04 Ekim 2010 03:00
Selin ONGUN / T24
[email protected]
Birkaç hafta önce Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde Kürt sorununa dair öyle bir başlık vardı ki… Bizce, “Yaşlanmışsın be Aysel, ben hâlâ genç duruyorum” istikametindeki “hava durumu”nu her açıdan resmediyordu.
Öcalan ve avukatları arasında geçen diyaloğun öznesi, bu kez 12 yaşında bir erkek çocuğun, Zindan’ın saçlarıydı. Zindan Tekin, 21 Şubat 1999’da doğdu. Tekin ailesinin son üyesi olan bebek hakkında anne ve babası iki karar verdi; “Abdullah Öcalan İmralı’dan çıkana kadar saçları kesilmeyecek ve bebeğin adı Zindan olacak.”
Anne Gurbet Tekin ve baba Fettah Tekin, Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesini böyle protesto ettiklerini söylüyor.
Tekinler’in orta birinci sınıfa giden oğulları Zindan’ın saçlarını kestirmeye niyeti yoktu. Ancak Zindan’ın yaşıyla yaşıt, bir buçuk metrelik saçları geçen hafta Öcalan’a “danışılarak” kesildi. Okul müdürünün “Bu saçlar olmaz” diyerek aileyi uyarmasıyla birlikte başlayan “süreç” , İmralı’nın kararıyla noktalandı. Zindan’ın saçlarına ilk kez makas değdi.
Anne Gurbet Tekin ile buluşmamızın nedenini Zindan’ın saçlarına endekslemek haksızlık olur.
Hükümetten Genelkurmay’a, TÜSİAD’dan medyaya geniş bir alanda giderek büyüyen o sözün, “Artık analar ağlamasın”ın eşliğinde, 45 yaşındaki Gurbet Tekin’in gerçeklerini madde madde aktaralım:
-Gurbet Hanım’ın eşi Fettah Tekin, HEP’ten BDP’ye, Kürt siyasi partilerine “üye” olmayı sürdüren bir Kürt.
- Gurbet Hanım’ın erkek kardeşi ile en büyük oğlu Süleyman Tekin PKK’ya katılmak için dağa aynı yıl çıktı; 1997. Şu an her ikisi de hayatta değil.
- Gurbet Hanım’ın ortanca oğlu Delil Tekin ise geçen mart ayında TMK kapsamında tutuklandı. Örgüt üyeliğinden yedi yıl hapsi isteniyor.
- Gurbet Hanım’ın diğer oğlu Selim Tekin (15) ise ağabeyinin cezaevine girmesinden iki gün sonra, “Okula gidiyorum” diyerek dağa gitti. Yani sadece yedi ay önce.
“En büyük isteğim bir asker anasıyla kucaklaşmak” diyen Gurbet Tekin’e göre “analar hesaba katılmadan bu kan durmaz”. Gurbet Hanım’ın bir notu daha var; “Emine Erdoğan böyle bir Kürt evine başsağlığına gitse, bize gelse, en büyük açılım olur.”
-Gurbet Hanım, kaç yıldır İstanbul’da yaşıyorsunuz?
1997’de geldik.
-Nereden?
Mardin’den.
-Merkezde miydiniz?
Biz Aran Köyü’ndeniz (Mardin merkeze bağlı bir köy). Benim doğumum da Aran’da olmuştur, eşim de bizim köydendir.
-Kaç yaşında evlendiniz?
14 yaşımda, evlenmişim. 15’imde ilk bebeğim olmuş. (Gurbet Hanım konuşurken odaya üç yaşındaki torunu Diren dalıyor. Diren’in ablası altı yaşındaki Dersim, biz “büyük”leri kapının ağzında dinliyor. Gurbet Hanım’ın en küçük kızı, Zilan (13) boşalan çayları tazeliyor. Zilan’ın bir numara küçüğü oğlu Zindan ise ilgiyle annesine bakıyor. Telaşla soruyoruz; “Gurbet Hanım çocukların dünyasına ait olmaması gereken mevzuları konuşacağız. Odayı boşaltsak mı?” Sorumuz karşısında istem dışı, öyle acı gülüyor ki. Ve derin bir nefesle cevaplıyor: “Şu üç yaşındaki bebeği hafta sonu oldu mu, 15 yaşındaki dayısını görmeye cezaevine götürüyoruz. Evlerimiz böyledir. Bu bizim halimizdir, olanı konuşuruz, gerçektir, saklamayız.”
-Eşiniz kaç yaşındaydı evlendiğinizde?
O da 14’tü. Beraber yaştaydık. Onun (eşini kast ediyor) babası, benim babamın dayısı olurdu. Ufakken de hep “Bunlar evlenecek” derlerdi. Öyle oldu. 1987’e kadar köydeydik. Sonra Mardin Kızıltepe’ye gittik. Eşim orada işe girdi, Türk Telekom’daydı. Tayini Mardin’e çıktı, oraya gittik. Mardin’de gözaltı olduk, evimize baskın oldu, eşimi aldılar. Eşim evde yokken de baskın yapıyorlardı, çocuklar uykuda, gözlerini açıyordu, özel tim. (Ricamız üzerine Gurbet Hanım’ın 12 yaşındaki oğlu Zindan, kendinden altı yaş küçük olan kuzenini odadan çıkardıktan sonra, belli ki ilk kez duymayacağı “anlatım”ları tekrar dinlemek üzere yanımıza oturuyor)
İlk oğlu 15 yaşında dağa çıktı
-Eviniz neden basıldı?
Türk Telekom’da çalışıyordu. Bir gün evde yoktu yine eve geldiler, tokat vurdular bana, çocuklar hep gördü bunları. “Kocan nerede?” dediler. Dedim, “İstanbul’a gitti, izinlidir.” Doğruyu söylemişim, inanmadılar. “Hem devletin malını yiyorsunuz, hem devlete ihanet ediyorsunuz” dediler. Dedim, “Memurdur, kötü bir şey yapmamıştır. Kendi emeğimizi kazanmışız, kim devlete ihanet ediyor?” O zaman Süleymanım küçüktü, “Anne” dedi, “Yapma, dövecekler seni.” (Gurbet Hanım’ın ilk çocuğu Süleyman Tekin, 15 yaşında dağa çıktı. Yedi yıl sonra Tunceli yakınlarındaki bir çatışmada öldü.)
-O zaman ailenizde dağa çıkan var mıydı?
Daha bizden biri yoktu. Ama evi basıyorlardı, partiye (HEP’i kast ediyor) her kim gidiyorsa, onun evini basıyorlardı. Benim eşim köylere gidiyordu, telefon bağlamaya. O zaman bile yolda çevirip soruyorlardı; “Söyle kim gitti dağa, dağa gidenlerin ailesinin evini göster.” Ya ne bilsin adam! O zaman kaç yüz kişi gidiyordu? Hatta bir gün evde yoktuk kapıyı kırmışlar, camı kırmışlar.
-Kimler?
O zaman özel tim vardı, onlar vardı. Komşular telefon açtı, “Gelin evinizi kurtarın” diye. Geleyim ki, ne kapı kalmış, ne pencere. Böyle böyle İstanbul’a geldik. Fettah, “Daha rahat yok burada. Çocuklar İstanbul’u bilsin” dedi, İstanbul’a öyle geldik. Önce ben çocuklarla geldim, arkamızdan eşim gelecekti. Zilan’a hamileydim yoldayken. Kucağımda iki küçük çocuk, arkada büyükler. Kaynanam “İstanbul’a kadar dayan” dedi, doğum hastasıyım dayandığım Bolu’da bitti. Zilan’ı Bolu’da doğurdum.
Öcalan tutuklanınca bebeğinin adını Zindan koydu
-Önce şunu soralım; o tarihte kaç
çocuğunuz var?
Sekiz tane var; Süleyman, Yılmaz, Vesile, İsmail, Yeter, Cihan, Delil, Çekdar. Çekdar’ın nüfus adı Selim’dir ama evde hep Çekdar demişiz. Yolda Zilan’ı doğurdum, dokuz oldu. Birkaç yıl sonra Zindan’ınımız oldu. O İstanbul doğumlu.
-Çocukların isimlerini elbette soracağız?
Yeter doğdu, 1989’du. Hem savaşa, hem de çocuğa “Yeter” dedim. Delil doğduğunda, 1993’tü Sayın Abdullah Öcalan’ın ilk ateşkes yaptığı zamandı. Barışın delili olsun, dedim. Çekdar doğduğunda akrabalarımızdan şehitler vardı, bebeğe “Çekdar” dedik, Kürtçe silahşör anlamındadır. Zindanım da 21 Şubat 1999’da, doğdu. Bir barış beklerken, böyle bir gelişme (Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesini kast ediyor) olunca, bizi karanlığa boğdu.
-Birçok akıl soracak: “İnsan çocuğunun adını nasıl Zindan koyar?”
Tabii Zindan’ın adını daha aydınlık bir isim koymak isterdik. Mesela Özgür, Barış, o kadar güzel isimler var ki. Ama biz o süreçte karanlık bir zindana tıkandık. O zaman “Biz de zindandayız” dedik. (Zindan, başını sallayarak, annesini onaylayınca sorduk.)
‘Öcalan İmralı’ya kondu, biz de oğlumuzun saçını özgür bıraktık’
-Zindan, ismini değiştirmek istediğin oldu mu hiç?
Zindan Tekin: Öyle bir şeyim olmadı. (Ve sahiden gülerek cevaplıyor) İstemem, gerek olmadı. Kimseden kötü bir şey görmedim, öğretmenim, arkadaşlarım hep iyidir.
Ya saçların? (12 yaşındaki Zindan’ın saçlarına geçen haftaya kadar hiç makas değmedi. Zindan’ın annesi ve babası Öcalan, İmralı’dan çıkana kadar oğullarının saçlarının kesilmemesine karar vermişti.)
Zindan Tekin: (Elini ensesine götürerek ve yine gülerek cevaplıyor )Kestik gitti! Aslında daha da kesmezdim ama müdür son olarak “olmaz” dedi.
Öcalan onayladı, 12 yaşındaki Zindan’ın saçları ilk kez kesildi
-Gurbet Hanım birçok anne hemfikir olacak: “Bu, bir çocuğun taşıyamayacağı, üstlenemeyeceği bir sembol, madem isteklisiniz kendi saçınızı uzatsaydınız?”
Doğrudur. O zaman herkes kendi tepkisini bir şekilde ortaya koydu. Kimi kendini yaktı, kimi üzüntüsünden kalp krizi geçirdi. Biz şiddet olsun istemedik, tepkimizi böyle gösterdik. Ben uzatsam, nasıl olacak; benim saçım çok kez kesilmiş. Ama Zindan hem o tarihte doğmuş. Yasımızın sembolü olarak, Zindan’ın saçlarını özgür bıraktık. Zindan, başından beri saçlarının ne için uzatıldığını bildiği için kabullenmişti. Saçını da seviyordu ama müdür “olmaz” deyince. Sonra artık bronşit olmuştu. Sayın Öcalan’a avukatları ile haber gönderdik. Onlar da ilk görüşmelerinde söylemişler.
‘Ne kadar canım yansa, Erdoğan’ın da ciğeri yansın, demem’
-İmralı, “Kesmeyin” dese kesmeyecek miydiniz?
Kesmezdik. Biz barış umudumuzu hiç yitirmemişiz. Zindan’ın saçları bizim yasımız, ümidimizi anlatır. Biz neler gördük, ben yine de ümidimi kaybetmem. Şimdi kimi diyor ki, “Erdoğan’ın da ciğeri yansın.” Ben demem, ne kadar canım yansa demem, demedim. Kimse bu acıları yaşamasın. (Zindan belli ki annesinin sözlerini desteklediğini göstermek için duvarda asılı olan fotoğrafları gösteriyor. Resimlerin kime ait olduğunu öğreniyoruz; Gurbet Hanım’ın ilk çocuğu ve erkek kardeşi. Her ikisi de dağa çıkmış ve ikisi de şu an hayatta değil. Gurbet Hanım’ın 16 yaşındaki oğlu Delil ise geçen Mart ayından bu yana TMK kapsamında tutuklu, Maltepe Cezaevi’nde yatıyor. Delil’in tutuklanmasından iki gün sonra, bir yaş küçük Selim (onların seslenişiyle Çekdar) de PKK’ya katılmak için evden ayrılmış.) Biz neden İstanbul’a geldik, çocuklarımız İstanbul’u bilsin, sıkıntı çekmesin istedik.
‘Bana elektrik süpürgesi alıp, dağa gitti’
-Ama iki oğlunuz da dağa İstanbul’dan çıktı, değil mi?
Öyle. Üniversite mezunları doktorlar, üniversiteliler gidiyor.
-Oğlunuz Süleyman, o kaç yaşındaydı?
Süleyman o zaman 15 yaşındaydı. İstanbul’a bizden önce gelmişti. Amcası cezaevindeydi, amcasının çocuklarına bakıyordu çalışarak. O yaşta. Tekstilde çalışıyordu. İlkokulu Mardin’de bitirmişti. Amcası cezaevinden çıktı, telefon açtı. “Süleyman buralarda değil, bulamıyorum” dedi. 20 gün oldu baktım, yanımıza Mardin’e geldi. Gözaltına alınmış, dergi dağıtmaktan. Ondan yokmuş ortada. Yanımızda durdu, zaten bir ay olmadan beraber İstanbul’a gittik. Evi taşımıştık, o hemen iş buldu konfeksiyonda. Bir akşam eve geldi, “Anne anne, sana hediye aldım” dedi. Baktım; elektrik süpürgesi almış bana. Eve yeni gelmişiz, hiçbir şeyimiz yok. Sevindim onu öptüm. 14 lira vermiş peşin, “Kalanını taksitle öderim” dedi. Sonra gitti, “Oğlum yemek ye” dedim. Gitti, gezmeye gitti sandım, işe gitti sandım. 20 günümüz oldu burada, o gitti, bir daha da gelmedi.
-Ne zaman?
Hani 1 Eylül Dünya Barış Günü var ya, 2 Eylül Musa Anter Barış Treni vardı. Oydu, 1997, o gündü.
‘Yedi sene dağda kaldı, üç kez aradı’
-Sonra hiç haber almadınız mı?
Üç sene sonra bir telefon geldi. Evde yalnızdım, telefon çaldı. “Kimsiniz?” dedim, “Anne benim” dedi. Uçtum. Sesini duydum ama fazla heyecanlanmadım. Rahat rahat konuşuyorum, şu an heyecanlıyım ama o zaman değilim. Bilmiyorum neden; rahat rahat konuşuyorum. Önce bizi sordu, “Nasılsınız” dedi, “Dur oğlum ben seni sorayım, sen nasılsın, rahat mısın?” dedim. “Çok iyimim” dedi, “Oğlum dayından haber yok mu, orada bir duyduğun oldu mu?” dedim. “Yok anne, dayımdan haber almadım” dedi.
‘Dağdaki kardeşimin öldüğünü ‘dost’ mektubuyla haber verdiler!’
-Kardeşiniz, kaç yaşında dağa çıktı?
O dağa gittiğinde 20 yaşındaydı. Askere gitmemek için dağa gitti. Benim kardeşim, o zaten bulunmayan bir mezardadır. Mezarı bile yok. O da 1997’de gitti, 1998’de şehit haberini aldık. Ama nasıl aldık; kimin tarafından gönderildi, hiç bilemiyoruz. Bir mektup gönderdiler. Gönderen de ne yazıyor, biliyor musun? Dost yazıyor. Dost göndermiş. Zarfın içinde bir fotokopiden resmi var kardeşimin. Ama canlı değil, resimdeki kardeşim. Arkasına yazmışlar; başınız sağolsun.
-Bunları Zindan’ın yanında konuşuyoruz ve sahiden bu bizi tedirgin ediyor?
O her şeyi biliyor, zaten her zaman konuşuluyor. Yedi ay önce Zindan’ın abisini sabah beşte almaya geldiler, o zamanları da yaşadık beraber. (Zindan, “Ne var bunda?” der gibi gözümüzün içine bakıyor. Gurbet Hanım, televizyondaki altı yazıyı okumaya çalışıyor. Fark ediyoruz ki, Roj TV’de haber saati.)
-Peki bu mektup sizde mi?
Bendedir. Kimseye göstermemişim. (Hemen karşımızdaki divanın altından bir torba çıkarıyor. Elleri titreyerek, torbadakileri halının üzerine döküyor. Karneler, faturalar, resimler arasından zarfı buluyor. Zarftan önce takdir ve teşekkür belgeleri düşüyor önümüze. Zaten sonra o belgelerle fotoğrafını çekiyoruz Gurbet Hanım’ın. Çünkü diyor, “İkisi de oğullarımın, biri şimdi dağda, diğeri cezaevinde.”) Bu mektubu 1998’de göndermişler. Kızıltepe’den postalanmış Mardin’deki diğer kardeşime. Mektubu alan kardeşim, Mardin İl Yönetim Kurulu’ndaydı (HADEP). Sonra onu gözaltına almışlar. Sorguda “Kardeşin nerede?” demişler. “Bilmiyorum, aylardır görmedim” demiş. “Biz onu geberttik, istersen cenazesine seni götürelim” demişler. Sorgulandıktan sonra gözlerini açmışlar, masaya da bir resim koymuşlar. İşte bu mektupla gönderilen resmin renklisiymiş. Bak, bu fotokopidir. (Gurbet Hanım’ın elindekilere bizden önce Zindan’ın dikkat kesildiğini görünce, dayanamıyoruz; “Hadi annenin çayı soğumuş, ablana haber ver!”) Zindan bunların içinde büyüdü. Yeni öğrendiği şeyler değil.
12 yaşındaki Zindan: Dağa çıkmam, sürece bağlıdır
-Gurbet Hanım bağışlayın fakat “Ya o da giderse?” diye endişelenmiyor musunuz?
Zindan Tekin: Sürece bağlıdır. Ailemi bir arada tutmak isterim, anneme bakmak isterim. Ayrılmadan yaşayalım isterim. Ama bilemiyoruz. Abim cezaevinden çıksa, mesela şimdi hapse giren çocuklar için anayasa çıktı. Ama dilekçeye red kararı verdiler. Doğu’da birkaç çocuk bıraktılar, ama burada yok. Orada “Anayasa yaptık” diye geçiniyorlar.
Gurbet Tekin: 12 yaşındaki çocuğun cevabını görüyorsun; “Dağa gitmem sürece bağlı” diyor. Süreç her şeye gösteriyor, ama biz de diyoruz ki, her şeyin bir bedeli var.
16 yaşındaki oğlu tutuklandıktan iki gün sonra 15 yaşındaki oğlu dağa çıktı
-Çocuk büyüklerinden duyduklarını da tekrar etmiyor mu?
Gurbet Tekin: Dağa giden biliyor ki, her şeyin bir bedeli var, bilinçli. Delil şimdi cezaevinde, Delil’i aldılar iki gün sonra Çekdar gitti. Hiçbirini ben göndermedim. Anneyim ben, kim çocuğunu bırakır? Ama bir kişi kafasına koymuşsa, gidecek, tutamıyorsun. O korku hep vardır. Çocuklar anlıyor, içinde yaşıyor. Süleyman ne gördü; babasının, amcasının sokakta dayak yediğini gördü, annesinin itilmesini gördü. Gitti, yedi sene yoktu. Yedi sene boyunca üç kez aradı. Üç kez. Hiçbirinde nerede olduğunu söylemedi.
‘Oğlum dön, demedim, desem de gelmezdi dağdan’
-“Oğlum, dön” dediniz mi hiç?
Demedim, çünkü desem de gelmezdi, biliyorum. İnsan aklına koyduğunu yapıyor. Süleyman gitti, aylarca kimseye söylemedim. İnanmak istemedim gittiğine. Ama gitti. Hele bir yıl var ki, öldü sandım, cenazesine ulaşamadım. Sağ olsun diye yalvardım, öldüğüne inandım, cenazesini bulayım diye uğraştım. Bir yılım böyle geçti. Sonra telefon çaldı; “Anne” dedi. Müjdeyi verdim, “Oğlum barış olacak” dedim. 2005’ti Ağustos’tu, Kongra-Gel, “bir ay ateşkes” demiş o zaman. “Barış gelecek oğlum” dedim. “İnşallah anne, üzülme iyiyim” dedi. O telefondan iki gün sonra haberini aldım. Telefon açtılar; “Süleyman Tekin’in ailesi mi?” dediler.
-Arayan kim?
Partiden arıyorlar. Babasını istediler. Anladım… Zaten ondan önceki gün haberlerde Dersim’de çatışma olduğunu duyduğumda ağlamıştım. İlk kez öyle ağlamışım. “Ah” dedim, “Ateşkes dediler, hangi ananın bağrına ateş düştü bu sefer?” Öyle ağladım. Meğer benimmiş.
-Oğlunuzun öldüğü çatışmada hayatını kaybeden asker var mıydı?
Yoktu, yaralı vardı. Hiç değilse o gün onun anası yanmadı.
‘En büyük isteğim bir asker anasıyla kucaklaşmak’
-Gurbet Hanım, amacımız “hangi annenin acısı daha büyük” müsabakası yapmak değil. Fakat şu sorunun yanıtını belki de en çok anneler vermeli; dağa çıkanın ölmeye bilinçli gittiğini, gönüllü olarak PKK’ya katıldığını siz de söylediniz. “Mecburi vatandaşlık görevi” esnasında hayatını kaybeden askerin ölümü ile örgüt üyesinin ölümünü “aynılaştırmak” ne kadar doğru?
Doğru nerede? En büyük isteğimdir; ben bir asker anasını kucaklasam, o da beni kucaklasa, sarılsak. “Başımız sağ olsun” desek. Buluşsak, biz anneler buluşsak. Kan dökenlerden birlikte hesap sorsak. Ben televizyonda “Oğlum” diye ağlayan bir asker annesi görsem, bilirim onu. Canım yanar. Ama tabutun başında ben nasıl “Vatan sağolsun” derim? Çocuğumun olmadığı vatan, ne olsun bana?
‘Bu kanı anneler durduracak’
-O annelerde belki şunu sorabilir; “Beş Kürdistan bir Kürt gencinin ölmesinden kıymetli mi?”
Ben gördüm; bu kanı anneler durduracak. Ben çocuğumun mezarının başında “Barış” diye ağladım. Ben o asker annesiyle de seve seve kucaklaşırım. Ama arkadan gelen çocuklar? Onlar ne yapacak; ben bunu bilmiyorum. Oğlumun cenazesini defnettik.Bir yıl sonra mezarını yaptırayım, anmasını yapayım istedim. Şimdi anlatayım; çocuklar neleri görüyor? Süleyman’ımın mezarını yaptırdım. Akrabalarımız, tanıdıklarımız geldi. Bizden önce mezara timler gitmiş. Sivil polisler var, basını getirmişler. “Bunu kim organize ediyor?” dediler. “Ben, annesiyim” dedim. “İki otobüs insan geliyor buraya, sorun çıkmasın, biz sizin güvenliğiniz için geldik. Mevlit mi okutacaksınız, ne yapacaksınız; sorun çıkmasın” dediler. “Her kim gelirse, başımın üzerinedir. Siz de insanları rahat bırakın” demişim. “Tamam, tamam onu da kabul ediyoruz” dediler, normal bir ölü değil ya! Mezarın başında anmamızı yaptım, ona yazdığım şiirim vardı, onu söyledim. Askerler de ölmesin, bizim çocuklarımız da diye biterdi şiirim. Anmamız bitti, dediler, “Seni gözaltına alacağız.”
‘Oğlumun mezarına doğumunu Kürtçe yazdırdım diye gözaltına almak istediler’
-Sebep?
Mezarın başına oğlumun doğum tarihini Kürtçe yazmışım. Bir de Kürtçe şiir söylemişim. Kızıltepe İlçe Başkanı, “Bu halkın ortasında bu aileyi alamazsın. Eğer karakola götürmek istiyorsanız sonra ben getireyim” dedi. Sivil polisti. Hem bizim gibi Kürtçe de konuşuyorlar. Gittiler, beni almadılar. Sonra eve geldik, haber geldi; mezar kırılmış. Akşam televizyonda çıktı; mezarı paramparça etmişler. (Zindan söze dalıyor: “Bütün demirleri de kırmışlar.”) O gün şehit olduğu günden daha çok yandım. İki sefer öldü oğlum.
-Şu an dağda olan oğlunuz kaç yaşında?
Çekdar, 1995 doğumlu. O da 15 yaşında gitti. Yedi ay oldu, daha bu Mart ayında gitti. Lise bir öğrencisiydi. Birinci dönemini okudu, sonra Mart’ta gitti.
-Hiç hissetmediniz mi gidebileceğini?
Hiç hissetmedik, gerçekten şaşırıp kaldık. Çekdar okuluna giden bir çocuktu. Cezaevindeki abisi Delil, Çekdar’dan bir yaş büyük, 16 yaşındadır. O da tekstilde çalışıyordu. Onu aldılar, taş atmış diye, Çekdar gitti. İki gün sonra gitti. Delil, diyor ki, “Anne ben taş atmadım, hiç öyle bir yere gitmedim.”
Cezaevindeki oğlunun yedi yıl hapsi isteniyor
-Ne ile suçlanıyor?
(Sorumuz üzerine süre gelen konuşmalardan anlıyoruz ki, Gurbet Hanım ve Zindan, ikisi de 16 yaşındaki Delil’in aslında neyle suçlandığı bilgisine vakıf değil. Söyleşiden sonra baba Fettah Tekin’i cep telefonundan arıyoruz. Tekin’in cevabı şöyle:
“Bir arkadaşı oğlumu bir düğüne davet ediyor, o da gelemeyeceğini çünkü hiçbir hediye alacak durumu olmadığını söylüyor. Arkadaşı da 'Bir şey olmaz ben senin yerine bir şeyler ayarlarım’ diyor. Bu sözün, molotoflu bir eylemin hazırlık şifresi olduğunu iddia ediliyor. Şimdi oğlumun yedi yıl hapis cezası istendi. Ben biliyorum ki, oğlum suçsuz. Yasa çıktı ama hâlâ İstanbul'da 35 TMK mağduru çocuk tutuklu. Delil de onlardan biri. Ellerinde somut delil yok ama 314/2 PKK Kongra-Gel örgüt üyeliğinden ve örgüt adına faaliyet yürütmekten yargılanıyor.”)
‘Okula gidiyorum diye evden çıktı, yedi aydır dağda’
-Gurbet Hanım, siz şu sorunun peşine düştünüz mü hiç; bu çocuklar dağa gitmeye karar verince, nereye gidiyorlar?
Aynı bu soruyu Çekdar’a sordum. Delil’in alındığının ertesi günüydü, Çekdar okula gidecekti, kapıdan çıkarken, “Beni de koyacaklar hapse, ben de onların inadına dağa gideceğim” dedi. “Nasıl gidiyormuşsun?” dedim. Yeminle, “Arayan bulur ” dedi. Bu kelimeyi söyledi. Bir gün sonra gitti. “Okula gidiyorum” diye çıktı. Yedi ay oldu, hiç telefon açmadı, hiç haber yok.
-O kadar kolay mı, bir gün içinde nereye gideceğini bulmak; arkadaşlarına, takıldığı yerlere sordunuz mu?
Son son Taksim’e takılıyordu. Daha önce gitmezdi oralara.
‘Neler duyuyoruz; sara hastası kız bile dağa gitti’
-Nerelere?
Bir dergiye gidiyordu. Gitmedim arkasından, sormadım. Ben biliyorum, yaşadım önceden. İnsan kafasına koydu mu; onu yapıyor. Eve kitlesen, “sokağa çıkma” desen, fayda etmez. Gidecek olan gider. Açılımdan sonra kaç kişi öldü? Kaç çocuk dağa gitti. Biz neler duyduk; sara hastası kız gitti dağa. Almadılar hasta diye, o yine gitti. Bıktık artık, anneler bıktı. “Açılım açılım” diyorlar. Ne yapıyorlarsa kendilerine. Gül, “Çok iyi şeyler olacak” dedi. Şimdi ateşkes uzadı. Bir an oluyor, “Barış gelecek” diyorum. Bir an oluyor, hiçbirine inancım kalmıyor. Bıktık artık. Anneler daha çekmesin. Asker tabii silahını bırakmaz, ama vurmasın. Çatışma yapmasın. İkisi (TSK ve PKK’yı kast ediyor) de dursun. Sonra muhatap kim olursa olsun, yeter ki kan dursun. Gerillalar evine dönsün, asker anaları daha evlat kaybetmesin.
‘Başbakan’a derdim ki, Emine Hanım bize ziyarete gelse en büyük açılım olur’
-Başbakan ile görüşme şansınız olsa, ne derdiniz?
Gidip bir yerde ağlıyor, sonra bağırıyor. Başkalarının çocuğuna üzülüyorlar. Gördük Filistinli çocuklara nasıl üzülüyorlar, benimki de çocuk. Bu da çocuk. Kendi ülkelerinin sorununu görmüyorlar mı? Emine Hanım, bize gelse ziyarete, başımın üstünde yeri var. En büyük açılım olur. “Anneler ağlamasın” diyorlar. Anneler ne çekiyor, biliyorlar mı? Köyümde geçindirirdim çocuğumu. Bir zaman çocukların öğretmenlerini dinlemeye okula gittim burada, “Niye bu kadar çocuk yaptınız?” dediler. “Ne bileyim o zaman metropole geleceğimi” dedim. İsim koydular, “metropol kadını” diye. (Aynı anda gülerek ve yüzündeki yaşı silerek soruyor) Türkçem iyidir?
‘Köylüyü sahura dom dom kurşunuyla kaldırdılar’
-Neden sordunuz?
Diğer zaman, ne kadar olsa anlatmaya yetmiyor Türkçem. Şimdi heyecanım da var. Başbakan’a şunu da derdim ki, daha köydeydik, kaçtı sene 1990 olmamıştı. Baskın yapmışlardı imamın evine. Ramazandı, imamın ilahi kasetlerini aldılar. Dom dom kurşunu kasetini bıraktılar. Dediler, “Köylü sahura bununla kalkacak.”
‘Bize bu acıları çektirenler şimdi de AKP’deki Kürtler’
O, 75 Kürt milletvekili halkı için ne yapmış? Bunları bilmiyorlar mı, Başbakan’a söylesinler. Sonra barajı düşürmüyor AKP, kendi için. Diğer herkes, “Baraj düşsün” diyor. Bunlar istemiyor. AKP’deki Kürtler kendi çıkarları için orada. Ben onlara Kürt demem. Bize bu acıyı çektiren şimdi de onlardır. Ben dua ediyorum; devlet hele ki yola girsin, ne olur barış gelsin, kendi kendime diyorum, “Gurbet, olacak, barış zaferimiz olacak.”
© Tüm hakları saklıdır.