisi değil, organik bir ilişki olduğunu gösterir. Yani, Recep Tayyip Erdoğan temsili bir siyasi lider değil, organik bir siyasi liderdir. Bunun anlamı, cumhurbaşkanının halkın temsilcisi olması değil, halkın kendisi olmasıdır.

Cumhurbaşkanı, siyasi pratiğinde halkın önüne siyasi tezlerle çıkarak değil, ilişki kurduğu sosyolojinin talep ve ihtiyaçlarını doğrudan siyasete dönüştürerek faaliyet yürütmüştür. Yani adeta halkın bir uzvu gibi doğrudan sesi olmuştur.

Bu tecrübe ve taşıdığı nitelik “nasıl bir başkanlık” sorusuna da cevap verebilir o zaman?

Elbette. Yaşadığı bir yerel, on bir ülkesel seçimde, bu denli başarılı olmasının sebebi de bu taşıyıcı liderlik özelliğidir. Böyle bir siyasetçinin elbette hükümet biçimine ilişkin tasavvurunda halk yine merkezde yer alacaktır. Zaten yakın zamanda yaptığı bir konuşmada “mahalleden ülke yönetimine kadar yeniden yapılanma” diyerek muhtarlıklar üzerinden bir sistem tasavvuruna sahip olduğunun işaretlerini vermiştir. Deyim uygun düşerse, Türkiye Milleti’nin ihtiyacı sadece Ankara’da bir başkan değil, mahalle ve köylerden ilçelere; illerden kalkınma bölgelerine kadar bir başkanlık sistemi kurulmasıdır. Sayın Cumhurbaşkanı da milletin bu talep ve ihtiyacını son derece başarılı bir biçimde tespit ve teşhis ettiği için buna uygun bir çalışma olan muhtarlar toplantısını başlattığını söyleyebiliriz.

Muhtarlıktan başkanlığa, seçilmişler eliyle yeni bir idari sistem tarif ediyorsunuz. Türkiye’nin mevcut idari hukuki siyasi yapısı buna uygun mu peki, geçiş ve uygulama sıhhati bakımından?

Elbette Türkiye’nin anayasal yapısı, yerinden yönetim ilkesini içeriyor. Ancak vesayetçi ve dışlayıcı ideolojik anlayış sebebiyle bunun etkili olması son dönemlere kadar pek mümkün olmadı.

Büyükşehir belediyeleri üzerinden yapılan reform da yerinden yönetim ilkesinin güçlendirilmesine yönelikti. Her ne kadar o sistem de aksaklıklar olsa da düzeltilemeyecek sorunlar söz konusu değildir.

Mevcut idari yapımız mahalle ve köyden başlayıp merkeze kadar yükseliyor. Bu yap hem icracı başkanları hem de yerel meclisleri içeriyor. Türkiye, yeni anayasal sistemini ve başkanlık modelini mevcut idari yapımızı reforme ederek rahatlıkla hayata geçirebilir. Dolayısıyla yeniden inşa, kopuş yöntemiyle değil, süreklilik içinde yenilenme metoduyla başarılabilir.

Teorisini konuşuyoruz ama pratiğinde Meclis aritmetiği belirleyici, malum. Muhalefet kesin olarak istemediğini söylüyor. Tartışmak konuşmak dahi istemiyor görünüyor. Anayasa uzlaşma komisyonu bu defa nasıl bir iş çıkarır bilemiyoruz ama pek umut bağlandığı da söylenemez. Meclis çoğunluğu Ak parti de ama referandum için gereken 330’u bulamıyor. Bu durumda ne olacak?

TBMM Anayasa Mutabakat Komisyonu, parti siyasetleri üzerinden bir tartışmaya boğulursa uzlaşma zor olur. Ancak yine de dört partinin ortak bir zeminde müzakere etmesi olumludur. Anayasa yapım süreci, iki aşamalıdır. Birinci aşama, müzakere sürecidir. İkinci aşama ise, hukukileştirme ve yürürlüğe sokma süreci. İlk aşamanın bütün çevreleri tartışmaya katacak şekilde “müzakere yapmada tam mutabakat” ilkesine göre yürümesi önemlidir. Ancak ikinci aşama, yani hukukileştirme ve yürürlüğe sokma sürecinde “yeterli mutabakat” gerekir. Çünkü hiçbir anayasa yürürlük açısından yüzde yüz mutabakatla devreye girmez.

Meclis çalışması, müzakere açısından faydalı olsa da anayasa metni üzerinde uzlaşma bakımından sonuca ulaşmasa da TBMM’ye 2016 yılının son çeyreği içerisinde yeni anayasa teklifi sunulması beklenebilir. Bildiğiniz gibi anayasa sadece teklif edilebilir, hükümet tasarısı şeklinde getirilemez. Meclisin, üye tam sayısının üçte birini oluşturan milletvekilleri, bu teklifi yapabilir. Anayasanın oylanmasına ilişkin partiler bağlayıcı grup kararı alamaz. Oylamalar gizli yapılır. Dolayısıyla, bu meclis sistem reformunu içeren reformcu bir anayasayı kabul edebilir. Ayrıca, bu husus, yirmi altıncı dönem TBMM’nin siyasi ve vicdanı sorumluluğudur.

Ya yine olmazsa… Türkiye’nin bir kez daha anayasa yapamaması sivil siyasi iradeye ve meclisin işlevine güveni sarsmayacak mı? Darbeciler vesayetçiler generaller anayasa yaptı, siviller yapamadı sonu çıkacak kendiliğinden…

Türkiye’nin anayasa yapamamak gibi bir sorunu önümüzdeki dönem olmayacaktır. Türkiye, ya 2019’a kadar veya en geç yirmi altıncı dönemden sonra oluşacak yirmi yedinci dönem meclisiyle yeni anayasasını yapacaktır. Bu anayasayla sistem reformunu gerçekleştirecek ve başkanlık sistemine geçecektir. Benim öngörüm bu yöndedir. Türkiye toplumu, Millet, 12 Eylül darbeci ve faşist zihniyetin ürünü olan anayasal sistemi ve bu ayıbı artık uzun süre taşıyamaz.

 

 

İlgili Haberler