T24- Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç, 28 şubat sürecinin yargıya taşınması durumanda bu sürece destek verdiğine inandığı gazetecilerin de yargılanıp yargılanmayacağını sorguladı. “Kimseyi asmayalım ama sırf gazeteci oldukları için beslemeyelim” diyen Kekeç, “Hasan abi’nin durumu ne olur? Fatih’lerden hangisi okka altına gider? Ertuğrul Özkök andıç ayıbıyla baş başa mı bırakılır? Zafer Mutlu yine bu işten muaf mı tutulur?” diye sordu.
Ahmet Kekeç’in bugün (8 Aralık 2011) yayımlanan “Bu gazetecileri besleyelim mi?” başlıklı yazısı şöyle:
Kenan Paşa, darbesini yaptıktan sonra, peş peşe imzaladığı idam kararları için şu dehşetengiz açıklamayı (savunmayı) yapmıştı: “Asmayalım da, besleyelim mi?”
Beslemek, devlete yüktü, öyle ya...
Karavanadan düşeceklerdi.
Bir tayın eksik çıkacaktı.
Devlet bir yatak, bir çarşaf, bir battaniye kâra geçecekti.
Darbe yönetimi, yalan yanlış gerekçelerle hakkında “idam” kararı çıkarılmış mahkûmları “asmayı” tercih etti... Böyle böyle, tam 49 kişiyi darağacına gönderdi.
Ertuğrul Özkök “kankamın”, neredeyse “kendi halinde, sevimli, tonton, zararsız bir ihtiyar” olarak resmettiği Kenan Evren’in bu akıllara ziyan açıklaması, hem bir devlet tutumunu yansıtıyordu, hem de “devlet gücünü” arkalamış eşhasın “ötekine” bakışını (bakış tarzını) ele veriyordu.
Konu ne?
Bir süredir medyada (ve muhtemeldir ki “yargı” katlarında), 28 Şubat süreci ve bu sürece can veren gazetecilerin tutumu konuşuluyor.
Bir 28 Şubat soruşturması başlar mı?
Başlarsa şayet, bu soruşturma, “postmodern darbenin” yaratıcıları ve sahneye koyucularıyla mı sınırlı tutulur?
Darbenin tedvirine memur yazılmış ve kendi kendilerine “beşli çete” ismini veren sivil toplum kuruluşları da soruşturmaya dahil edilir mi?
İş medyaya uzar mı?
Medyayı da kapsayacak bir soruşturmada “önceliği” kimler alır?
Manşetleriyle darbeye can veren genel yayın yönetmenleri mi?
Ecnebi yayın organlarına demeç verip, “Ordunun baskısı sonucu istifaya zorlanan koalisyon hükümetine karşı benim medya organlarım savaş verdi” diyen gazete patronları mı?
Medya karteli oluşturup, darbe karşıtı yayın organlarını devre dışı bırakan dağıtım müdürleri mi?
Neredeyse her yazısı, “Paşa beni aradı, dedi ki...” cümlesiyle başlayan köşe yazarları mı?
Darbeden hoşlanmayan ama generallerin gücü karşısında naçar darbe destekçisi bir pozisyon alan “bağımsız gazeteciler” de bu soruşturmaya dahil edilir mi?
Hasan abi’nin durumu ne olur?
Fatih’lerden hangisi okka altına gider?
Ertuğrul Özkök andıç ayıbıyla baş başa mı bırakılır? Zafer Mutlu yine bu işten muaf mı tutulur?
Erol Özkasnak ve Çevik Bir’in bir dediğini iki etmeyen medya grup başkanları bu soruşturmanın neresinde yer alır?
Elinde mikrofon, omzunda kamera, “zina baskını” için karakollarda sabahlatılan televizyon muhabirleri ne tür bir külfetle baş başa bırakılır?
Bütün bunlar konuşuluyor, her ihtimal masaya yatırılıyor...
Ergun Babahan, “Hiçbir gazeteci, 28 Şubat’ta askere karşı pozisyon alamazdı” diyor ve ekliyor: “28 Şubat döneminin tartışılmasında elbette sorun yok ama bu tartışma, bir kısım insanları yasal yaptırımla karşı karşıya bırakacaksa, karşıyım...”
Böyle olacaksa, yani korku belasına askere reverans yapan gazetecilerin derdest edilmesine yol açacaksa, ben de karşıyım...
Darbeleri konuşalım, “gazetecilerin” 28 Şubat’ta üstlendikleri rolü tartışalım, kimseyi asmayalım ama sırf “gazeteci” oldukları için beslemeyelim de...
Neden ayrıcalık gösterecekmişiz ki?
Karargâh karargah dolaşan gazetecileri teşhir etmeyecek miyiz?
Paşa’dan aldığı tüyolarla “habercilik” yapan Ankara temsilcilerini, “Bu defa geliyorlar Cem Bey, dayanın” diyen genel yayın yönetmenlerini, karargâh çıktılarını hiçbir denetime tabi tutmadan manşete çeken yazı işleri elemanlarını...
Bunları konuşmayacak mıyız?
Hem konuşacağız, hem rezil kepaze edeceğiz!