Niyazi Dalyancı, Silivri'de tutuklu bulunan Cumhuriyet yazar ve yöneticileri için yazdı.
Geçenlerde Ankaralı bir dostum “Hapisteki insanlara ne yazılır” diye sordu telefonda. “Ne bileyim ben. Biraz moral verecek, biraz gırgırla eğlendirecek bir şeyler yaz” dedim. Sanıyorum 30-35 yıl önce Sağmalcılar sakinlerinden olduğum için beni bu konuda “uzman” sanıyordu. Oysa ne hapisler öyle eskisi gibi, ne de ülkemiz. Neyse, sizlerden kimisi dostum, kiminizle bir çift selamım ve kelamım olan meslektaşlarımsınız.
İçeri girmeden kısa bir süre önce Antalya’da Gazeteciler Cemiyeti ve Konrad Adenauer Vakfı ile Alman meslektaşlarla yaptığımız geleneksel toplantıda, “Türkiye’nin en güvenilir dış politika yorumcusu” diye takdim ettiğim Kadri Gürsel -Hillary’nin kesinlikle kazanacağını söylemişti sunumunda ama zaten herkes öyle sanıyordu- yazılarındaki sağlam analizlere hayran olduğum Güray Öz, gülen gözleri ve bilgisayar dünyasına -benim hiç anlamadığım- vukufu ile Hakan Kara, Yılmaz Abimizi birlikte anmak için oradan çıkmasını beklediğim Turhan dostum ve hele “yiğenim” Ahmet ve diğer sevgili meslektaşlarım.
Bir ara üniversitede çocuklara gazetecilik öğretmek gibi nafile bir çaba içindeydik Ahmet ile birlikte. Her sabah gelip “N’aber amcacığım” diyerek şap diye yanaklarımdan öpmesidir bu “amcalığın” başlangıcı. Oysa Ahmet’i, kaç yıl oldu hatırlamıyorum, Cağaloğlu’ndaki Cumhuriyet binasında delifişek -hâlâ da öyle ya!- muhabirken tanıyordum. Metin Göktepe cinayeti soruşturmasında, gazetecilere yapılan baskılara karşı protesto gösterilerinde hep en öndeydi. Neden içeride olduğunuzu herhalde biliyorsunuzdur. Aslında sizler üçüncü sayfa haberisiniz. Hani, “Yan baktın”, “tavrı beni tahrik etti,” “voltamı kesti” başlıkları ile verilen haberlerden. Devlet büyükleri sokağa inip bu nedenlerle adam bıçaklayamayacağına göre tepkisini “Atın içeriye Hanya’yı Konya’yı anlasın” biçiminde gösteriyor.
Şu anda yasa, mahkeme, yargıç, savcı, kural bu Hanya ile Konya endazesi üzerinden işlemekte. Ama bana öyle geliyor ki, düdüklüdeki basınç fena halde artıyor. Bu minval üzerine gidilirse düdüklünün patlaması an meselesi. Neyse, ben size 35 sene öncesinden “Yahu, bu kadar da olmaz” fıkrası anlatayım: 12 Eylül’de Sağmalcılar C-16 koğuşundaki televizyondan yerli film izlendiği sırada, artık aramızda olmayan iki değerli ve renkli dost arasında şöyle bir konuşma geçer: Ali Taygun: Yuf be bu kadar da olmaz, adamın karısı terk etti, kendi hapiste, anası hastanede. Hüseyin Baş: Senin karın nerde?
Ali Taygun: Hollanda’da. Hüseyin Baş: Kızın nerde? Ali Taygun: Anasının yanında Hüseyin Baş: Annen ne yapıyor? Ali Taygun: Felç geçirdi, yatalak. Hüseyin Baş: Sen neredesin, hapiste. Bak gördün mü, olmaz olmaz deme sakın. Hasılı işimiz yerli drama. Sizlere mektupla ulaşmak yasakmış. Bu iyi oldu. Ahmet beş sene önce gene oralardayken ona el yazımla bir mektup yazmıştım, çıkınca, “Amcacığım o ne biçim el yazısı, bir haftada ancak söktük mektubunu” demişti. Şimdi temiz temiz gazete sayfasından okuyun. Hepinizi yürekten duygularla kucaklıyorum. Çıkın ordan artık çok işimiz var.
Bu yazı Cumhuriyet'ten alınmıştır