02 Temmuz 2016 19:12
Arif Cem Gündoğan & Pelin Cengiz
Dünya 23 Haziran’da Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nde kalıp kalmamayı oyladığı referandumda kamuoyunda kısaca “Brexit” olarak bilinen “çıkış” kararı vermesinin şokunu yaşarken, bu kararın etkilerinin yalnızca siyasi ve ekonomik olmayacağı tüm çevrelerce kabul gören bir saptama. Başbakan David Cameron’un istifa kararı ile hızlanacak siyasi dönüşüm hemen her alandaki politikaların gözden geçirilmesi ve muhafazakârlaşmasına yol açabilir.
Peki, şu ana dek iklim değişikliği krizi ile mücadelede ilerici politikalarıyla tanınan ve aylar önce küresel çabaların ortak paydası olarak ifade edilebilecek Paris Anlaşması’nın imzalanmasında etkin role sahip Birleşik Krallık önümüzdeki çalkantılı süreçte nasıl bir yol izleyecek? Bu durum, Paris Anlaşması ile perçinlenen kolektif mücadele çabalarını nasıl etkileyecek? 2013 yılında küresel sera gazı salımlarının yüzde 1.55’ine (UNFCCC, 2015) 2014 yılında Avrupa Birliği toplam salımlarının yaklaşık yüzde 12’sine (EC, 2016) yol açan Birleşik Krallık gemisi nereye doğru seyredecek?
Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ni terk kararı almasından hemen sonra sunulan veriler Brexit oyu kullananların iklim değişikliğine daha şüpheci yaklaşan kesimle büyük oranda örtüştüğünü ortaya koyuyor. Brexit yanlıları AB’de kalma yanlılarına oranla insan faaliyetlerinin iklim değişikliğinde payı olmadığını ve oranla medyanın iklim değişikliğini abarttığını daha çok düşünüyor; karadaki rüzgâr santrallerine daha karşılar; fosil yakıt kullanımının devamlılığına daha çok destek veriyorlar (Şekil 1)
Bu durum, Brexit ve Cameron’un istifası sonrası süreçte muhafazakârların siyasi açıdan daha da güç kazanacağını işaret etmekte. Başbakanlık koltuğuna oturması muhtemel isimler arasında Londra Belediye Başkanlığı yapmış ve iklim şüpheciliği ile tanınan Boris Johnson’ın bulunması iklim krizi ile mücadele için tehlike çanlarının çalması demek… Bilim insanları ve sivil toplum kuruluşları Birleşik Krallık’ta güç kazanan muhafazakâr ve popülist siyaset anlayışının adanın iklim politikalarını masaya yatırması tehlikesine ısrarla dikkat çekmekteler ve yeni kurulacak hükümeti üstlenilmiş sorumluluklara derhal sahip çıkmaya davet ediyorlar.
Birleşik Krallık ise bu çalkantılı Haziran ayı sonu itibari ile 2008’de yürürlüğe giren “İklim Değişikliği Yasası” doğrultusunda 2028-2032 karbon bütçesini belirlemekle “kanunen” yükümlü. Hatırlanacağı üzere Birleşik Krallık İklim Değişikliği Komitesi tarafından yapılan öneride 2030 itibari ile 1990 yılı seviyesine göre sera gazı salımlarını yüzde 57 azaltması tavsiye edilmişti. Birleşik Krallık önceki karbon bütçe hedeflerini yakalamakta sıkıntı çekmeyecek gibi dursa da (Şekil 2) bu durum Brexit sonrası uzun vadede değişebilir.
Birleşik Krallık’ta iklim hedefleri her ne kadar yasalarla koruma altına alınmışsa da, bu hedefleri revize tartışması AB bağlamında Brexit’ten çok önce başlamıştı. Paris Anlaşması müzakere sürecinde AB’nin iklim değişikliği ile mücadele paketi her ne kadar kulağa iddialı gelse de yapabileceklerine nazaran yetersiz olmakla eleştirildiğini hatırlayalım. AB, 2030 yılında 1990 yılı seviyesine göre sera gazı salımlarını yüzde 40 oranında azaltım taahhüdü vermiş ve tüm eleştiri oklarına rağmen bu hedefi arttırmaktan kaçınmıştı. Birleşik Krallık ise diğer üye ülkeler arasında görece iyi giden performansının kendisine ceza olarak döndüğünü iddia ediyordu. AB hedeflerinin iddia seviyesinin yeterli olmayışından dolayı üye ülkeler arasında görece daha çok azaltım yapan Birleşik Krallık sayesinde diğer üye devletler daha az azaltım yapma imkânına sahip. Bu durumun ada ekonomisine sekte vurduğunu belirten bazı milletvekilleri durumun gözden geçirilmesi gerektiğine dair Enerji ve İklim Değişikliği Bakanı’na bir mektup yazmışlardı. Brexit sonrası AB hedefleri ile uyumlu olma bağlayıcılığı ortadan kalkan ve gittikçe muhafazakârlaşması muhtemel Britanya’nın İklim Değişikliği Yasası ve karbon bütçelerinde revizyona gitmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bunun yanı sıra, uzmanların dikkat çektiği bir diğer konu AB’de şimdiye dek iklim değişikliği ile daha etkin mücadele için lobi yapan Birleşik Krallık yokluğunda Polonya gibi sera gazı salımı yoğun üye ülkelerin nüfuzlarını biraz olsun arttırıp iklim politikalarını olumsuz yönde etkilemeleri ihtimali…
Birleşik Krallık’ın Brexit sonrası kendi içindeki dinamikler de krallıktaki ülkelerin ulusal iklim politikalarına zarar verebilir. Örneğin, İngiltere’den çok daha ilerici ve iddialı iklim politikalarına sahip ve AB’de kalma yanlısı İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılma ihtimali geride kalan devletlerin ortak hedefleri yerine getirmekte daha fazla sorumluluk üstenmesine; bu yükü üstlenmek istemeyecek popülist siyasetçilerin girişimleri yürürlükteki hedeflerin gevşetilmesine yol açabilir. Uluslararası ticaret açısından Birleşik Krallık’ın AB çıkış süreci belirsizliği ile beraber izole olmamak adına TTIP ve dahi diğer serbest ticaret anlaşmaları üzerinden etkinliğini ve aktivitelerini arttırmaya yoğunlaşması muhtemel. Bu noktada iklim değişikliği açısından şu söylenebilir: ithal mal ve hizmetlere gömülü sera gazı salımlarının artma ihtimali yüksek zira Birleşik Krallığın ana ticaret ortağı AB’nin yanı sıra Asya ve Latin Amerika gibi karbon yoğun üretim yapan coğrafyaları daha çok tercih etme ve ticaret rotalarını çeşitlendirme seçeneği her daim masada… Bu durumdan ötürü hâlihazırda Paris Anlaşması kapsamı içinde olmayan uluslararası hava ve deniz taşımacılığı sektörü kaynaklı salımlarında artış yaşanması oldukça muhtemel.
Almanya ve Fransa gibi diğer proaktif ülkelerin AB’de ve uluslararası arenada iklim değişikliği ile mücadelede lider rolünü Brexit sürecinde Birleşik Krallık’tan devralması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak, bu durum Birleşik Krallık’ta (ve özellikle Londra, Oxford gibi kentlerde) yoğunlaşmış karbon ticareti ve finansı başta olmak üzere iklim değişikliği bağlantılı finansal ve hizmet sektörlerinin sarsılmasına ve dahi coğrafya değiştirmesine yol açabilir. Yatırımcıların güven seviyesinde yaşanan düşüşler bu sektörlerin gelişmesini ve istihdam çekebilmesini zorlaştırabilir. Tüm bunların yanı sıra etkinliği tartışılan ve sıkça eleştirilen AB Emisyon Ticaret Sistemi’nde ve piyasalarda düşük seyreden fiyatların Brexit’e sert tepki vermesi (Şekil 3) uzun vadede iklim değişikliği ile mücadelede AB’nin ana gemisi olmuş bu mekanizmanın işlevselliğinde daha derin yaralar açabilir ve kalıcı şekilde atıl hale getirebilir.
İklim değişikliği bağlamında yapılan bilimsel araştırmalarda AB fonlarını en çok kullanan ülkelerden biri olan Birleşik Krallık, bu fonlara erişimi kaybederse hâlihazırda yükseköğrenim sektöründe yaşadığı kriz derinleşecek ve bunun sonucu olarak iklim bilimi de darbe alacak. Örnek verecek olursak Birleşik Krallık sadece 2014-2020 arasında AB Horizon programından 80 milyar euro almakta ve neredeyse kendi araştırma konseyinin sağladığı destek miktarı kadar da AB’den fon almakta. 2015 yılında ülkeye giren AB fonlarının yaklaşık yüzde 19’u bilimsel araştırmalara kullanılmış. İklim bilimi adına çok sayıda bilim insanını ve Tyndall, Grantham gibi çok önemli iklim araştırma merkezlerini barındıran Birleşik Krallık’ta bu bağlamda yaşanacak bir destek krizi araştırma bütçelerinde derin kesintiler ve önceliklerde radikal değişimleri demek…
Brexit sonrası Paris Anlaşması kapsamında Birleşik Krallık’ın durumu da muallakta. Görevini yakın zamanda devreden Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Genel Sekreteri Christiana Figueres basına verdiği demeçte bir “kalibrasyon” olması gerektiğini ifade etti. Birleşik Krallık kuvvetle muhtemel yeni bir katkı planı (NDC) ortaya koymak durumunda olacak ve yeni hükümet öncekinden daha az iddialı bir doküman ortaya koyabilir. Brexit’in dünyada yarattığı ekonomik şok dalgasının sera gazı salımlarında bir düşüşe yol açacağını düşünen kesimler de mevcut. Ancak bu yorumlar iklim krizi bağlamında sera gazı salımlarında yaşanabilecek bir iki yıllık geçici azaltımların uzun vadede herhangi bir işe yaramayacağı gerçeğini dikkate almamış gibi görünüyor.
Özetle, Brexit yeni iklim rejimine de darbe vuracak. Domino etkilerini göz önüne alacak olursak iklim krizi açısından kalkan toz yere inerken Brexit sürecini takipte kalmak elzem…
Brexit kararının ardından iklim değişikliğiyle mücadele ve doğa koruma gibi alanlarda çalışan uluslararası çevre örgütlerinin görüşleri de duruma dair pek umut vermiyor. Sivil toplum kuruluşları karara hem tepkili hem de gelecek için endişeli. Elbette Brexit referandumunda enerji, iklim değişikliği ve çevre koruma konuları oylamanın ana gündem maddelerinden değildi. Ancak, Brexit ile ortaya çıkan yeni durumda, hükümetin iklim değişikliği politikasına AB dışında da devam edecek bir plana ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Birleşik Krallık’ta düşük karbonlu, enerji verimliliğine ve sürdürebilir ekonomiye geçiş konusunda kafalarda pek çok soru belirmiş durumda, bunlar yanıtlanmayı bekliyor. Enerji politikalarının özellikle de yenilenebilir enerji politikasının ne olacağı merak konusu. Brexit, hiç kuşkusuz piyasayı etkileyecek ve sonuçları tüketiciler, yatırımcılar üzerinde hissedilecek.
Bu ayrılığın iklim politikaları açısından hala ne anlama geldiğini söylemek için erken olsa da, olumlu düşünenler de var. Çevre profesyonellerinin dahil olduğu The Institute of Environmental Management & Assessment adlı derneğin yaptığı oylamaya katılan 4000 çevre ve sürdürülebilirlik uzmanı, Brexit’in risk ve fırsatları bir arada barındırdığını belirtmiş. Bunların yüzde 80’i AB’nin iklim ve çevre politikalarının geliştirilmesinde Birleşik Krallık’ın etkin rol oynadığını, bunun da AB dışındayken de etkili politikalar oluşturabilmesinde ülkeye deneyim kazandırdığını ifade etmiş.
Yaygın olan en hakim beklenti, Avrupa Birliği’ni terk etmenin ülke ekonomisinde yavaşlama ve durgunluk yaratacağı yönünde. Eski Hazine Bakanı Lawrence Summers, bu kararın ekonomiyi II. Dünya Savaşı’ndakinden daha kırılgan hale getirdiğini söylüyor. Kısa vadede sera gazı emisyonlarında artış beklenirken, Guardian’ın deneyimli çevre yazarlarından Damian Carrington, uzun vadede olası bir ekonomik krizin temiz enerji ekonomisine geçiş için gerekli olan devasa yatırımları tehdit edeceği görüşünde.
WWF’in Birleşik Krallık’taki CEO’su David Nussbaum, çevre sorunlarıyla ilgili mücadelenin ülkelerin sınırlarıyla bitmediğini, pek çok uluslararası çözüm gerektirdiğini söyleyerek, şöyle devam ediyor: “Avrupa Birliği’nden çıkış, bize yaban hayatı ve vahşi hayat alanlarına dair riskler ve belirsizlikler getirir ama doğru politikalarla Birleşik Krallık doğanın korunması için küresel bir güç olmaya devam edebilir. Çevre korumayla ilgili acil bir adım olarak, temiz hava için, kıyıların korunması için, yaşam alanlarının korunması için ve sera gazı emisyonlarını azaltmak için başarılı olmuş projeleri devam ettirmeliyiz. Çevre koruma konusunda geri gidişi tersine çevirmek için bu deneyimlerden faydalanarak yeni projeler geliştirmeliyiz. Hükümetin 25 yıllık Doğa için Gıda ve Tarım programıyla bağlantılı olarak kırsal alanlar hükümet için ne kadar öncelikli olacak? Hükümetin öncelikler listesinden çiftçilerin ve tüketicilerin doğayla entegre olmasına yönelik projeler düşebilir.”
Energy and Climate Intelligence Unit (ECIU) Direktörü Richard Black ise AB’den ayrılığın enerji maliyetleri üzerinde doğrudan yukarı yönlü bir baskı yapacağını belirterek, “Azalan yatırımcı güveniyle birlikte Brexit, direkt finansal maliyetlerin artmasına neden olacak. Bundan sonra hükümetin en büyük mücadelelerinden biri, bu oylama sonrası yükselen faturaları nasıl önleneceği olacak” diyor.
Greenpeace Birleşik Krallık Başkanı John Sauven da, iklim değişikliği inkarcılarının buluştuğu Muhafazakar Parti kanadının Brexit kararıyla güçleneceği görüşünde. Sauven, “Bunun yeşil hareket için anlamı şu ki, temiz ve güvenli bir çevreye önem veren her Britanyalının, saldırı altında kalan doğa için ayağa kalkması gerekebilir” diyor.
“Referandum bitti ama en zor tartışmalar şimdi başlıyor olabilir” diye konuşan Friends of the Earth’s CEO’su Craig Bennett da, durumu şöyle ifade ediyor: “Çevre konusu, Avrupa ile müzakerelerin kalbinde yer almalı. Bizler ülkenin geleceğini bu anlamda pozitife çevirmek için neler yapmalıyız? Birleşik Krallık’ın yeniden eski “Avrupa’nın kirli adamı” günlerine geri dönmesine izin vermemeliyiz. Doğal yaşam, sahiller, akarsular, Avrupa Birliği ile yürütülecek bürokrasiye kurban edilemez. Çevreye dair meseleler, referandum öncesi çok az konu edildi ancak şimdi siyasi gündemde yer alması için harekete geçilmeli. Aciliyeti bulunan iklim değişikliği, hava kirliliği ve doğal hayatın yok oluşu gibi meseleler varken, kenara çekilip yıllar sürecek müzakereleri beklemek için vaktimiz yok.”
Birleşik Krallık’ta Brexit ile yükselen milliyetçilik dalgasının hemen her alanda nasıl bir geleceğe işaret ettiği belirsizliğini korurken, diğer yandan bu durumun uluslararası alanda küresel ısınma konusunda verilen mücadeleye de olumsuz etki edeceği belirtiliyor. Bazı uzmanlar, küresel popülist milliyetçilik dalgası, göç ve ortak güvenlik politikalarının etkisinin oylamada görüldüğünü söylüyor.
ABD eski Başkanı Bill Clinton’ın enerji ve iklim danışmanı Paul Bledsoe, “Bu sergilenen radikal popülizm... İklim değişikliği ile başa çıkmak için gereken yaklaşıma aykırı bir durum. Bunu ABD’de Trump’ın kampanyasında da görebilirsiniz. Bu Brexit oylamasından daha büyük bir endişe kaynağı. Bizim buna karşı cepheyi sağlamlaştırmamız gerekiyor. Yapısal olarak, ülkeler uluslararası kuruluşlarla bağlarını kopartırsa, ticaret, iklim değişikliği, savunma gibi konulardaki birlikte hareket etme yeteneğini kaybeder” diyor.
Dolayısıyla, Brexit iklim krizi, çevre ihtilafları, gelir adaletsizliği gibi birbiriyle bağlantılı küresel problemlere ve onlarla alakalı eşitsizliklere ve yıkımlara çare olmaktan daha çok milliyetçiliği köpürtecek gibi duruyor.
© Tüm hakları saklıdır.