T24 - Londra
Geçtiğimiz hafta Londra’da Westminster metro durağından dışarı çıkıp Parlemento’ya doğru yürüyenler, çoğunlukla kendilerini bir kaosun içinde buldular. Parlemento’nun yemyeşil bahçesinde gazeteciler pusuya yatmış kaplanlar gibi bekliyorlardı. CNN’in tecrübeli muhabirleri stüdyoyu bahçeye taşımış, her an canlı yayına geçebilecekleri takım elbiseleri ile çene çalıyorlardı.
Londralıların büfeden satın aldıkları ya da metro girişlerinde bedavaya ellerine tutuşturulan Metro ve Evening Standard gazetelerinde de manşetler, bu kaosu bildiriyordu. Bu kaos, dinmesi için gün sayılan Brexit depremlerinin sonunun gelmediğini, aksine İngiltere için oyunun yeniden başladığını gösteriyordu.
Britanya Başbakanı Theresa May, Brexit kapsamında yürüttüğü pazarlıklarda prensipte anlaşmaya vardığını ilan etmiş, Kabinesi’ni toplamıştı. May’in anlaşmayı önce Bakanlarına sonra Meclis’e kabul ettirmesi gerekiyordu. Saatler süren toplantının sonunda Kabine, Brexit anlaşmasını kabul ettiğini deklare etti ama içlerinde Brexit Bakanı Dominic Raab’ın da bulunduğu dört bakanın istifası da bu açıklamayı takip etti.
Britanya’nın masada yeri olmayacak
May’in vardığı anlaşmaya göre Britanya, Avrupa Birliği Ekonomik Pazarı’nda kalacaktı ama bunun için AB’nin belirleyeceği kurallara da uyacak, bu kuralların belirlendiği Brüksel’de masaya oturma hakkına sahip olmayacaktı. Halka Brexit için ‘kayıp olmaksızın kazanç’ sözü veren, AB’den çıkmanın Britanya’yı yalnızca olumlu etkileyeceğini, ülkeye saygınlık ve özerklik kazandıracağını argümante eden ‘sert-Brexit’çileri kızdıran mesele de buydu.
Fakat pazarlıklarda bu noktaya gelineceğini öngörmek pek zor değildi. Britanya’da Brexit propagandası yapanlar ‘kulübün güzelliklerini kulübe üye olmadan kullanabileceklerini’ iddia ediyorlardı. Brexit savunucuları kurallarını kendi belirledikleri bir maça, kendi sahalarını seçerek, skor tabelasını da istedikleri gibi kontrol ederek çıkabileceklerini iddia ediyorlardı.
Kimsenin kazanamayacağı bir pazarlık
Gerçekçi değildi, AB çevreleri de bu sürecin bu iyimserlikle yürümeyeceğini onlarca kez dile getirmişti. AB’de özgür dolaşıma sahip, ekonomik kazançlarını koruyan, Avrupa pazarında bir AB üyesi gibi hareket eden ama AB masasında oturmayan bir Britanya, hiçbir pazarlık uzmanının kazanamayacağı bir hayaldi. Ne yazık ki bu hayal, Birleşik Krallık vatandaşlarına satıldı ve 2016’da gerçekleşen referandumdan AB’den çıkma kararı çıktı.
Topluma bu hayalperest ‘çıkışı’ pazarlayanlar arasında Başbakan May’in prensipte vardığı anlaşmayı kabinesine açıklamasının ardından istifa eden Bakanlar da vardı.
İstifaların sebebi her ne kadar May’in pazarlıklardaki ‘yetersizliği’ olarak okunsa da May’in ötesinde hayalini kurdukları Brexit’e ulaşmaları zaten pek mümkün değildi. Şimdi de istifaları ile Başbakan’ı da istifaya zorlamak ve May’in yerine kendi çevrelerinden bir ‘sert-Brexit savunucusu’nun gelmesi yönünde ilk adımlarını atmak istediler. Fakat Başbakan, istifa etmeyeceğini düzenlediği basın toplantısıyla bütün dünyaya ilan etti. Zaten yeni bir Başbakan’ın daha ‘iyi’ bir Brexit sağlamak için AB ile masaya oturup oturamayacağı da büyük bir muamma. AB çevreleri, Brexit için pazarlıkların son bulduğunu ilan etti bir kere.
Elbette May’in önündeki en büyük engel artık Parlemento. Başbakan’ın vardığı anlaşmayı Meclis’e de kabul ettirmesi gerekiyor; fakat öngörüler, May’in kendi partisinin önemli bir bölümünden de muhaliflerinden de yeterli desteği alamayacağı yönünde.
Son seçimlerde fırtına gibi esen Jeremy Corbyn ve yönetimindeki İngiliz İşçi Partisi’nin anlaşmaya destek vermeyip erken seçime gitme önerisinde bulunacağı tahmin ediliyor. İşçi Partisi’ne yakın solcu yazarlardan Owen Jones, Guardian’da çıkan makalesinde doğrudan partiye hitap ederek bu yönde telkin de bile bulundu.
Oyun, yeni(den) başlıyor
Anlaşmanın Parlemento tarafından kabul edilmediği bir senaryoda ise ülke ya herhangi bir anlaşma olmaksızın AB’den çıkmaya yeltenecek – ki bunun İngiliz ekonomisi için bir kaos anlamına gelebileceği düşünülüyor – ya da tekrardan seçmenin kapısı çalınacak ve yeni bir referandum yapılacak.
Bu olası referandumda halkın önüne üç seçenek sunulacağı öngörülebilir:
- Anlaşmasız olarak AB’den çıkmak,
- May’in anlaşması ile Birlik’ten ayrılmak,
- AB’de kalmak.
Bu noktada özellikle Londra’da esen ‘Halkın Oyu’ rüzgarına dikkat çekmek gerekli. Independent Gazetesi ve birçok şirket ile ünlü figür tarafından desteklenen ‘Halkın Oyu’ hareketi, geçtiğimiz ay Başkent’te 700 bin kişinin katıldığı bir yürüyüşle yeniden halk oylamasına gidilmesi yönündeki isteklerini ortaya koymuştu. Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan güncel anketlerde de 2016’da vuku bulan referandumda ‘AB’den çıkış’ için oy veren güruhtan önemli ölçüde bir fikir değişikliği olduğunu ortaya koyuyordu.
Ülkenin entelektüel çevrelerinde ‘yeni bir referandum’ önerisi, bugüne kadar meşru bir fikir olarak algılanmıyordu. Ancak İngiliz ve dünya basınında çıkan kimi yazılar, bu görüşün de değişmekte olduğuna işaret ediyor. ‘Sert Brexit’ isteyenlerin ülkenin çıkarı değil kendi siyasi ajandalarına göre hareket ettikleri değerlendirmesi ve AB’den çıkışın nasıl bir süreci getireceğinin ekonomi çerçevesinde gözükmesi, yeni bir oylamayı da meşrulaşıtıyormuş gibi gözüküyor.
Özetle, ülkenin aylardır beklediği anlaşmanın tartışmaları bitirmek yerine daha büyük ve derin sorunlara sebebiyet verdiği gözleniyor. İngiliz siyaset sahnesinde oyun yeniden başlıyor.
Brexit koca bir şaka, sevgili Britanya, ama ona ne kadar gülebiliriz?*
* Enis Batur’un ‘Amerika Koca Bir Şaka, Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz?’ kitabından esinlenilmiştir