Arif Ali Cangı
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüsü
Bugün uygulanan neoliberal ekonomik politikalarla insan emeği sömürüsünün yanı sıra doğal varlıklar da sömürünün hedefi haline geldi. Sürekli ve hızlı büyümeyi hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal kaynak rezervleri hızla tükenmekte, oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturmaktadır. Teknolojik gelişmelerle var olan kapitalist sistemin sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Yaşam kaynaklarının hızla tüketilmesi, yaşam alanlarının kirletilmesi ve yaşanan küresel iklim değişikliği ile ekolojik yıkımın eşiğine gelmiş durumdayız. Bu sistem, eşitsizliklerin, hiyerarşinin, merkezileşmenin ve şiddetin kurumsallaşmış biçimde gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği, dayanışmanın yok edildiği bir toplum düzeni yaratmıştır.
Diğer yandan 2008 küresel ekonomik krizine karşı hükümetler, çevresel etkilerini önemsemeden mega projeler üretmeye başladılar. Özellikle Balkan ülkelerinde kültürel ve doğal olarak korunması gereken yerlerde, insanlar ve diğer canlılar için yaşamsal öneme sahip alanlarda hiç bir sınırlama olmadan altın madenciliği, nükleer santraller gibi çevresel yıkımlara yol açan yatırımlar yapıldı.
Benzer durum ülkemizde de yaşanıyor, bir yandan adına çılgın projeler denilen, aralarında otoyollar, kömür yakıtlı termik santraller, Akkuyu ve Sinop'ta anlaşmaları yapılan, arkasının geleceği söylenen nükleer santraller, İstanbul'a 3.Boğaz Köprüsü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, İzmir-İstanbul arasına yapılan otoyol ve körfez geçişi, İzmir Körfezine köprü/tüp geçidin bulunduğu 35 proje ve diğer yandan da Kazdağları'nda, Bergama ve Kozak Yaylasında, İzmir'in su havzası olan Efemçukuru'nda, Uşak Kışladağı'nda, Artvin'de, Erzincan'da, Gümüşhane'de ve daha pek çok yerde altın madenciliği, insanlığın ortak kültür mirası Hasankeyf'i yok edecek olan Ilısu Barajı ve diğer barajlar, her derenin üzerine kurulan HES'ler ile tam bir çılgınlık halini yaşıyoruz.
“Ne pahasına olursa olsun büyüme” anlayışıyla üretilen bu çılgın projelerin, kırılgan hale gelmiş olan ekosistem üzerindeki baskıyı daha da artıracağı artık herkesçe bilinmektedir. Şimdi sorulması gereken soru; "bu çılgınlığa karşı yaşamı nasıl koruyacağımız"dır.
Bu alanda kabul edilmiş bir takım hukuksal korumalar vardır. Çevre sorunlarının ortaya çıkması üzerine geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren çevre koruma hukuku oluşturulmaya başlanmış, Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) kavramı da bu dönemde çevre koruma hukukuna girmiştir. ÇED, çevreye olumsuz etkileri olan yatırımların, çevresel etkilerinin en aza indirilmesi için alınması gereken önlemleri ifade eder. Dikkat edilirse, çevresel olumsuz etkileri sıfıra indirmekten değil, en aza indirmekten söz edilmektedir. Bu nedenle toprağın, suyun, havanın, dolayısıyla yaşamın korunması için zaten tam olarak işletilemeyen ÇED de tek başına yetmeyecektir.
Türkiye ÇED ile 1993 yılında ÇED Yönetmeliğinin yürürlüğe girmesiyle tanıştı. Yönetmelik, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren defalarca değişikliğe uğradı. Değişiklikler korumaya yönelik değil, istisnaları artırmaya yönelik oldu ve bir türlü koruma güvencesi oluşturamadı. Son yıllarda da siyasi iktidarların uyguladığı ekonomik politikaların sonucu yapılan yasal değişiklikler ve uygulamalarla koruma hukuku iyice aşındırıldı
ÇED yönetmeliğinin 6’ncısı da korumuyor;
Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği'nin altıncısı 3 Ekim 2013 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yapılan son değişiklikle yargı tarafından iptal edilen önceki düzenlemeler sözcük oyunlarıyla yeniden getirildi. Yönetmelik değişikliğinin, korumacı çevrelerin tüm uyarılarına rağmen torba yasa içine gizlenerek yasalaşan ÇED muafiyeti yasası düzenlemesi için yapıldığı anlaşılıyor. Yeni Yönetmelikle, ilk ÇED Yönetmeliğinin yayımlandığı "7.2.1993 tarihinden önce üretime ve/veya işletmeye başlayan Projeler" ile "23.6.1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup; 29.5.2013 tarihi itibariyle planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler" ÇED kapsamı dışında tutuluyor. Böylelikle, İstanbul’a 3. köprü, 3. havaalanı, Gebze-İzmir otoyolu, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı, nükleer santraller gibi çevresel olumsuz etkileri yoğun olan çılgın projeler ÇED kapsamı dışına çıkartılıyor. Daha önce maden, petrol, doğalgaz, kaya gazı veya jeotermal arama faaliyetlerine tanınan ve yargı tarafından iptal edilen ÇED muafiyeti, "ÇED gerekli değildir"e dönüştürülüyor, afet riski altındaki alanların dönüştürülmesinde ÇED süreci öngörülmüyor, ÇED Olumlu Kararı alan projelerin inşaat dönemine ilişkin izleme ve kontrolü, raporlama çalışmaları bakanlıkça yetkilendirilmiş kurum ve kuruluşlara verilerek, denetim özelleştiriliyor. ÇED'in koruma sağlayabilmesinin en önemli güvencesi halkın katılımıdır. Uygulamada halkın katılımı basit bir formalite olarak görülmektedir, yeni yönetmelikte de “halkın katılımı” da yüzeysel ve aldatmaca işlemler olarak düzenleniyor. Kısaca, ‘çılgın’lıkların önüne geçilmesi istenmiyor.
Şimdi düşünmemiz gereken koruma açığı yaratacak bu hukuksal düzenlemelerle çılgın projelerin yaratacağı yıkımdan nasıl korunacağımızdır. Bunun için, demokrasiyi geliştirmek, karar süreçlerine halkın katılımını sağlamaktan başka çıkış yolu gözükmüyor. Halkın katılımı hem ekolojinin korunmasının en önemli güvencesi, hem de demokratik toplum olmanın bir gereğidir. Gezi direnişi ile bunun somut örneği yaşandı, şiddetsiz demokratik tavırla örnekleri çoğaltmalıyız.
Bunun güvencesini de yaşamı tehlikeye atan çılgın politikalara karşı, insanın yabancılaşmasının önüne geçecek, doğayla uyumlu, toplumsal yaşamı hedefleyen siyasetin örgütlenmesi oluşturacaktır.