Celal Üster*
12 Eylül askeri darbesini izleyen günler geliyor aklıma. Gözlerimin önünden, tutuklanan şüphelilerle birlikte televizyon ekranlarında sergilenen silahlar ve kitaplar geçiyor. Kamuoyunda silah ile kitabın, “terör” ya da “şiddet”in aynı ölçüde birer aracı olduğu izlenimini uyandırmayı amaçlayan görüntüleri anımsıyorum.
12 Eylül’ün insan ve kitap düşmanı günlerini onca yıl sonra bana anımsatan, Hasan Cemal, Müslüm Yücel ve Tuğçe Tatari’nin, Gaziantep’te PKK’ye karşı düzenlenen bir operasyonda şüphelilerin evlerinde bulunan kitaplarının 3. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından toplatılması.
Evde “ele geçirilen” ve toplatılmasına karar verilen kitaplar, Hasan Cemal’in “Delila, Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlüğü” ve “Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri”, Tuğçe Tatari’nin “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim”, Müslüm Yücel’in “Abdullah Öcalan: Amara’dan İmralı’ya” adlı yapıtları...
Ülkemizde bir süredir iktidarca “istenmeyen haberler” yayımlayan gazeteciler tutuklanıyordu. Habercilik yaptıkları için tutuklanan gazetecilerin son örnekleri Can Dündar ile Erdem Gül olmuştu. Şimdi sıra 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde olduğu gibi kitaplara geldi anlaşılan. Hem de, söz konusu kitapların yeni yayımlanmadığı düşünülecek olursa, 12 Mart döneminin ünlü deyimiyle “makabline şamil”, yani geçmişi kapsayacak biçimde...
Amaç, belli ki, kitabı, yani düşünceyi de, silahın yanına koyarak “terör aracı” kapsamına sokmak.
Savcının da, yargıcın da bu toplatma kararının alındığı kısa süre içinde bu kitapları okuma, inceleme olanağı bulduklarını sanmak safdillik olur! Olsa olsa, Hasan Cemal’in “Delila” kitabının adına bakarken ilk beş harfini, yani “Delil”i okumuş olabilirler!..
+ + +
Sık sık ne kadar dürüst ve namuslu olduklarından dem vuran insanlar bende hep kuşku uyandırmıştır. Dürüstlük, namusluluk ve erdemlilik, bu niteliklerden yoksun kişilerin dillerinden düşürmedikleri sözcüklerdir. Brecht’in dediği gibi, ne zaman çok büyük erdemlerden söz edilse kuşkulu bir durum var demektir.
Demokrasi de böylesi sözcüklerdendir.
Bir ülkede “demokrasi” sözcüğü ne kadar çok kullanılıyorsa, hele yönetenler ikide bir “demokrasi”den dem vuruyorlarsa, o ülkede demokrasinin varlığından kuşkuya düşmez misiniz?
Seçilmiş cumhurbaşkanı, daha yeni anayasa yapılmadan, başkanlık sistemi tartışılma aşamasındayken, “tek adam”lığını uygulamaya geçirmişse…
Cumhurbaşkanı, kimlerin yargılanması ve tutuklanması gerektiğini oturduğu yerden buyurabiliyorsa…
Yargı ve hukuk sistemi, nerdeyse tümüyle iktidara bağımlı kılınmışsa…
Seçim sisteminde yüzde on barajı hâlâ ısrarla korunuyorsa; milletvekili adayları büyük ölçüde partilerin başındakilerce belirleniyorsa…
İktidarın anlayış ve uygulamasına söz ve edimleriyle karşı çıkanlar “casusluk, vatan hainliği ve darbecilik”le suçlanabiliyorsa…
Gazeteler ve TV kanallarının büyük bölümü, iktidarın arka çıkıp kayırdığı şirketlerin egemenliği altına girdiyse…
Özünde eleştirme ve karşı çıkma özgürlüğü olan basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü ayaklar altına alınmışsa…
Kürt sorununda “barışçı çözüm” bir kez daha askıya alınmışsa…
Devletin gözü, kültür, sanat, edebiyat alanındaki ödül ve desteklerde yandaşlarından başka kimseyi görmüyorsa…
Devlet ve hükümet, yurttaşların yaşam tarzlarının sık sık saldırıya uğramasına en küçük bir tepki göstermeyerek sessiz destek veriyorsa…
Hangi demokrasi?..
Bu yazı kulturservisi.com'da yayımlanmıştır