Gündem

RTÜK üyeleri Konuralp ve Taşcı, Tele 1 ve Halk TV'ye verilen ekran karartma cezasının iptali için mahkemeye başvurdu

13 Temmuz 2020 10:16

RTÜK’ün CHP kontenjanından seçilen üyeleri Okan Konuralp ile İlhan Taşcı; RTÜK'ün, Tele 1 ve Halk TV'ye verdiği 5 gün ekran karartma cezasının iptali istemiyle bugün idare mahkemesine başvurdu. Cezanın yürütmesinin durdurulması talep edilen başvuruda ifade özgürlüğü vurgusu yapıldı.

RTÜK, Halk TV'ye Medya Mahallesi programı, Tele 1'e ise ilahiyatçı Cemil Kılıç'ın katıldığı programdaki Diyanet'e yönelik değerlendirmesini gerekçe göstererek 5 günlük ekran karartma cezası vermişti. Verilen ceza kamuoyunda 'muhalefet medyayı susturma girişimi' olarak değerlendirildi. Ayrıca RTÜK'ün Halk TV ve Tele 1'e tekrar ekran karartma cezası vermesi halinde kanalların lisansın iptal edilebileceği belirtildi.

RTÜK'e CHP kontenjanından seçilen üyeler Okan Konuralp ile İlhan Taşcı, cezanın iptali için mahkemeye başvurdu.

"Beklenen, bu iktidarı sorgulayan, eleştiren, yeri geldiğinde yanlışlarını haberleştiren, doğruların izini sürerek özgür ve özgün yayıncılık yapmaya çalışan kanalların sesleri kısılarak, iktidar propagandası yapan kanallara izleyiciyi yöneltmekse bunun da bu çağın gelişmişliği, teknolojik gücü ve her türlü bilgiye, habere ulaşım kanallarının çokluğuyla gerçekleşmeyeceği aşikardır. Hal böyleyken sırf siyasal iktidarın politikalarını eleştirdiği için bir program nedeniyle, program bazında uygulanabilecek tedbirler yerine kanalın tüm yayınlarına karartma uygulanması hukukla, basın özgürlüğüyle açıklanamaz" ifadelerinin yer aldığı başvuru dilekçesi şu şekilde:

1. Halk TV logosuyla yayın yapan Halk Radyo ve Televizyon Yayıncılık Anonim Şirketi unvanlı medya hizmet sağlayıcı kuruluşun 16.06.2020 tarihli yayınında sunuculuğu Ayşenur Arslan tarafından yapılan "Medya Mahallesi" isimli programa gazeteci yazar Hüsnü Mahalli konuk olarak katılmıştır. Söz konusu yayına dair raporun görüşüldüğü 1.07.2020 tarihli Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun 2020/27 sayılı Sayılı toplantısında, Halk TV logolu ve Halk Radyo ve Televizyon Yayıncılık Anonim Şirketi ticari unvanlı yayın kuruluşuna, bu yayın ile; 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun'un 8'inci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan, "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olamaz" hükmünün ihlal edildiği gerekçesiyle 3’e karşı 6 üyenin oyuyla yayıncı kuruluşa 5 gün yayın durdurma cezası verilmesine karar verilmiştir.

Usule ve yasaya açıkça aykırı nitelikteki kararın öncelikle yürütmesinin durdurulması ve netice olarak da iptali istemli işbu davanın açılması zorunluğu doğmuştur.

II. İPTAL NEDENLERİ

1. Belirtilen programa konuk olarak Gazeteci-Yazar Hüsnü Mahalli katılmıştır. Programın moderatörü Ayşenur Arslan ve Hüsnü Mahalli arasında aşağıda yer alan ifadelerin sarf edildiği görülmüştür:

Ayşenur Arslan: Şimdi Türkiye'de çok uzun zamandır biz bunu zaten biliyoruz, ne zaman ki içeride sıkışılsa hemen gözleri dışarıya çevirirler, dün mesela Pençe Harekatı, Kuzey Irak'a bomba atmışız, ben bu Pençe Harekatlarını, Kartal Harekatlarını, efendim işte Şahin Harekatları derseniz onun adını son 20 senede herhalde sekiz bin kere okumuşumdur. Her seferinde sanki yerle yeksan edilmiş gibi davranırlar, hiç de öyle olmadığı ortaya çıkar, artık yani ben utanıyorum biliyor musunuz bir televizyoncu olarak bir gazeteci olarak her gün televizyonda bunları son dakika son dakika görünce utanıyorum. Yani doğru değil bunlar ya.

Hüsnü Mahalli: 87'de olması lazım, Saddam ile bir anlaşma imzalandı yani bu Adana Antlaşması gibi Suriye ile Türkiye Kuzey Irak'a girip PKK'yı takip edebilir antlaşması. O tarihten sonra yani 87'den 2007'ye kadar tam 27 kez sınır ötesi operasyonu yapıldı. Tam 27 kez, onun dışında o senin dediğin gibi pençe mençe yani havadan operasyonlar bilmiyorum yani yüzlerce kez olmuştur. Şimdi sonuç itibariyle iktidarın veyahutta devletin söylediği PKK'yı mahvettik, mahvettik, mahvettik, mahvettik, tamam mahvettik güzel mahvettik de bugün PKK Fırat'ın doğusunda yaklaşık olarak 60-70 bin civarında militanı var, tankı, topu, füzesi, roketi, kimyasal silahı aklına ne gelirse her şeyi var. Yani onun için hani mahvettik dünkü operasyonda olduğu gibi yerle bir ettik tamam etmiş olabilirler bilmediğimiz bir konu.

Ayşenur Arslan: Yani yıllar öncesinden bir şey geldi aklıma, şimdi CNN Türk'deyim, Medya Mahallesi yapıyorum. Bir gene son dakika patladı her yerde, müthiş ciddi bir son dakika. O sırada da Davutoğlu Dışişleri Bakanı. O kadar büyük bir gelişme ki son dakika lafı yetmez yani. Şimdi üçlü mutabakatla Türkiye, Amerika, Irak üçlüsünün mutabakatı ile PKK'nın o zaman PYD lafları yoktu zaten hatırlarsın PKK'nın önde gelen 51 ismi ya da 50 ismi tamam geçmiş gün ama öyle ya da 15 ismi çok önemli ama isimler Karayılanı var osu var, busu var, şusu var. Bunlar Türkiye'ye teslim edilecek mutabakata varılmış. Şimdi dedim ki çocuklar cek, cak öyleymiş böyleymiş falan filan da hani ben dedim o zaman bile bakın şimdi 2800 örnek gördüm diyorum o zaman da 1800 örnek görmüşlüğüm vardı. Dedim ki buna inanıyor musunuz dedim, haber müdürü o sırada abla dedi bakan söyledi dedi. Yavrum dedim bu ülkede bakanlar bize doğruyu söylememek için varlar zaten. Başka bir hikaye anlatmak için varlar. Ve nitekim oldu mu? Olmadı. Ama seyirciye o gün yapılan servis yaşasın geliyor PKK'nın bütün önde gelenleri, teslim edildi, edilecek şu anda yola çıktılar, hayır, ben gazeteci olarak bunu araştırıp doğru mu, değil mi anlayabilirsem bunu, bunun haberini veririm ben, son dakika değil, tarihi dakika diye veririm. Ama çıkıyor birisi bize masal anlatıyor, o masal dönüyor, dönüyor, dönüyor. Şimdi gelelim bölgeye şimdi bize anlatılan masallar var bir de gerçekler var...

Hüsnü Mahalli: Libya'daki savaşın iki tarafı var, birisi Türkiye, öbürü de Mısır. Mısır'ın yanında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri var, tepede Amerika, Rusya var. Şimdi böyle baktığında sorulması gereken soru şu; ya kardeşim Türkiye Libya'da ne yapıyor? Yani neyin peşinde? Yani efendim işte orada 1 milyon Osmanlı bakiyesi var, nüfusu zaten 6 milyon onun 1 milyonu Türkmüş meğer. Onu bilmiyoruz yok öyle bir şey tabi de. Bakiye varsa şurada yanı başında şeyde var yani, Batı Trakya'da var, gidip orayı da alalım o zaman. Yani bakiyeden söz edeceksek, o da yetmiyorsa bir de Bulgaristan'a dalalım orayı da alalım, o da yetmiyorsa Kerkük, Musul'a gidip orayı da alalım. Bakiyeden söz edeceksek şimdi bu değil yani saatlerce konuşabilirim, Libya meselesini çünkü konuşamıyoruz. En son olayda işte Müyesser ile İsmail olayında yaşadık. Libya ile ilgili bir şey açıklayamıyoruz, anlatamıyorsun.
Ayşenur Arslan: Şeyde Barışlar, Murat Ağıreller sonra Müyesser evet. Hep yollar Libya haberlere çıktı.

Hüsnü Mahalli: Oysa açık kaynaklardan hiç hiç böyle gizli mizli açık kaynaklardan her tarafı takip ettiğim için inanılmaz sevimsiz bir durum var Libya'da.

Ayşenur Arslan: Nasıl yani?

Hüsnü Mahalli: Türkiye açısından. Nasıl yani var mı Türkiye açısından? Şimdi bir örnek vereyim, şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan dedi ki biz Libya'ya Ömer Muhtar'ın torunları için gittik. Sisi ne yaptı Mısır Cumhurbaşkanı, onları buldu Ömer Muhtar'ın torunlarını buldu, o büyük bir aşiret, çünkü aşiret meclisi toplandı çok açık bir bildiri yayınladı ve basın toplantısı yaptılar Erdoğan ile ilgili ne ağır kelimeler kullandılar inanılmaz ağır kelimeler kullandılar. Çok ağır laflar var çok, şimdi onları söyleyemem. Dolayısıyla böyle dandik oyunlar var orada, ama bir şey var bak, biz Suriye'yi 10 yıldır konuşuyoruz, bundan sonraki süreçte, bu bir şey anlaşılmıyor Libya ile ilgili işte kim nerede, ne kadar ilerledi ve Libya haritasını verirseniz bölgesi ile beraber, evet bölge ile beraber orada bir şey söyleyeceğim çünkü, Ayşenur bak biz 10 yıldır Suriye'yi konuşuyoruz tamam mı, 10 yıldır Suriye'yi konuşuyorsak bundan sonraki süreçte yani Türkiye'nin Suriye'de yapmakta olduğu, yaptığı, yapacakları ile ilgili olarak, çok net söylüyorum bu böyle devam ederse, biz Suriye'yi 30 yıl konuşacağız. Herkes yazsın bunu, bak herkes bunu not etsin 30 yıl. İki Libya'ya geliyorum, buraya baktığımda bak haritanın sağ tarafında Mısır var, sol tarafında Cezayir ile Tunus var, aşağıda da Çad var, Nijer var. Mısır'da Müslüman Kardeşler var, yani Erdoğan'ın sahiplendiği Müslüman Kardeşler var, yani toplumda var çünkü iktidarda yoklar. Şimdi Türkiye şunun peşinde benim gördüğümü okuyorum ben nasıl görüyorsam onu söylüyorum, Türkiye Libya'da şimdi kendine göre şimdi üs kuruyor bak deniz ve hava üssü kuruyor. Bunlar yazılıyor öyle yazılıyor ki, deniz ve hava. Şimdi Türkiye'nin derdi ne biliyor musun? Bazıları diyebilir ki evet abi biz büyük devletiz tabiki böyle yapacağız. Mısır'ı karıştırmak, Libya üzerinden, Sudan'ı karıştırmak, çünkü Sudan'da biliyorsun El Beşir vardı darbe ile gitti şimdi orada Türkiye karşıtı yani Erdoğan karşıtı bir iktidar var. Sudan'ı orada da Müslümanlar var İslamcılar var daha doğrusu, Tunus'da İslamcılar var Gannuşi.

Ayşenur Arslan: Zaten Serrac'ın arkasında Müslüman Kardeşler koalisyonu var. Daha doğrusu Müslüman Kardeşler var.

Hüsnü Mahalli: Kimler var en radikal gruplar var. En radikal yani IŞİD, NUSRA gibi. Zaten Suriye'den oraya 10 bin kişi taşındı oraya.

Ayşenur Arslan: İŞİD falan da var mı?

Hüsnü Mahalli: Suriye'den Libya'ya 10 bin kişi zaten söylüyorlar bunları yani Cumhurbaşkanı Erdoğan da söyledi yani Suriye'den götürdük söyledi bunu. Ama rakamlar söylenmiyor ama şeyler bu bazıları yakalandı çünkü oraya gidenler.

Ayşenur Arslan: Tamam da yanı ÖSO'cuları falan götürdüğünü biliyoruz ama sen IŞİD'e kadar vardırdın işi.

Hüsnü Mahalli: O şeyde İdlip'te, NUSRA yok mu? NUSRA nedir, KAİDE; KAİDE ne, IŞİD.

Ayşenur Arslan: HTŞ yani gene IŞİD.

Hüsnü Mahalli: Yani tek tek bunları şöyle şey gibi söylemenin bir biz genel olarak bunların yüzde yüzü doğru bunların. Şimdi dolayısıyla Mısır'ı karıştıralım, Sudan'ı karıştıralım, Cezayir'de İslamcılar var Cezayir'i...

Ayşenur Arslan: Peki neden bu stratejinin bir...
Hüsnü Mahalli: Dünya lideri olmak.

Ayşenur Arslan: İslam aleminin lideri olmak, oradan da dünya.

Hüsnü Mahalli: İslamcıların, İslam aleminde hiç kimse bugün Türkiye ile arası hiç iyi değil hiç bir ülke.

Ayşenur Arslan: İslam aleminin değil de İslamcıların lideri olmak.

Hüsnü Mahalli: Evet evet, bir tek Katar ile aramız iyi devlet olarak söylüyorum orada da Türk askeri var. Orada da komik bir durum var, gerçekten komik. Katar, Körfez ülkeleriyle işte geri kalan Körfez ülkeleriyle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn filan hepsiyle düşman. Ve efendim Türk ordusu gitti Katar Emiri'ni koruyor öbürlerine karşı. Şimdi bak Türkiye'de, Katar'da, Suudi Arabistan'da, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn'de, Umman'da hepsinde Amerikan üssü var. Ne oluyor yani birisi çıksın bana anlatsın ya kim kimi koruyor?

Görüldüğü gibi söz konusu programda, son dönemde kamuoyunda en çok konuşulan konuların başında gelen siyasi iktidarın Libya politikasına yönelik değerlendirme yapılırken, bu politikanın yanlışlıklarına ilişkin eleştirilere de yer verilmiştir.

2. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nca; gazeteciler tarafından yapılan değerlendirme ve eleştiriler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik bir itham olarak görülmektedir. Bu noktada devlet politikasıyla, siyasal iktidarların uyguladığı politikalar arasındaki ayrım önem kazanmaktadır. Hem programın sunucusu, hem de konuk gazetecinin değerlendirmelerine bakıldığında devletin birliği ve bütünlüğüne yönelik yürüttüğü bir politika değil, iktidarın kendi siyasal marj alanına dönük uluslararası arenadaki hareketinin eleştirildiği açıktır. İktidar politikalarının eleştirilmesinin bağlamından kopartılarak, devlete yönelik bir saldırı/itham olarak yorumlanmaya başlanması, demokratik bir hukuk devleti açısından sorunludur. Zira, seçimle başa gelmiş bir iktidarın politikalarının eleştirilmekten vareste tutulması düşünülemez. Sonuçta bir siyasi parti olan iktidarın eleştirilmesi, devlete yönelik işlenmiş “suçlar” kategorisinde değerlendirildiğinde karşımıza “parti devleti” çıkartacaktır ki, bunun demokrasinin ve hukuk devleti ilkesinin ihlali anlamına geleceği son derece sakıncaları olacağı asıl bu nedenle ülkenin birlik ve bütünlüğünün tehlikeye düşeceği tarihsel olarak görülmüştür. Bir siyasi partide yaşanacak gelişmeler nasıl ki devlete atfedilemeyecekse, partiye yönelik eleştiriler de devlete yapılmış sayılamaz. Diğer türlü partide oluşacak bir ayrışma, bölünme, çatışma –ki mevcut iktidar partisi de bunları yaşamış içinden iki ayrı grup çıkmıştır şu ana kadar- devlette de yaşanacak anlamına mı gelecektir? Bu son derece tehlikeli bir bakış açısıdır.

Üst Kurul tarafından değerlendirilen programa ilişkin uzman raporunda, değerlendirmelerin resmi açıklamalarla çeliştiği; kamuoyu gündemi ile uyumlu olmadığına yönelik tespitler yapılmış olması da gazetecilik açısından hayli sorunlu bir bakıştır. Gazetecilerin yazacakları, söyleyecekleri ve yorumlarının resmi açıklamalar dışında olamayacağına ilişkin bir yaklaşım, belli bir merkezde masa başında hazırlanan metinlerin gazetelere ya da televizyonlara aktarılması anlamına gelir ki, evrensel anlamda bu faaliyete de gazetecilik denilemez; PR çalışması olur bunun adı.

Edebiyatçı ve gazeteci George Orwell’in evrensel gazetecilere de yol gösteren “Gazetecilik birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır, girişi halkla ilişkilerdir” sözü dikkate alındığında, gazetecinin hangisini seçeceği kişisel bir tercihtir. Evrensel ilkeler açısından gazeteciden beklenen, yazdıklarının, söylediklerinin birilerinin hoşuna gitmese bile ısrarla yazması ve söylemesidir. Bu nedenle bir gazeteci, eleştirilemez, yargılanamaz, hele hele hükümetin resmi politikalarına aykırı, karşıt söylemler geliştirmesi nedeniyle bir televizyon kanalının ekranının 5 gün karartılması basın özgürlüğü, halkın haber alma özgürlüğü ve demokrasi açısından düşünülemez.

“Kamuoyu gündemi ile uyumlu yayın” anlayışı ise tam anlamıyla istenilenin konuşulması, yazılması, istenilmeyenin ise duyurulmaması anlayışını öne çıkartır ki, bunun da demokrasilerde yeri yoktur. Gazeteciler kendi gündemlerini, kendi bakış açılarıyla belirler ve o doğrultuda çalışmalarını sürdürürler. İstenileni yazan, istenmeyeni görmezden gelen bir anlayışa gidilir ki, bunun da düşünce ve özgürlüğünün anayasal koruma altına alındığı demokratik bir hukuk devletinde yeri yoktur.

Söz konusu programdaki yorum ve değerlendirmeler, eleştiri sınırları içinde olup herhangi bir hakaret, tehdit, aşağılama içermemektedir. Gazetecilerin iktidarın dış politikasına yönelik eleştirilerinin, "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olamaz" hükmünü ihlal ettiği değerlendirmesi zorlama, gazeteciliğin doğasına yönelik doğrudan doğruya müdahale, iktidar partisini devletle bir tutmaya dönük sakıncalı bir karardır.

3. Anayasa’nın 25. maddesinin birinci fıkrasında; “herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine sahip olduğu” belirtildikten sonra, 26. maddesinin birinci fıkrasında; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar” hükmüne yer verilerek ifade özgürlüğü güvence altına alınmıştır.


İfade özgürlüğü yalnızca düşünce ve kanaatlerin içeriğini değil iletilme biçimlerini de koruma altına almaktadır. Anayasa’nın 26. maddesinde ifade özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar söz, yazı, resim veya başka yollar olarak ifade edilmiş ve başka yollar ifadesiyle her türlü ifade aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasının son cümlesinde; ifade özgürlüğünün radyo, televizyon ve benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel olmadığı ifade edilerek radyo ve televizyon yayınlarının da 26. maddenin koruması altında olduğu belirtilmiştir. Radyo ve televizyon yayınlarının ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır.

Anayasa’nın 28. maddesinde ise basın özgürlüğü güvence altına alınmış, maddenin birinci fıkrasının ilk cümlesinde “Basın hürdür, sansür edilemez” hükmü yer alırken, ikinci fıkrada “Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır” düzenlemesine yer verilmiştir. Maddenin üçüncü fıkrasında ise basın özgürlüğünün sınırlanmasında, Anayasa’nın 26. ve 27. maddeleri hükümlerinin uygulanacağı ifade edilmiştir. İfade ve basın özgürlüğüne sınırlama getirilirken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

 

Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” denilmektedir. Anayasa’nın anılan maddesi uyarınca ifade ve basın özgürlüğü, yalnızca kanunla ve Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabilir. Ayrıca getirilen bu sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz" kuralına yer verilmiştir.

 

5187 sayılı "Basın Kanunu"nun "Basın özgürlüğü" başlıklı 3. maddesinde de; "Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir. Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir." denilmek suretiyle sınırlamanın hangi şartlarda ve nedenlerle yapılacağı açıkça belirtilmiştir.


İfade özgürlüğü; çoğulcu ve anayasal demokrasilerin temel taşlarındandır. Farklı tanımlara yer verilmekle birlikte genel kabule göre, ifade özgürlüğü; insanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği fikir ve kanaatlerden dolayı kınanmaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte meşru yöntemlerle dışa vurabilme imkan ve serbestisidir. İfade özgürlüğü, sadece “düşünce ve kanaat sahibi olmayı” değil, “düşünce ve kanaatlere ulaşma” ve “düşünce ve kanaatleri açıklama, yayma” özgürlüklerini de kapsamaktadır. Ayrıca ifade tarzları, biçimleri ve araçları da bu özgürlük kapsamındadır.

İfade özgürlüğü; insan hakları hukuku belgelerinde ve anayasalarda, temel haklar ve ödevler kategorisinde, birinci kuşak haklar arasında yer almaktadır. Bu nedenle çoğulcu demokrasilerde ifade özgürlüğü; herkes için geçerli, özüne dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir hak ve yaşamsal önemde bir özgürlük niteliğindedir.

İfade özgürlüğü demokratik toplumların vazgeçilmez ana unsurlarından en önemlisidir. İfade özgürlüğü, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası hukuk, Anayasamız, çeşitli yasalar, Yargıtay içtihatları ve AİHM kararları ile güvence altına alınmıştır.

Şöyle ki; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın ‘Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ başlıklı 26. maddesinde; ‘Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar...’ 28. maddesinin birinci fıkrasında ‘basının hür olduğu ve sansür edilemeyeceği’, üçüncü fıkrasında ‘basın ve haber alma özgürlüğü bakımından devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğu’ hükümleri ile ifade özgürlüğü anayasal güvence altına alınmıştır. Anayasal güvence altındaki basın özgürlüğü, düşünce ve kanaat özgürlüğünün yayılması sırf bir iktidarın hoşuna gitmemesi, duyulmasını istememesi gibi tamamen siyasi gelecek ve hedefler nedeniyle ortadan kaldırılamaz.

Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrası; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükmünü içermektedir. Bu nedenle iç hukukumuz açısından, Türkiye'nin taraf olduğu 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’de (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-AİHS) ifade özgürlüğünün nasıl düzenlendiği ve AİHS'nin esas uygulayıcısı ve içtihat mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) ifade özgürlüğüne yaklaşımı önem kazanmaktadır.

AİHS'nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir”.

AİHM’ye göre ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS'nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz. (Handyside/Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976).

Yine AİHM’ne göre hükümete karşı eleştirinin sınırları, bir vatandaşa hatta bir politikacıya göre daha geniştir. Demokratik bir sistemde, Hükümetin eylemleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargı makamlarının değil aynı zamanda basın ve kamuoyunun da yakın incelemesine tabi tutulmalıdır.(AİHM Castells/İspanya, Başvuru No: 11798/85, Para. 46)

Bir başka AİHM kararına göre; ifade özgürlüğünün, toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHM’nin de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi yalnızca toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü haber ve düşüncelerin değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın demokratik toplumdan bahsedilemez (AİHM Handyside/Birleşik Krallık, Başvuru No: 5493/72, Para. 49).

Demokratik toplumların olmazsa olmazı düşünce ve ifade özgürlüğü, halkın haber alma özgürlüğünün, gerek uluslararası hukukta gerekse iç hukukta güvence altına alınması göz önüne alındığında Halk TV logolu yayın kuruluşunda yer alan değerlendirmelerin basın ve ifade özgürlüğü, düşüncenin yayılması özgürlükleri kapsamında olduğu açıktır.

Mevcut iktidarın dış politika ve kararlarının sorgulandığı, yer yer eleştirildiği yayında, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun'un 8'inci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan, "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olamaz" hükmünün ihlal edilmesi söz konusu değildir. Yalnızca bir iktidarın eleştirilmesi nedeniyle ulusal düzeyde yayın yapan bir televizyon kanalının 5 gün boyunca ekranlarının karartılması, yalnızca bu kanalın değil Türkiye’nin de geleceğinin karartılması anlamına gelir. Gazetecilerin eleştirilerini Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüne yönelik saldırı olarak değerlendirip ceza veren anlayış, aslında uluslararası arenada kendi ülkesine en büyük zararı verecektir. Doğrudan doğruya basın özgürlüğünü hedef alan, Türkiye’nin uluslararası saygınlığına gölge düşürecek, üçüncü sınıf ülkeler kategorisinde görülmesine neden olacak, kendi onayları dışındaki hususların yazılmasını, duyurulmasını istemeyen ülkeler benzeri basına karartma uygulayan bir anlayış, Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapmış olacaktır.
Eğer gazeteci ve televizyoncular yalnızca resmi görüşe yer verecek ve bu görüşü de hiçbir şekilde eleştiremeyecekse, şu an RTÜK’ün denetiminde olan 1700 radyo ve televizyonun varlığı anlamını yitirecektir. Eğer amaçlanan çok kanallı tek sesli Türkiye ise tüm televizyonların fişleri çekilir, lisansları iptal edilir ve şu an bu görevi yasasına aykırı bir şekilde sürdüren TRT yayınları üzerinden bu amaç gerçekleştirilir. Eğer beklenen; bu iktidarı sorgulayan, eleştiren, yeri geldiğinde yanlışlarını haberleştiren, doğruların izini sürerek özgür ve özgün yayıncılık yapmaya çalışan kanalların sesleri kısılarak, iktidar propagandası yapan kanallara izleyiciyi yöneltmekse bunun da bu çağın gelişmişliği, teknolojik gücü ve her türlü bilgiye, habere ulaşım kanallarının çokluğuyla gerçekleşmeyeceği aşikardır. Hal böyleyken sırf siyasal iktidarın politikalarını eleştirdiği için bir program nedeniyle, program bazında uygulanabilecek tedbirler yerine kanalın tüm yayınlarına karartma uygulanması hukukla, basın özgürlüğüyle açıklanamaz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında da işaret edildiği gibi “ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın ‘demokratik bir toplum’ olamaz” kararı ışığında, gazetecilerin iktidara yönelik değerlendirmeleri hoş karşılanmasa da RTÜK eliyle bu hoşnutsuzluğun cezalandırılması, ekranının karartılması ulusal ve uluslararası kural ve kararların hiçe sayılması anlamına gelecektir. Anayasanın 28. Maddesindeki “Basın hürdür, sansür edilemez” güvencesinin, 5 günlük ekran karartmasıyla yok edileceği ve bu cezanın fiili sansüre dönüşeceği açıktır.
Gazetecilerin varlık nedeni halkın gerçeklerden haberdar olması, gerçeğin haberini almasıdır. Haber alma hakkı basın özgürlüğünden, düşüncenin yayılmasından bağımsız düşünülemez, bir bütündür. Oluşan düşüncenin yayılması, toplumun da haber alması bir bütün olarak basın özgürlüğü anlamına gelecektir. Birisinin eksikliğiyle bu özgürlüğün sakatlanacağı açıktır.

Hem Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun dava konusu kararına muhalefet eden üyeler olarak ve hem de Sarı Basın Kartı sahibi gazeteciler olarak söz konusu işlemin iptali ve yürütülmesinin durdurulması talebiyle işbu davayı açmak zorunluğu doğmuştur. Zira RTÜK Üyeleri olarak basın özgürlüğü ve düşüncenin yayılması özgürlüğünün güvence altına alınması yasal görevimizdir. İfade özgürlüğünü ve düşüncenin yayılması özgürlüğünü güvence altına almak her RTÜK Üyesinin görevleri arasındadır. RTÜK’ün hem denetleme hem de düzenleme görevi vardır. Düzenleme görevi, özgür yayıncılık ortamını oluşturma, yayıncıların karşılaşacağı olası engelleri ortadan kaldırma ve haber alma hakkına tüm yurttaşların erişimini de kapsamaktadır.
RTÜK’ün aldığı son karar, hükümete dönük eleştirilerle devlete yönelik yapılan söylemler arasındaki ayrımı yapmadığı/yapamadığı eleştirilerini ve tespitlerini daha güçlü hale getirmiştir.
III. YÜRÜTMENİN DURDURULMASI KOŞULLARI GERÇEKLEŞMİŞTİR.

Yukarda ayrıntılarıyla izah edildiği üzere, dava konusu işlem açıkça hukuka aykırıdır ve uygulanması halinde gerek yayıncı kuruluş, gerek kamuoyunun haber alma özgürlüğü ve gerekse Anayasa ve İnsan Hakları alanındaki uluslararası mevzuat ve yargı kararları ile güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğü ve keza basın özgürlüğü açısından telafisi güç ve imkânsız zararlar doğacaktır. İYUK.’nun 27/2. Maddesinde öngörülen koşullar gerçekleşmiştir. Bu yönüyle basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkına yönelik doğrudan doğruya karartma anlamına gelecek kararın uygulanmasıyla oluşacak telafisi güç sonuçların ortaya çıkmaması bakımından Üst Kurul kararının yürütmesinin durdurulmasını talep ederiz.