Söyleşi

Cihaner: Göllerde çıkan emniyet damgalı silahları bana soruşturtmadılar

İlhan Cihaner, Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı görevi sırasında tutuklanmasına varan süreci ve o dönemde yürüttüğü soruşturmaları değerlendirdi

22 Mayıs 2012 18:33

CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner, Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı görevi sırasında tutuklanmasına varan süreci değerlendirirken, yürüttüğü soruşturmaların hükümeti rahatsız ettiğini savundu. Erzincan bölgesindeki bazı göllerde çıkan silah, mermi ve bombaların Kahramanmaraş ve Sivas katliamlarından önce bölgeye gönderilmiş olabileceği yolunda emareler bulunduğunu belirtirten Cihaner, mühimmatın kaynağı konusunda emniyeti işaret etti. Cihaner, "Erzincan’da birkaç gölde birtakım el bombaları mermiler de bulundu. Bunların bazılarının tarihi çok eskiydi. Bu mühimmatlar, jandarmanın elinde bulunma ihtimali çok olmayan, hatta bazılarının üzerinde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün damgası olan mühimmatlardı. Bunların o dönemden kalmış olabileceği, o dönemde dağıtılmış silahlar olabileceği yönünde bir şüphem vardı. Tabii bunlar çok soruşturulamadı. O dönem elimde böyle soruşturmalar vardı. Özellikle Adalet Bakanlığı, bu soruşturmalardan çok rahatsız oldu" dedi.

İlhan Cihaner, bu açıklamaları, Özge Mumcu'ya yaptı. Mumcu'nun Analiz Türkiye internet sitesi adına Cihaner ile yaptığı söyleşi şöyle:

- Savcılıktan Meclis'e giden süreç nasıl ilerledi? Bu süreci kısaca özetleyebilir misiniz?

Aslında özetlenecek bir süreç değil. En son Adana Cumhuriyet Savcısı’yken istifa ettim. Öncesinde Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı'yken bir soruşturma başlattım. Son soruşturmam hükümetin ya da Adalet Bakanlığı’nın hoşuna gitmeyen tek soruşturma değildi. Toplum daha çok İsmail Ağa ve Gülen cemaati ile ilgili başlattığım soruşturmayı biliyor. Ancak o soruşturma bir noktadan sonra İsmail Ağa ve benzeri cemaatlerden – yani yurttaşlardan izinsiz yardım toplayan, yardım toplama kanuna aykırı şekilde ve dolandırıcılık gibi görülebilecek, izinsiz eğitim kurumu açan başka benzer yapılanmalara doğru ilerledi. Yani soruşturma süreci, İsmail Ağa cemaati ile başladı ama Fethullah Gülen grubuna, benzer şekilde davranan Süleymancılar gibi gruplara doğru da genişledi.

- Peki soruşturmanızda, İsmail Ağa cemaati Fethullah Gülen Cemaati’nin altında mıydı ya da ortaya çıkardığınız bağlantıları oldu mu?

Soruşturmanın o aşamasında aralarında organik bir ilişki olduğuna dair delil yoktu. Birbirine benzer faaliyetlerin yürütüldüğünü İsmail Ağa cemaati soruşturmasındaki birtakım delillerden anlamıştım, ama birbirleriyle bağlantılı oldukları ya da bir organizasyon içinde bulunduklarına dair bir delil yoktu. Kaldı ki, soruşturma henüz başlamıştı. Aynı dönemde, Erzincan İliç’te, eş zamanlı giden bir altın madeni soruşturması vardı. O soruşturma da, benim talimatımla, oradaki Cumhuriyet Savcısı tarafından başlatılmıştı – ona iletilen bir şikâyet mektubunu – daha doğrusu yerel gazetede çıkan haberleri ele alarak soruşturma açmasını talep etmiştim. O soruşturma çok önemliydi, çünkü bir müddet sonra oradaki altın madeni nedeniyle bazı kamu görevlilerine rüşvet verdiği yolunda çok ciddi delillere ulaştım. Rüşvet verdiği iddia edilenlerden bir tanesinin dönemin bakanlardan birisinin yakını olduğu yönünde birtakım emarelere ulaştım. Nitekim o soruşturmayı da Adalet Bakanlığı benim elimden alıp müfettişlere verdi. Yine İsmail Ağa soruşturması kapsamında, sizin sorunuz o, birkaç bakanın suç oluşturan eylemler işlediğine dair emarelere de ulaştım. Onların dışında, yine eş zamanlı olarak, ilginç bir şekilde, hükümetin hoşuna gitmeyeceğini düşündüğüm birkaç soruşturma daha vardı. Mesela bunlardan biri, Sivas olayları ve Maraş olayları sırasında, civardaki bazı köylere silah dağıtıldığına dair iddialardı.

 

'Emniyet damgalı mühimmat vardı'

 

- "Sırasında", yani 1978 – 1993 yıllarını mı kastediyorsunuz?

1978 ve 1993 sonrasında, oradaki köylere bazı silahlar dağıtıldığı iddiası vardı, hatta gölde bulunan el bombaları ve mühimmatın yüksek olasılıkla o silahlar olduğunu düşünüyorum ben.

- Hangi göldeki mühimmatların?

Bizim soruşturmamızda, bir gölde askerlere ait olduğu iddia edilen birtakım mühimmatlar bulundu. Hatta Erzincan’da birkaç gölde birtakım el bombaları mermiler de bulundu. Bunların bazılarının tarihi çok eskiydi. Bu mühimmatlar, jandarmanın elinde bulunma ihtimali çok olmayan hatta bazılarının üzerinde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün damgası olan mühimmatlardı. Bunların o dönemden kalmış olabileceği, o dönemde dağıtılmış silahlar olabileceği yönünde bir şüphem vardı. Tabii bunlar çok soruşturulamadı. O dönem elimde böyle soruşturmalar vardı. Özellikle Adalet Bakanlığı, bu soruşturmalardan çok rahatsız oldu. Bu soruşturmaların faturasının kendisine çıkartılacağına dair bir rahatsızlığı oldu.

- Siz o soruşturmaları yaparken, “usulsüz yapıldığı iddia edilen bir kameriye” olayıyla gündeme geldiniz…

Sırf kameriye de değil. Soruşturmalar bu şekilde yürüyünce Adalet Bakanlığı bana müfettişler gönderdi. Müfettişler görev yaptığım süre içerisinde attığım her imzayı, neredeyse görüştüğüm herkesi, aldığım her nefesi incelediler ve aslında belediyeden izin alınarak yapılan, adliye mensuplarının bir kısmını kendilerinin ödedikleri kameriyeyi buldular. Onun dışında, aslında yine suç olmayan, pazartesi başlayan bir toplantıya cumartesi uçağıyla gitmişim gibi, böyle abuk sabuk gerekçelerle, hukuk dışı iddiaları gündeme getirdiler.

- Detaylarla sizi oyalamak gibi mi düşündünüz?

Aynen öyle. Hedefe oturtmak. Ancak tüm bunlara rağmen ben soruşturmaya devam edince onlar da beni ve soruşturmaları durdurmak için başka bir yöntem daha buldular. İsimsiz mektuplarla soruşturmanın Erzurum’a gitmesine çalıştılar ve de soruşturmayı engellemeye çalıştılar. Adalet Bakanlığı da, hatta yargılananlar bile dosyanın Erzurum’a gitmesini istediler.

- O dönem Adalet Bakanı kimdi?

İlk başladığımızda, 2007’de Mehmet Ali Şahin'di, daha sonra şimdiki Adalet Bakanı Sadullah Ergin’di. O dönemin soruşturmaları böyleydi. Erzurum Savcılığı, hukuk dışı bir süreç başlatıp tutuklama olunca kamuoyunun ayrıntılarıyla bildiği süreç yaşandı.

- O dönem çıkan haberlerde kamuoyu sizin bir terör örgütüne üye olduğunuzdan neredeyse emindi. “Servis edilen” bu haberleri nasıl yorumluyorsunuz?

Şimdi servis edilen haberlere bakacak olursak, aslında hem medya etiği, hem de yargı açısından üzerinde durulması gerekir.

 

'Bakanlık, Albayrak'lardan çok uygun olmayan koşullarda lojman aldı'

 

- Örneğin duruşmanızda F-16’lar uçtu gibi sosyal medya bu haber kesin bir bilgi gibi yer aldı.

Böyle bir şey olmadı tabii ki. Şimdi, bunun üzerine çok durulması gerek gerçekten. Neden? Ben bir soruşturma yürütüyorum. Bu soruşturmadaki şüphelilerden birisi, bu haberi yapan gazetelerden birinin sahibi. Yeni Şafak grubunun sahibi olan kişi, benim yaptığım soruşturmada şüpheliydi. Şimdi dolayısıyla, bu kişiye ait gazetede bu haberlerin yapılması medya etiğiyle bağdaşmıyor ve taraflı haberlerin de gerekçesini oluşturuyor.

- Soruşturduğunuz olaylar ve ardından çıkan haberler soruşturmanın rahatsızlık verdiğini gösteriyor, diyebilir miyiz?

O haberleri en çok Zaman gazetesi yaptı. Zaman gazetesi, yine o soruşturmanın konusu olan bir gruba ait olduğu herkes tarafından bilinen bir gazete. Bu haberler, iki üç gazeteden başladı. Çok çarpıcı bir örnek var o konuda. Mesela, Yeni Şafak gazetesi andıcın ikinci uygulama yeri olarak Bursa’yı gösterdi. Tam sayfa bir haber, andıç Bursa’da da uygulandı diye. Oysa anlaşıldı ki, Ahmet Albayrak hakkında orada da yürütülen bir soruşturma var. Orada da izinsiz kum çekme vs. gibi iddialarla haklarında bir soruşturma başlatılmış. Oradaki savcılığı da aynı yöntemlerle yıpratmaya çalıştılar. Ama sonradan Bursa’da andıç uygulandı haberinin tutmayacağı anlaşıldı ve haberin devamı da gelmedi, tek bir kere yaptılar bu haberi.

- Peki, şu anda Albayrak’ların hükümet ile ilişkisi ne durumda, takip ediyor musunuz?

O tarz özel bir ilgim yok. O dönem soruşturma yaptığım için bilgi sahibiydim. Ama gene benim soruşturma konularımdan biri, Adalet Bakanlığı’nın hâkim ve savcılar için Albayrak’lardan çok uygun olmayan koşullarda lojman alması oldu. Yani, soruşturulan konulardan birisi de o olacaktı. Albayrak grubu ruhsatı sıkıntılı ve ekspertiz raporuyla fiyatları şişirilmiş lojmanlar sattı Adalet Bakanlığı’na. Bu bir şeyler ifade ediyordur herhalde hükümet ile ilişkisinin nasıl olacağına dair.

- Bir röportajınızda cemaatten bahsederken “gölge boksu oynuyorlar” diye bir tanım kullandınız. Biraz açabilir misiniz?

Demokrasilerde, hukuk devletlerinde süreç hesap sorulabilirlik üzerine kuruludur. Demokrasinin olmazsa olmaz tanımı, yönetilenlerin yönetenleri belli aralıklarla seçebilmesi ve değiştirebilmesidir. Biz yargıyı, idareyi, toplumsal hayatın hükümetlere bıraktığı alanı düzenlesin diye oy verip bir hükümet seçmişiz. Şimdi, biz Türkiye’de her olan bitenin ardından, hükümet değil de, hesap sorulabilirliği olmayan, şeffaf olmayan, önü sonu olmayan bir mekanizmayı getirdiğimiz ve onun üzerinden siyaseti döndürmeye çalıştığımız zaman, bu iktidarın sorumluluğunu gözden kaçırır, ikincisi de sadece gölge boksu yaparsınız. Cemaati eleştiriyorsunuz, kimi eleştireceksiniz? Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmenini mi muhatap alacaksınız, yoksa mahalledeki ağabeyleri mi, Yazarlar Vakfı'nın başkanını mı, falanca dershanenin sorumlusunu mu muhatap alacaksınız? Böyle bir şey yok, kuşkusuz sosyal bir gerçeklik olarak veya kriminal bir örgütlenme olarak ele alınabilir ama siyaseten, sadece cemaat üzerinden siyaseti okumak ve politika oluşturmak çok doğru değildir, diye düşünüyorum, anlatmak istediğim oydu.

- Yani, siyaset bilimine de aykırı. Bir güçten bahsettiğiniz zaman o gücü bilmeniz lazım. Sonuçta güç, iktidarın elinde olan bir şeydir. Lobi faaliyetleri ise iktidarla bağlantılı ama başka saiklerle incelenmesi gereken bir şeydir…

Zaten sıkıntı oradan kaynaklanıyor. Yani o gücü kullandığına eminsiniz, ama fark edebileceğiniz bir şey değil. Özellikle MİT tartışmaları bunu ortaya koydu. Hükümet ve hükümeti oluşturan bireyler bile, emniyetin Fethullah Gülen grubu tarafından kontrol edildiğini, artık onlara da meydan okunduğunu söylediler. Şimdi, bunu kabul ettiğimiz anda, hükümetin görevini bırakıp gitmesi gerekir. Demek ki, egemen değilsin sen, yurttaşlar sana oy vermiş, ama bunun yerine şöyle bir tartışma çıktı: cemaatle hükümet farklı kulvarda, aynı hedefe giden iki ayrı güç. Şimdi aslında, hükümetin meşruiyetini de siyaseten ortadan kaldıran bir durum. Siyaset bilimciler ve aydınlar sesleri çok kısıldığı için böyle bir durumda tepki veremiyorlar, ancak bu tabloda artık hükümet meşru değildir, meşruiyeti kalkmıştır. Hükümet olarak yurttaşın sana verdiği temsil görevini yerine getirmiyorsan, hele tutuklu milletvekilleri gibi seçim barajı gibi sistemin meşruiyetini zorlayan tartışma yaratan mekanizmaların üzerine, bir de güvenlik bürokrasisi bir başka hiyerarşinin kontrolü elindeyse ve hele hele bağımsız olması gereken yargı bürokrasisi bir başka gücün elindeyse, bunun için gerekli adımları atmayıp seninle pazarlığa giriyorsa, artık yaşadığımız düzenin parlamenter bir demokrasi olmadığını, fiili bir el koyma olduğunu açıkça söyleyebiliriz.

- Başa dönelim, siz bu soruşturmaları yürütürken, dava sürecinden sonra neden Meclise gelmeyi tercih ettiniz?

Şimdi tahliye sonrası tayinim Adana Cumhuriyet Savcılığı’na çıktı. Ülkenin yaşadığı süreçleri gördüm ve ciddi bir hukuk-adalet sorunu olduğunu daha net şekilde gözlemlemeye başladım. Değişim süreci, aslında öteden beri zaten sıkıntılı olan adalet sistemini, hukuk sistemini daha sorgulanır hale getirdi. Önceden de yargı sistemimiz çok parlak değildi. Yurttaşların hak ve özgürlüklerini koruması gereken yargı sistemi, insanları yaygın işkencelerden korumadı. Darbe dönemlerindeki idamlardan tutun, çok ağır hak ihlallerinden korumadı, faili meçhullerden korumadı, koruyamadı. Hatta yalnızca ceza hukuku alanında hak ve özgürlükler değil, mülkiyet alanında bile yurttaşlara iyi bir adalet hizmeti sunamadı. Bu mekanizmanın bir parçası olmayı ya da onun içinde kalarak, ülkeye ve dünyaya ilişkin kendi tasarımlarımı ya da yapmak istediklerimi çok az hayata geçirebileceğimi gördüm. Alternatif ise kuşkusuz siyaset. Siyaset derken de, sadece meclise girmeyi kastetmiyorum. O gerekçeyle, o dönem genel seçimler dönemine denk gelince istifa ettim…

- Ve sürpriz olarak Denizli’den çıktınız…

Özellikle CHP tabanı, bu yönde bir beklentisi olduğunu iletti, ben de böyle bir tercihte bulundum.

- Kaç ay oldu, 8 ay…

Evet 8 ay.

 

'Muhalefet edenler Başbakan'ın milleti değil'

 

- 8 aydır Meclis’te olduğunuza göre, yasa tekliflerinin hazırlandığı komisyonların işleyişleri konusunda ne söyleyebilirsiniz?

Bugünkü Meclis'in ciddi - bir önceki meclislerden- farklılığı olduğunu düşüyorum. Özellikle Başbakan'ın kafasında çok farklı bir tasarım var. Belli soruşturmaları halk istedi, sözlerinin mantıksal uzantılarını izlediğiniz zaman, "Başbakan'ın milleti" mesela muhalefet partilerine oy verenler değil, öyle anlaşılıyor.

- Halk ve millet ayrımı yıllardır tartışılan bir konudur…

O halk / millet ayrımından bağımsız olarak söylüyorum. Başbakan'ın referans aldığı, millet böyle istedi, dediği bir kitle diyelim. Birçok yasa için öyle söylüyor, parçalı eğitim yasası için öyle söylüyor, millet böyle istiyor, diyor. Belli soruşturmalara; bağımsız olduğunu iddia ettiği yargının yaptığı soruşturmalara "millet hesap soruyor" diye sahip çıkıyor. Parçalı eğitim yasasına yurttaşların büyük bir kısmı karşı çıktığına göre, demek ki Başbakan'ın milleti onlar değil. Mesela öğretmenler karşı çıktı, demek ki onlar da değil. Tekel işçileri, demokratik muhalefet haklarını kullanmak istediler, o olayda da Tekel işçilerini milletten saymadı. Başbakan'ın kendine oy verenleri de aşan, aşkın bir millet tasarımı olduğunu düşünüyorum. Hali hazırda, ülkede yaşayanlar için bu durum çok tehlikeli. Bu durum doğrudan doğruya Meclis'in tüm mekanizmalarını anti demokratik kılıyor. İnanıyorum ki, MİT yasasının bir milletvekilinin teklifi olarak Meclis'e gelmesi olayında, birçok AKP’li milletvekili de yasa teklifinin içeriğini bilmiyor ve o yasadan ciddi anlamda rahatsızdılar. Benzer şekilde, parçalı eğitim yasası, mesela komisyonda Milli Eğitim Bakanı başka bir şey söylüyor, AKP’li komisyon üyeleri aynı maddeyle ilgili başka bir şey söylüyor. Yine bir televizyon kanalında, Milli Eğitim Bakanı’na bir soru soruldu, Bakan “Bilmiyorum, onu teklifi sunan arkadaşlara sormalı” dedi. Şimdi bunların hepsini üst üste koyduğumuz zaman, bu mekanizmaların milli iradenin tezahürü olabileceği, ortak aklı bulacak, toplumun oraya gönderdiği temsilcilerle tercihler arasındaki uzlaşmayı sağlayacak mekanizma da parçalanmış durumda. Önceki dönemlerde, Meclis'in gündemini belirleyen Başkanlık Divanı kararları az ya da çok uzlaşmayla belirlenirdi. Şimdi durum böyle değil. AKP kendisinin istemediği tek bir yasanın Meclis'ten geçmesine müsaade etmiyor. Başbakan emrediyor, askerleri yerine getiriyor gibi bir durum mevcut. Dolayısıyla da komisyonlarda verimli bir tartışma yürümüyor. Bakın, mesela, benim izlediğim komisyon toplantılarında AKP milletvekilleri konuşma haklarını da kullanmıyorlar. Birçok milletvekili, AKP adına konuşmak için gelip biz bu yasaya karşıyız, deyip oturuyorlar. Bu çok sık oluyor. Başbakan'ın emrettiği yasaları çıkarmak için…. Onun için şu anda Meclis, meşruiyet tartışmaları yanı sıra yasama konusunda da işlevsel olmaktan süratle çıkmış durumda. Bunların üzerine devletin yaptığı değişiklikleri, kanun hükmünde kararnameleri koyun, Meclis'te çoğunluğun her şeyi yapabileceği o anti-demokratik algıyı koyun; onun için komisyonlara klasik anlamda komisyon demenin anlamsızlaştığını düşünüyorum.

- Peki, bu kadar geniş kapsamlı yasa değişikliklerine sadece bir Başbakan karar verebilir mi?

Belirleyici iradenin o olduğunu düşünelim, çünkü bu irade Meclis içindeki bir mekanizma değil. Komisyon da değil, çünkü yasalarla ilgili diğer AKP milletvekillerinin tavırlarından anlıyorsunuz. Yasa teklifleri başka bir mutfakta hazırlanıyor, o da muhtemelen bir danışman, Başbakan'ın yakın çekirdek kadrosu. Azıcık hukuk eğitimi almış birisinin, MİT yasasına evet demesi mümkün değil. Milli Eğitim Komisyonu’ndaki akademisyen üyeler, böyle yasa yapılmayacağını elbette bilirler. Hatta bu üyelerin geçmişte yazdıkları, şimdi yaptıklarının 180 derece tersi. Ancak iş buraya geldiği zaman adeta kurşun asker gibi bunların hepsini unutup, lider ne derse, ona kılıf arayan bir pozisyona geliyorlar… Dolayısıyla yasama faaliyeti tersine çevrilmiş durumda. Sıfırdan sorunu alıp, soruna ilişkin çözüm getirmek yerine tepeden çözüm olarak dikte edilene kılıf giydirilebilir bir mekanizma, süreç baş aşağı çevrilmiş durumda.

 

'Türkiye'de hukuki güvenlik yok edilmiş durumda'

 

- Sizin 15 Haziran’da duruşmanız var. O duruşmada siz terör örgütü üyesi çıkabilir misiniz?

(Gülüyor) Şimdi, Türkiye’de hiçbir şey öngörülemez. Bu bana belli davalarla ilgili olarak soruluyor, mesela özellikle belli tutukluluklarla ilgili olarak. Tutuklu olmamaları lazım. Tutuklu olanlarla ilgili ne zaman çıkabilirler, sorusu çok boşta kalıyor. Verilecek her yanıt da spekülatif oluyor. Bana sorarsanız, hukuk içinde kalarak böyle bir dava olmaması lazım… Onun dışında ise, hukukun dışında okumalar olabilir. Ya da işte daha önceden yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerden hareketle bir çıkarımda bulunabiliriz. Türkiye’de hukuki güvenlik yok edilmiş durumda ve o davaya ilişkin herhangi bir çıkarım yapılamaz.

- Ola ki mahkûmiyet çıktı, sizin milletvekilliğiniz de düşebilir…

Yani bu davanın o kadar kısa süreceği kanaatinde değilim. Söyleyeceğimiz her şey spekülatif olur, çünkü hukuki güvenlik yok.

 

'KCK davası açıkça siyasi bir soykırım'

 

- Balyoz’u ve Oda TV duruşmalarını da takip ediyorsunuz. Bir hukukçu olarak ne söyleyebilirsiniz?

Dava süreçlerinde ortaklaşan çok yönler var. Ergenekon davaları, Devrimci Karargah, Balyoz, Oda TV, askeri casusluk, KCK, hatta bir boyutla şike davaları, bunların hepsi özellikle özel yetkili mahkemeler eliyle yürütülen davalar, buna 12 Eylül ve 28 Şubat soruşturmalarını da dâhil edebiliriz. Siyasi ve alabildiğine iktidarı oluşturan bileşenlerle doğrudan doğruya bağlantılı davalar. Bir etkin soruşturma yok. Etkin soruşturma şu; bir suç iddiası varsa, mantıksal uzantılarına kadar gitmeniz gerekir. Balyoz Davası’nda birçok kişi, "senin onayın olmasaydı ismin oraya yazılmazdı" mantığıyla tutuklu şu an. Ama mesela 28 Şubat’a geldiği zaman iş, o emirleri verenlere bile – ki 28 Şubat o kararlardan sonra başlamış - mesela Erbakan’a niye bir sorumluluk atfetmiyor? Ya da 28 Şubat’taki gazetecilere neredeyse "asalım keselim" derken, 12 Eylül’e destek veren gazetecilere neden ilişilmiyor? İkincisi; lehe delil hiç toplanmıyor. Bir soruşturmada, şüphelinin lehine deliller de toplanmalı. Yine ortaklaşan bir hukuksuzluk; medya bir araç olarak kullanılıyor. Tüm süreç iddialar üzerinden okunuyor, savunmalarla hiç bağlantı kurulmuyor ve iddianameler üzerinden her şey söyleniyor. Oysa Türkiye yargısının geçmişteki durumu da ortada. Bu esaslara çok dikkat edilmeli. Mesela on yıl yatıp beraat edenlerin olduğu bir ülkede, iddianamelere daha mesafeli durmamız gerekirken, iddianameleri tartışmasız gerçekler gibi ele alıyoruz. Bu davaların tamamında hak ihlalleri var. Yani delillerin içeriğine girmeden söylüyorum bunu; belli başlı ağır hukuksuzluklar var. Belirleyici olan bir başka ortak nokta; bu davalarda hükümet çok etkin bir şekilde taraf olması. Hükümetin etkin şekilde taraf olduğu davalarda, gerçekten bu kişiler suçlu olsa dahi, adalet gerçekleşemez. En çok Deniz Feneri soruşturmasında gördük bunu. Hatta Sivas Davası'nda Başbakan çıkıp diyor ki; orada mahkûm edilenlerin çocukları çok üzgünler. Onların acılarına ilişkin sözler söylüyorlar. Orada yapılanların, oradaki ailelerin acılarını anlamak yerine, mahkûm olanların yakınlarıyla bir özdeşleşme kuruyor. Muhalefetin bir davayı eleştirmesi başka bir şeydir, iktidarın bu sözleri söylemesi başka bir şeydir. Hele bunun yanına HSYK’yı koyduğunuz zaman, bu saydığımız davaların hiçbirinde adil bir sonuç bekleyemeyiz. Mahkemelerde davalar aracılığıyla siyasi alanlar daraltılıyor. Mesela KCK soruşturması açıkça bir siyasi soykırım. Gene CHP’li olan belediyelere, sadece İzmir değil, oradaki sosyal demokrat belediyecilik örneği olan uygulamalar, yoksul çocuklara süt dağıtılması işte meyve dağıtılması resmen kriminalize edilmiş durumda.

- Dikili’deki bedava su uygulaması da dava konusu olmuştu, hatırlıyor musunuz?

Dikili diyebilirsiniz, İstanbul’daki belediyeler, Maltepe’ye, Kartal’a, Kadıköy’e kadar birçok belediye… Bunlar siyaset alanına yapılan saldırılar, aslında siyasi soykırım denebilecek saldırılar. Onun için şu anda Türkiye’nin en acil sorunun adalet sorunu olduğunu düşünüyorum.

 

'AKP, ırkçı söylemle, nefret söylemiyle iktidarını pekiştiriyor'

 

- Altı ay sonra nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz?

Ben AKP’nin 4-5 noktada çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisi dış politika, dış politikada tamamen çuvallamış durumda. Özellikle AKP’nin model ülke, stratejik ülke, komşularla sıfır sorun gibi ilkelerle çıktığı dış politika elinde patladı. Bu anlamda da Suriye’nin çok büyük bir soruna dönüşme tehdidi var. Hem de AKP’nin orada tüm prestijini yitirme ihtimali var, her ikisi de tehlikeli. Başbakan’ın konuşmalarına baktığınız zaman, bunları engellemek için çok gözü kara maceralara girebilir, oraya sürüklenebilir de. Ben hep Almanya’nın Polonya’yı işgal örneğini veriyorum; orada Polonya askeri üniforması girmiş Nazi askerleri bir Alman karakoluna saldırıp Polonyalılar saldırmış demişti, benzer bir provokasyonla kendimizi karşı karşıya bulabiliriz. Emperyalizmin orada bir denge oluşturduğunu anlaşılıyor, Türkiye de o dengeden yana görünüyor şu anda. O dengeyi bozabilecek bir gözü karalık yapabilir, o anlamda bir dış politika alanına sıkışabileceğini düşünüyorum. İkincisi makro göstergeler artık ekonominin de sürdürülebilir olmaktan çıktığını gösteriyor, büyümeden ziyade şişen bir ekonomi mevcut, bunu konsolide etmek için sürekli astronomik zamlar, gene içeride AKP’nin başarılı olduğunu iddia ettiği sağlık politikalarının git gide cilasının dökülmekte olduğu, eğitim sistemindeki kargaşa, bunların hepsinin içeride bir risk oluşturacağını… Bunların yanında AKP’nin karşı karşıya kalacağı sıkıntıların arasında, muhalefet cephesi de bu sorunların karşısında birbirine daha çok yaklaşıyor. Yani AKP’nin ülkeye yaptığı kötülüğü görüyor. Türkiye’nin en önemli sıkıntısı, inanılmaz şekilde kamplaşmış olması. AKP, bunu gidermek yerine, daha çok gererek, ırkçı söylemleriyle, nefret söylemleriyle iktidarını pekiştirmeye çalışıyor. Bunların hepsini riskler olarak görüyorum. Ama her ne kadar medya ya da iletişim kanalları muhalefete kapalıysa da, çok yetersiz bir muhalefet olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki günlerde belli başlı risk alanları nedeniyle AKP’nin o kadar rahat olamayacağını düşünüyorum.

 

'Silahlılarla görüşüyor, silahsızları hapsediyorlar'

 

- İktidar bir çan eğrisiyse, o çan eğrisinin aşıldığını düşünüyorum, kendi gözlemim olarak.

Bir de, Kürt sorunu alanında da sıkışacak. Özellikle Van depremi sonrası yerel yönetimle işbirliği yapmaya yanaşmamaları ve Van’ı adeta bir hayalet şehir haline getirmiş olmaları var. Uludere katliamı hakkında bunca geçen zamana rağmen kamuoyuna hâlâ bir açıklama yapılmaması, orada kim tarafından emrin verildiği, kimlerin sorumlu olduğuna dair hiçbir şeyin yapılmamış olması ve git gide BDP ile mesafesinin açılıyor olması, Kürt sorunu konusunda da AKP’nin çok sıkışacağını gösteriyor. Özellikle KCK operasyonları, AKP’nin kalıcı bir barıştan yana olmadığının çok açık göstergesi. Siz, bir siyasi hareketin silahlı olanıyla pazarlık yapacaksınız, silahsız olanını hapse atacaksınız. Büşra Erşanlı’yı, Ragıp Zarakolu’nu, Zeynep Kuray’ı, belediye başkanlarını tutuklayacaksınız ve silahlı olanlarla pazarlık yapacaksınız. İdris Naim Şahin gibi bir İçişleri Bakanı’nın olduğu bir kabine, bu anlamda hiçbir şey üretemez. Ülkemiz adına hep umutlu oldum, umutlarımın en azaldığı an İdris Naim Şahin’in o vatandaşa yaptıkları oldu. Bu İdris Naim Şahin nedeniyle değil, burada daha vahim olanı, onun yanında durup böyle bir olayı alkışlayacak olanlar ve bakanı istifa ettirecek bir mekanizmanın da olmaması. Hele Erzurum gibi, böyle bir olaya tepki duyacak bir halkın olduğu yerde İdris Naim Şahin sokağa çıkabiliyorsa, umutlarımızı azaltmamız gerekebilir diye düşündüm bir an. Kuşkusuz umutsuz olmayacağız, ama bu derece bir ahlaki, vicdani bir saldırının tepki almaması rahatsızlık verici olan. Ama ben Türkiye’nin tüm muhaliflerinden umutluyum, bu süreci, başta CHP olmak üzere umuda çevireceğiz. Bugünleri de atlatacağız, başka çaresi yok.