Prof.Dr. Öner Günçavdı
Türkiye bugün kişi başına geliri onbin doları aşmış, dünyanın onyedinci büyük ekonomisi konumuna gelmiş bir ülkedir. Dahası bunlar 2001 krizi sonrasında AKP hükümetleri döneminde başarılmış ve bu başarı büyük ölçüde düşük döviz kuru, düşük faiz oranı ve düşük enflasyon politikası neticesinde gerçekleşmiştir.
Düşük döviz kuru ve enflasyon yabancı mal satınalma gücümüzde artışı temin ederken, düşük faiz elde edilen satınalma gücü ve refahın ertelemeye gitmeden şimdiden yararlanılmasına imkân sağlamıştır. Düşük enflasyon ise, erişilen refahın istikrarını sağlamıştır. Bugün kamuoyunun karşı karşıya kaldığı sorun, bu refah sarmalının bu şekliyle sürdürülüp sürdürülemeyeceği hususundadır.
AKP’nin Türkiye siyaset tarihinde az rastlanır başarısının ardındaki önemli faktörlerden biri bahsi geçen refah düzeyini yaratmaktan ziyade, ayağına gelen bu refahı geniş halk kitleleri için erişilebilir hale getirmesidir. Ülke ekonomisinin kurumsal yapısının Demokrat Parti ve ANAP dönemlerinde olduğundan çok daha gelişmiş olması ve 2002 sonrası dünya konjonktürünün sunduğu imkânlar, büyük boyutlarda refahın oluşturulmasına imkan sağlamıştır. Ayrıca AKP hükümetlerinin farklı şekillerde yaptığı uygulamalar neticesinde bu refah, bazı kesimler için daha kolay erişilebilir, dahası gözle görülebilir bir hale gelmiştir. Bu husus, büyük oranda bölüşüm ile ilgili bir husustur ve bu dönemi kapsayacak bir inceleme, yaratılan refahın ağırlıklı olarak kimlerin erişimine sunulduğunun da ipuçlarını verecektir.
Öte yandan OECD verilerine göre, Türkiye’nin gelir dağılımı açısından hâlâ en kötü ülkeler arasında yer alması, 12 yıllık AKP iktidarında oluşturulan refahının hiç de adil bir şekilde dağılmadığına işaret etmektedir. Bugün açıklanan ve yazarları arasında yer aldığım TÜSİAD’ın Türkiye’de Bireysel Gelir Dağılımı Eşitsizlikleri başlıklı rapor bu konuda birtakım önemli bulgular ortaya koymaktadır. Bu rapordaki bulgu arasından özellikle üç tanesi dikkate değer.
Öncelikle AKP dönemindeki ekonomik gelişmelerin gelir dağılımı üzerine etkileri tüm dönem boyunca aynı şekilde olmamıştır. Örneğin AKP’nin 2002 ile 2007 arasındaki birinci döneminde ekonomik uygulamaların sınırlı ölçülerde de olsa, gelir dağılımı eşitsizliğini düzeltici yönde etki yaptığı gözlemlenmektedir. Ayrıca bu dönemdeki ekonomi uygulamaları ile IMF gözetimi altında iyi bir makroiktisadi yönetimin gerçekleştiği gözden kaçırılmamalıdır.
2008 ile 2011 yılları arasındaki dönemdeki uygulamaların ise, gelir dağılımındaki eşitsizliklere aynı yönde olumlu etki yaratmadığı görülüyor. Eşitsizlik düzeyini gösteren Gini katsayısı, bu dönem zarfında yatay dalgalı bir seyir izlemektedir. Bahsi geçen 2007 sonrası dönem, IMF ile daha önceden varılmış olan gözetim (stand by) anlaşmasının sonlanmış olması ve ekonomi yönetiminin de, büyük ölçüde AKP hükümetlerinin inisiyatifine geçtiği bir dönemdir. Ekonomi yönetiminde IMF “vesayetinin” artık ortadan kalktığı ve hükümetin bu açıdan inisiyatif alma serbestisine kavuştuğu yeni dönemde, daha önceki dönemdeki gibi gelir dağılımı eşitsizliklerini giderme yönünde bir başarı elde edilememiş olması gerçekten dikkat çekicidir. Raporda bu başarısızlıkta rol oynayan birçok etmene vurgu yapılırken, özellikle iki nedenin dikkate değer olduğu anlaşılmaktadır. Bunların bugünkü kamuoyu gündemindeki yeri ve AKP hükümetlerinin ekonomik uygulamları arasında kendilerine atfedilen önem dikkate alındığında, bu iki faktörün ülkemizdeki gelir eşitsizliklerindeki önemi çok daha dikkat çekici hale gelmektedir. Bu faktörler sırasıyla faiz ve gayrimenkul gelirleridir.
Düşük faizin yan etkileri
Faiz gelirlerinin faiz oranları ile mevduat miktarının bir fonksiyonu olduğu düşünüldüğünde, faiz oranlarındaki bir düşüşün faiz gelirlerinde de bir düşüşe neden olacağı aşikardır. Geçmişte hazinenin aşırı borçlanma ihtiyacı sebebiyle oluşan yüksek faiz dönemlerinde, faizden elde edilen yüksek gelirler bazı hanehalkları için önemli bir gelir unsurudur. Dahası ekonomide bu tarz gelirleri olmayan geniş halk kitleleri için de ciddi bir eşitsizlik kaynağıydı.
2001 sonrasında yapılan yapısal reformların faiz oranlarında yol açtığı düşüşler, daha önceki dönemlerde gelir eşitsizliğine neden olan faiz gelirlerinde düşüşlerin yaşanmasına vesile oldu. Bu sebeple 2002-2007 döneminde faizlerdeki azalmaların gelir dağılımı eşitsizliklerini düzeltici yönde etki ettiği görülmüştür.
Ancak faiz gelirleri sadece faiz oranlarına bağlı değildir. Aynı zamanda faize konu olan mevduat miktarına da bağlıdır.
AKP’nin ilk döneminde faizlerdeki düşüşün gelir eşitsizliğini düzeltici yönde bir etkisinin olması, mevduat tabanında kayda değer bir değişimin yaşanmadığına işaret eder. Na var ki, 2007-2011 döneminde faiz gelirleri, ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizlikleri kötüleştirici yönde etki eden önemli faktörlerden biri haline gelmiştir.
Düşük faiz oranlarına rağmen böyle bir durumun ortaya çıkması, ancak mevduat dağılımında meydana gelen bir eşitsizlikten kaynaklanabilir. Zira, düşük faizler ekonomide bugün çok da tartışılmayan bir başka yönüyle de önemli sonuçlar doğurur. Bir yandan harcamaları teşvik ederken, diğer yandan mevduatlara temel olan tasarruflarda azalmaya yol açar. Fakat mevduatlardaki bu azalma tüm gelir grupları için aynı düzeyde gerçekleşmez. Özellikle düşük gelir gruplarının tasarruf eğilimlerinin düşük olması, faizlerin düşmesinin ardından bu gelir gruplarının mevduattan çok daha hızlı kaçmalarına ve böylece tüketime yönelmelerine neden olacaktır. Bu düşük ve orta gelirli grupların doğal olarak faiz gelirlerinden mahrum kalmalarına yol açar. Bu şekilde mevduat dağılımının yüksek gelir gruplular lehine değişmesi, bu gelir grubundakilerin göreli olarak daha yüksek faiz geliri elde etmelerine neden olur. İşte bu, düşük faizlerin gelir dağılımını bozucu etkisidir.
Bitmek tükenmek bilmeyen taş ve toprak talebi
AKP döneminin en çarpıcı uygulamalarından biri de oluşturduğu gayrimenkul edinim sistemidir. Dünya ekonomisinin sunduğu likidite imkanlarından yararlanarak oluşturulan kredi mekanizmaları bu sistemin ana kaynağını oluşturmaktadır. 2001 sonrasında bankacılık sisteminde yapılan düzenlemeler sebebiyle bu krediler orta ve yüksek gelir gruplarının doğrudan erişimine açıktır. Düşük gelir gruplarının doğrudan böyle bir imkanı yoktur. Düşük gelir gruplarına yönelik kredi imkanı TOKİ sistemi üzerinden üretilecek konutların satışında mümkündür.
Böylelikle TOKİ bir şekilde elde ettiği gelirler ile düşük gelir grubundaki hanelerin konut talebini karşılayacak bir gelir dağılımı düzenleyici fonksiyon icra edecektir. En azından planlanan buydu. Ancak bu şekilde elde edilecek gelirlerin kaynağını yüksek gelir gruplarının talebine yönelik üretilecek lüks konut satışları teşkil edecektir. Özellikle İstanbul gibi büyük metropollerde üretilecek konutların karlılıklarının yüksek olması da neredeyse kaçınılmazdır. Böylece TOKİ sistemi üzerinden daha fazla gelir elde edebilmek, bu tarzda daha fazla konut yapmayı ve bu amaçla arazi geliştirmeyi gerekli kılacaktır.
Olağanüstü yetkilerle donatılmış bir kurumun imar konusunda yeni düzenlemeler yapabilme yetkisi, büyük şehirlerde yapılacak lüks gayrimenkul projeleri için arazi arzına imkan sağlamaktadır.
Büyük şehirler dışında kalan konut talepleri de bu dinamiğe destek olmaktadır. Ağırlıklı olarak yüksek tarımsal gelir elde edilen bölgelerde bu gelirlerden yapılan tasarrufların değerlendirilmesi için, giderek konut talebinin daha çok öne çıkması konut sektörü için önemli bir gelişim fırsatı oluşturmuştur. TÜSİAD raporunda vurgu yapılan gayrimenkul gelirlerinin 2006 sonrasında gelir eşitsizliğini arttırıcı etkisi bu bağlamda vurgu yapılmaktadır. Zaten tarımsal alanların dağılımındaki eşitsizlikler doğal olarak tarımsal gelirlere de yansımaktadır. Bu gelirlerin dağılımındaki eşitsisizlik doğrudan tasarruflara, oradan da bu tasarrufların değerlendirildiği gayrimenkul varlık alımlarına yansımaktadır.
Bu bulgular, tüketim eğilimindeki artışın durdurulması ve tüm gelir gruplarını kapsayacak bir tasarruf artışını temin edecek önlemlerin alınmasını gerektirir. Bu tasarrufların gönüllü olarak yapılmadığı durumda, gelire göre etkin bir vergilemeyle zaruri tasarrufları arttırıcı önlemlerin alınması ilk etapta düşünülebilir.
Öte yandan gayrimenkul edinim sisteminin iyileştirilmesi ve bu amaçla ihtiyaç duyulan mali kaynaklara yaygın bir erişimi sağlayacak hale getirilmesi gerekmektedir. Özellikle TOKİ gibi merkezi bir sistem üzerinden sağlanacak olan mali kaynakların düşük gelir gruplarındaki hanehalklarının borçlanarak konut edinmesi yönünde kullanılması yerine, farklı kullanım şekilleri geliştirmekte yarar vardır. Örneğin bu kaynaklarla yerel makamlar eliyle düşük gelir gruplarının ucuza kiralayabileceği konutların üretilmesi bir çözüm olarak düşünülebilir.