Öner Günçavdı
Prof.Dr.. İTÜ İşletme Fakültesi
2013 yılının sonuna gelirken, büyüme hızındaki yavaşlamaya rağmen bir türlü önü alınamayan cari açıklar, iktisat gündemimizin yine önemli tartışma konularından birini oluşturacak gibi görünmektedir. Ancak bu yılki cari açığı önceki yıllardan farklı kılan, uluslararası finansman imkanlarında meydana gelen daralmayla birlikte yaşanıyor olmasıdır. Ekonomik büyüme performansını olumsuz yönde etkileyen bu gelişmeden çıkan tek hayırlı sonuç ise, ekonominin kendi özkaynaklarıyla döviz kazanabilme kabiliyetinin tekrar sorgulanmasına vesile olmasıdır.
Bugüne kadar nasıl büyüdük?
Türkiye ekonomisinin 2002 sonrası büyümesinde, dünya ticaretiyle bütünleşmiş iktisadi faaliyetlerin rolü sınırlı olmuştur. Daha çok yerel iktisadi faaliyetlerin genişlemesine dayalı, iç talep çekişli bir politika tercih edilmiştir. Bu durum ister istemez, nisbi fiyat yapısının iç talebi karşılamaya dayalı bu üretim alanları lehine gelişmesine ve iktisadi birimlerin de bu tarz faaliyetlere yönelmesine neden olmuştur. Dahası yurtdışından elverişli koşullarda borçlanılarak iç talep genişlemesinin finansmanı kolayca sağlanabilmiştir.
Yerel iktisadi faaliyetlerdeki bu genişleme giderek yurtiçi üretimin dünya ekonomisiyle olan bağlarını daha zayıf hale getirmiştir. Reel anlamda yüksek TL faizleriyle dışarıdan ihtiyaç duyulan sermaye elde edilirken, gelen bu sermaye girişi TL’nin değer kazanmasına neden olmuştur. İnşaat sektöründeki gelişme, tüketici kredilerindeki önemli artışlar ve beraberinde perakende sektöründe görülen büyüme bu sayade gerçekleşmiştir. Bu dönemde, elde edilen dış kaynakların ihracat kabiliyetimizi arttırıcı yönde kullanımı ihmal edilmiş ve daha da önemlisi dış talebin büyümeyi harekete geçirici bir unsur olabileceği yeterince önemsenmemiştir. Hatta bugünün olumsuz konjonktüründe yapılan tartışmalarda bile ihracat, büyümenin kaynağı olabilecek bir talep unsuru değil de, salt cari açığı kapatmaya yönelik kısa dönemli bir finansman yolu olarak görülmektedir. Ne yazık ki ihracatı teşvik etmeye yönelik politikaların tespitinde bu eksik algılamalar gelecekte de rol oynamaya devam edecek gibi görünmektedir.
Meslektaşım Saime Kayam ile birlikte yaptığımız ampirik araştırmalar, ülkemizde ihracatın ekonomik büyümenin bir kaynağı olarak değil, sadece konjonktürel olarak maruz kalınan kısa dönemli finansman sorunlarını gidermek için zaman zaman başvurulan bir yol olarak düşünüldüğünü teyid etmektedir. Özellikle ihracatımızın yurtiçi ve yurtdışı talep ile ilişkisi göz önüne alındığında, böyle bir sonuç, ihracatın önündeki yapısal darboğazlar giderilemezse, uzun dönemde özkaynaklarımıza dayalı sürdürülebilir bir büyüme için gerekli kaynakların yaratılmasında güçlüklerin yaşanacağına işaret etmektedir.
İhracatımızın niteliği pazar açısından yapısal bir probleme işaret ediyor!
Görebildiğimiz kadarıyla üretimimizin “pazara” yönelik birtakım yapısal kısıtları bulunmaktadır. Bunlardan ilki, ihracatımızın hedeflediği dış pazarlar ve bu pazarların talep yapılarıyla ilgilidir. Diğeri ise, yerel üretim ve ihracatımızın yurtiçi pazar ve iç talep ile ilgili olan ilişkisidir.
İhraç pazarlarının özellikleri ve içinde bulundukları konjonktürel durum, ihracatı belirleyen önemli unsurlardandır. Son yıllarda AB ekonomisinde görülen yavaşlama tartışmasız ihracatımız üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Buradan doğan kayıplarımız bir ölçüde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile yapılan ticaretle giderilmiştir. Bu yeni pazarlarla, AB ile ticaretimiz neredeyse ikame edilmeye çalışılmıştır. Bu, bir bakıma ihracat gelirlerimizde istikrar sağlayıcı bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bu aynı zamanda, ihracatımızın niteliğinde meydana gelen önemli bir değişimi de işaret etmektedir.
Elbette ihracatımızın, mallarımızı ithal eden ülkelerin talep yapılarıyla uyumlu olması beklenir. Eğer ihraç pazarlarının talep yapıları kendi talep yapımızdan farklıysa, ihracat için bu pazar(lar)ın talep yapısına uygun bir üretim kapasitesinin oluşturulması gerekecektir. Böyle bir durumda oluşturulan yeni üretim kapasiteleri, yerel talepten ziyade ihraç pazarlarının ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan ihracata dayalı bir büyüme sürecinin oluşturulmasına imkan sağlayacaktır.
İhracatta diğer bir seçenek de, halihazırda yurtiçi talebi karşılamak için oluşturulmuş üretim kapasitelerinin, zaman zaman oluşturulan uygun nisbi fiyatlar altında, ihracatçı ülkenin talep yapısıyla uyumlu dış pazarlara yönlendirilmesidir. Bunun için salt ihracat pazarının talep yapısına uygun, farklı bir üretim yapısının oluşturulmasına gerek yoktur.
Bu iki farklı ihracat seçeneğinden hangisinin tercih edildiği, teşvik için uygulanacak en doğru yöntemin belirlenmesinde bizlere ışık tutacaktır. Yukarıda bahsi geçen araştırmamız, Türkiye’nin ihracat talebinin ihraç pazarlarındaki gelir değişmelerine göstereceği nisbi tepkiye dayanarak, ihraç ettiğimiz malların AB gibi yüksek gelir grubundaki ülkelerde yeterince talep görmeyeceğine işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, Türk ihraç ürünleri, daha düşük gelir grubunda olan, ama talep yapısı itibariyle de Türkiye’ye benzeyen ülkelerin ihtiyaçlarına hitap etmektedir. Bu sonuç niteliği itibariyle, ihracatımızın AB gibi pazarlara girişte zorlanıldığı şeklinde de yorumlanabilir.
Türk ihracatı açısından bu durumun, nasıl bir yapısal özelliğe işaret ettiğinin irdelenmesi önemlidir. Öncelikle, ülkemizde ihracat pazarına yönelik özel bir üretimin olmadığı söylenebilir. Üretici kesimler, Türkiye’deki talep yapısına uygun olarak oluşturdukları üretim kapasitelerini, yine bu talep yapısına benzer ülkelerin pazarlarına yönlendirmeyi tercih etmektedir. Nisbi fiyatların ihracat pazarı lehine seyrettiği durumda üretim kapasitesinin bir bölümü ihracata ayrılırken, bu fiyatların yerel pazar lehine dönmesi halinde ise, üreticiler ağırlıklı olarak yurtiçi pazara yönelik üretim yapmayı tercih edebilirler.
Buradan yola çıkarak, Türk sanayisinin üretim yapısının belirli dış pazar(lar)ın ihtiyaçlarına yönelik bir uzmanlaşmayı dikkate almadığı; aksine ağırlıklı olarak yurtiçi piyasaların önceliklerine göre oluşturulduğu düşünülmelidir. Nisbi fiyatlar elverdiği ölçüde mevcut üretim, talep yapısı Türkiye’ye benzer ülkelere yönlendirilerek ihracat artışının gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, yurtiçi üretim kapasitesinin hizmet ettiği talep yapıları düşünüldüğünde, yerel talep ile ihracat talebi arasında herhangi bir farklılığın olmaması, yerel üretici için bu iki talebin birbiriyle ikame edilebilirliğinin (birbirininin alternatifi) olduğu anlamına gelmektedir.
Üretici kesimler açısından ihracatımızın bu yapısal özelliği dikkate alındığında, yurtiçi talep düzeyinin ihracat üzerinde etkili olmaya devam edeceği düşünülebilir. Ancak, yurtiçi talepte meydana gelebilecek bir daralmanın, o da nisbi fiyatlar elverdiği ölçüde, üreticileri ihracata yönlendireceğini ve böylece üretim düzeylerinde istikrar sağlanabileceğini düşünebiliriz. Öte yandan oldukça canlı bir iç talebin varlığı ise, aynı üreticilerin ihracattan ziyade daha çok yerel piyasalara yönelmeyi tercih edeceklerine işaret etmektedir.
Her ne kadar ihracatımızın mevcut yapısal özelikleri, iç talepteki azalmaları ihracatın arttırılması için gerekli görse de, hem nisbi fiyatların hem de ihraç pazarlarındaki konjonktürel koşulların elverişli olmasına ayrıca ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak son zamanlarda dünya ekonomisindeki yavaşlama emareleri ile TL’nin değer kaybetmesine izin vermekte isteksiz davranan bir merkez bankasının varlığı, ihracat artışları için gerekli elverişli koşulların yeterince oluşmadığına işaret etmektedir.
Ne yapmalı?
İhracatımızın hizmet ettiği talep yapısına yönelik elde ettiğimiz bu bulgu, ihracatımızın ciddi bir yapısal kısıt altında olduğunu göstermektedir. Bu durumun alışageldiğimiz iktisat politikasının etkinliğini olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Örneğin maruz kaldığımız cari açıkları kapatmak için son zamanlarda sıklıkla önerilen kur ayarlamalarının etkinliği bu açıdan değerlendirilmelidir. Bulgularımızın ışığında, TL’nin değer kaybetmesiyle rekabet gücü kazanacak üretici kesimlerin ihracat arzusunun, aynı zamanda yurtiçi talep düzeyine de bağlı olacağı anlaşılmaktadır. Yurtiçinde talebin yüksek olduğu hallerde başvurulacak olan kur ayarlamalarının cari açık üzerinde istenilen sonucu vermesi, ancak çok daha yüksek oranda ayarlamaların yapılmasını gerekli kılmaktadır. Özellikle iç talebe dayanarak gerçekleştirilen büyüme dönemlerinde meydana gelen cari açıkların finansmanı için ihracat gelirlerini arttırmak, TL’nin yüksek oranlarda değer kaybetmesine ihtiyaç gösterebilir. Ancak enflasyon kısıtı altındaki bir merkez bankasının böyle bir yola gitmeyeceği son zamanlarda yaşanan uygulamalarda açıkça ortaya çıkmıştır.
Yapılması gereken daha çok, ihracatın niteliğini değiştirip ihracat talebi ile yerel talep arasındaki bağı zayıflatmaktır. İhracata dayalı büyüme de ancak böyle bir durumda sağlanabilir. Belli ihraç piyasalarını hedefleyip, uzmanlaşmış bir üretim yapısının oluşturulması halinde, geçmişte Güney Doğu Asya ülkelerindekine benzer ihracata dayalı bir büyüme politikası geliştirilebilir ve böyle bir büyüme dinamiğinde dış talep, yurtiçi talebin yerine büyümeye kaynaklık edebilir. Ancak bugünlerde yaşanılanlar, maalesef bu yönde bir politika değişikliğine işaret etmemektedir.
http://onerguncavdi.net
@onerguncavdi