Elçin Poyrazlar
Gezi Parkı protestolarının on beşinci gününde polisin Taksim’e girmesiyle konunun yeniden dünya gündeminin ilk sırasına oturacağına kuşku yok. Zaten bu süreçte AB ülkeleri ve ABD başta olmak üzere pek çok devlet Türkiye’ye yayılan olayları ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eylemlere yönelik tutumunu dikkatle, bazen de şaşkınlıkla izliyor.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden gibi üst düzey açıklamaların yanısıra Washington sözcüler düzeyinde de doğrudan ve açık mesajlar vermekten çekinmedi. Örneğin daha dün Beyaz Saray sözcüsü Jay Carney günük basın toplantısında bir soru üzerine olayları yakından ve endişeyle izlemeye devam ettiklerini ifade ederek ABD’nin “tüm demokrasiler için esas olan, barışçıl protesto hakkı dahil ifade ve toplanma özgürlüklerine tam destek verdiğini” belirtti. Carney ayrıca “protestoların büyük çoğunluğunun haklarını kullanan barışçıl, yasalara uyan sıradan vatandaşlar olduğuna inanıyoruz” dedi. Özellikle bu son cümle ABD’nin Gezi Parkı eylemlerine bakışını özetliyor. Washington’a göre Gezi Parkı’ndakilerin çoğu provokatör değil haklarını arayan sıradan insanlar. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da defalarca yaptığı gibi Beyaz Saray polisin aşırı güç kullanımı konusunda uyarıyor ve bu konuda soruşturmaların başlatılması için çağrıda bulunuyor.
Öte yandan AB cephesinde de bakış açısı pek farklı değil. AB Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu Komiseri Stefan Füle geçen hafta İstanbul’a gelerek Gezi Parkı’nı dolaşmıştı. Füle daha sonra katıldığı konferansta AB üyelerinin ve üye olmak isteyen ülkelerin görevinin ifade, barışçı bir şekilde toplanma ve olayları bildirme gibi özgürlüklerin de dahil olduğu en yüksek demokratik standartlara ve pratiklere ulaşmak olduğunu kaydetmişti. Füle Erdoğan’ın konferanstaki açıklamalarının ardından düşkırıklığı yaşadığını da twitter üzerinden açıklamıştı.
AB ile müzakere sürecinin bir kaplumbağa hızında ilerlediği bir gerçek. Ancak olayların büyümesi durumunda Avrupa’da Erdoğan’ın kendi halkına eziyet eden bir lider olarak görülmeye başlanması ve müzakerelerin de kopma noktasına gelme olasılığı büyük. İş tek bir üye ülkenin süreci bloke etmesine bakar. Bunun üstüne Türkiye’ye sermaye getiren ve çoğu Avrupa’lı olan yatırımcılar ülkedeki risklerin fazlasıyla arttığına kanaat getirir ve kaçarsa Türk ekonomisi tamiri zor darbeler alabilir.
Hükümet kanadının siyasi ortamı yatıştırmak yerine olayları dış güçlerin ya da ne olduğu tam anlaşılamayan faiz lobisinin başlattığını iddia etmesi Batı’da alay konusu olmasının yanısıra Türkiye’nin siyasi ve ekonomik geleceği açısından ciddi sonuçlar doğuracak bir söylem. Erdoğan karşılaştığı bu beklenmedik meydan muhalefetini gelecek seçim sürecinde siyasi sermayeye çevirmeyi planlıyor olabilir. Bugüne kadar AB ve ABD başta olmak üzere Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler konusunda hassas davranan AKP hükümetinin şimdi soğukkanlı ve pragmatist politikalarından vazgeçmesinin nedeni merak konusu.
Ancak unutulmamalı ki Türkiye’nin bölgede ve dünyada yükselen bir yıldız olarak görülmesi istikrarlı bir iç siyaset ve buna bağlı olarak gelişen sağlam ekonomiye dayanıyordu. Eğer dünya demokratik değerlerden, temel hak ve özgürlüklerden kopan ve giderek otoriterleşen bir Türkiye görmeye başlarsa bu yıldızın hızlı düşüşü engellenemez.