14 Eylül 2012 15:09
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, Türkiye'nin siyasi atmosferini "Buyurganlıktan ürküyoruz" ifadesiyle eleştirdi. Boyner, bazı BDP'li vekillerin PKK'lılarla kucaklaşmasını kınadıklarını söyledi. Boyner, Türkiye'nin Suriye politikasına ilişkin olarak "Suriye krizi bittikten ve iyi kötü bir düzen kurulduktan sonra Türkiye’nin son on-onbeş yılına damgasını vuran bölgesel yaklaşım yeniden değerlenecektir" dedi.
Görev süresi Ocak 2013’te sona erecek olan Boyner, TÜSİAD Başkanlığı görevindeki son Yüksek İstişare Konseyi toplantısına katıldı. Boyner'in konuşmasının tam metni şöyle:
"Uzun zamandır günlük gündemimizde terör eylemleri, bunların neden olduğu ölümler, bağrı yanan aileler ortak üzüntülerimiz var. Kamuoyu yoklamalarında, yıllardan sonra terör yeniden toplumun gündeminin ilk sırasına yükseldi. Toplum olarak bu şiddetin yarattığı sarsıntılar karşısında metin dursak da, eylemlerin ve ölümlerin acısını hissediyoruz. Daha önceleri bilmediğimiz, ya da bu denli su üstüne çıkmayan karamsar ve kötü bir iklim ve ona bağlı keskin bir ayrışma ortalığı kuşatmaya çalışıyor. Bunun hayra yorulacak bir gelişme olduğunu söyleyemem. Böyle bir ortamda vatandaşlar olarak siyaset alanının bir kez daha, önceki on yıllarda tanık olduğumuz türden bir kutuplaşma içine çekilmesinden rahatsızız. Partilerin birbirileriyle konuşmak bir yana birbirilerine bile konuşmadıkları bir tavrı benimsemelerinden kaygılıyız.
Buyurganlığın bir kez daha ülkemizdeki idare anlayışına hakim olmasından ürküyoruz. Tüm bunlar bizi sorunlarımıza ortak çözümler bulma imkanlarından uzaklaştırıyor. Bunun da ötesinde gene geçmişte tanık olduğumuz gibi siyasetçilerimizin söyleminin aşırı sertleşmesinden geçmişin tatsız deneyimleri ışığında derin bir üzüntü duyuyoruz. O zaman kendimize soruyoruz ister istemez. Bu karabasan gibi tarihin tekerrür etmesine sebep olan nedir? Buna neden izin veriyoruz? Her seferinde sertlik, kutuplaşma, nefret, düşmanlaşma bizi toplumsal, siyasal, ekonomik kazanımlarımızdan uzaklaştırıyor. Kazandığımız alanı kaybediyoruz.
Bu çemberi ne zaman kırmayı başardığımızı, şiddeti ne zaman gündemimizin dışına taşıdığımızı bu vesileyle hatırlatmak istiyorum. Şimdilerde beğenmediğimiz AB’ye üyelik süreci toplumumuza benzersiz bir pozitif ve yapıcı enerji aşıladığında biz bu çemberi kırmıştık. AB uyumu, bir kolaylaştırıcı olarak, kimi başarıya ulaşmış kimisi tam sonuca varamamış olsa da sivil-asker ilişkisi, kültürel haklar, insan hakları ve kamu yönetimi reformu gibi zor konuların derin ayrışmalar yaşanmadan tartışılmasını, reformlar yapılmasını ve en azından fikri ilerleme kaydedilmesini sağlamıştı.
Sağduyulu kamuoyunun düşüncelerini seslendirdiğimiz inancıyla bazı gözlemlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bizi yönetenlerin, ya da yönetici konumunda bulunanların ya da böyle bir konumda bulunmaya aday olanların bir konuyu, bir kavramı sanki hep gözden kaçırdıklarını düşünüyorum.
Bizler vatandaşız. Devletimiz bizim için var. Ya da öyle olmalı. 21. Yüzyılda, modern, gelişmiş bir toplumun bireyi devletle ilişkilerini haklar ve özgürlükler üzerinden kurar. Olayları sorgular, haklarını arar; kendisine önemli olayların akabinde düzgün, anlaşılır, şeffaf açıklamalar yapılmasını bekler. Ocaklara ateş düştüğünde bunda kimin sorumluluğu varsa öğrenmek, o sorumluların layık oldukları cezayı aldıklarından emin olmak ister.
Devletin vatandaşına saygısının bir ölçüsü de vatandaşa karşı işlenmiş suçların, kabahatlerin, yanlışların en kısa sürede ortaya çıkarılmasıdır. Uludere’de ne olduğunu anlamak, Afyon’daki patlamanın arka planını, sebeplerini öğrenmek, bunların sorumlularını bilmek ister vatandaş. Susmak da istemez. Ne darbe dönemlerindeki gibi atanmışların, ne de kendi oyuyla seçilenlerin onu susturmasını hiç istemez.
21. yüzyılın demokratik ülkelerinde devlet görevlilerinin kendi aralarındaki dayanışma nedeniyle vatandaşın haklarının çiğnenmesi düşünülemez. Yargıya olan güvenin azalmasına yol açacak adaletsizlikler geçiştirilemez. Kaldı ki demokratik bir devlet, bu tür zaafların ve olumsuzlukların üzerine giderek güçlenir.
Vatandaşların taleplerin sindirilmesi kabul edilemez. Sindirmek zorunda bırakıldığı, sessiz kalmaya zorlandığı takdirde ise devlet ile toplum ilişkisi vatandaşlık kavramıyla tanımlanmıyor demektir. Demokrasilerde işler böyle yürümez, yürüyemez. Biz bunu kabul edemeyiz. Tıpkı koca bir toplumun terörizme teslim olmasını, terörden beslenen bir örgütün tuzağına çekilmesini, terörizmin yarattığı ortamda toplumsal dokumuzun, bizi biz yapan kardeşlik bağlarının çürümesini kabul edemeyeceğimiz gibi.
Bu genel çerçeve içinde Meclis Başkanımızın, yani milletin/vatandaşların egemenliğini temsil eden kurumun başkanının, ülkeyi kasıp kavuran bu illete karşı ortak bir tavır alınması davetini önemsiyoruz. Özellikle de taslak metindeki demokratik hukuk devletinin temel ilkeleri ve insan haklarına saygı vurgusunun altını bir kez daha çizmek de istiyoruz.
Bir demokratik mutabakat arayışını gönülden arzuluyoruz. Metnin daha kamil hale getirilmesi gerekiyorsa da bu amaca katkıda bulunmayı görev biliyoruz.
Terörizmle mücadele ile siyasi, toplumsal, kültürel yani temelde bir çağdaş vatandaşlık hakları sorunu olan Kürt meselesinin ayrıştırılmasından yanayız. Her gün şehit veren, hayatının baharındaki gençlerini kaybeden ve bunun öfkesini yaşayan bir toplumda bu ayrımın yapılmasının giderek güçleştiğinin farkındayız. Zaten o nedenle bir tuzağa düşmemek gerektiği vurgusunu yapıyoruz.
Terörle mücadelenin yalnızca işin askeri boyutuna indirgenmesini, sadece veya öncelikle bu mekanik bakış içinde değerlendirilmesini eksik buluyoruz. Devletin meşru siyaset alanlarını her şeye rağmen daraltmamasını, 1990’larda başvurulan ve toplumumuza ağır bir maliyet ödeten yöntemlerden kaçınılmasını, hukuk içinde kalınmasını istiyoruz… Bunun yanı sıra bu mücadelede en ön safta görev alan güvenlik güçlerimizin de en korunaklı, güvenli, teçhizli şartlarda görevlerini yapmalarının sağlanmasını talep ediyoruz.
Kürtler adına siyaset yapanların da sonunda temsil etme iddiasında bulundukları kitlenin hak ve hukukunu zedeleyecek bir tutumu benimsemelerini anlamıyoruz, anlamak da istemiyoruz. Bazı siyasetçilerin, işleri öldürmek olan PKK’lılar ile kucaklaşmalarını kınıyoruz. Kendilerinden vatandaşlarımızın oylarıyla seçilmiş milletvekilleri olarak PKK şiddetini reddetmelerini, ona karşı tavır almalarını talep ediyoruz.
Benzer şekilde, terörizmin toplumda yarattığı öfkeyi bir nefret dili üretmenin bahanesi olarak görenlerin ve güvenlik eksenli politikaları, sorunları çözmenin yegane yöntemi diye sunanların da topluma ve ülkeye kötülük yaptıklarına inanıyorum. Bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığını, bunca deneyimden sonra gayet iyi biliyoruz.
Kanımızca Türkiye’nin, şu sıralarda çok sık dile getirildiği gibi, 1990’ların iklimine, zihniyetine ve çözdüğünden daha fazla sorun üreten yöntemlerine dönmeye tahammülü yoktur.
İşte bu koşullarda, Türkiye bir nev’i sırat köprüsünden geçerken Sayın Meclis Başkanı’nın çağrısına iktidarı ve muhalefetiyle siyaset alanından gelen tepkiler, konuşmamın başında tasvir ettiğim kutuplaştırıcı atmosferin etkisini açıklıkla ortaya koymaktadır.
Bugüne dek yaptığımız çalışmalarda hep Kürt meselesinde demokratik bir mutabakatın oluşturulmasından yana olduğumuzu vurguladık. Aynı çağrıları bir kez daha yineliyoruz ve bu meseleyi tüm diğer demokratikleşme meselelerimizle birlikte özgürce konuşalım istiyoruz.
Biz Sayın Meclis Başkanı’nın çağrısını anladık. Tartışmaya açtığı metnin geliştirilerek millete, vatandaşlara demokratik bir mutabakatı hep birlikte oluşturmak için bir fırsat sunduğuna inanıyoruz.
Türkiye, içindeki bu çalkalanmayı etrafı bir ateş çemberiyle sarılmış ve ekonomisini küresel krizden en az etkilenecek şekilde yönetmeye çalışırken yaşıyor.
Dünya ekonomisindeki durgunluk işaretleri gün geçtikçe artıyor. Gelişmiş ülkelerdeki sorunlar zaten, dünya ticaretini ve küresel piyasaları olumsuz etkiliyordu. Ancak artık bu durum, kriz sonrası dönemde, dünya ekonomisinin büyümesini sağlayan gelişmekte olan ekonomileri de hızla yavaşlama eğilimine sürüklüyor.
Halen süren ekonomik krize ek olarak bu yıl pek çok ülkede yaşanan büyük kuraklık, dünyanın tahıl ambarı ABD’de hasadın beklenenden çok düşük olması gıda fiyatları üzerinde ciddi bir baskı yapacak. Gıda fiyatlarının yükselmesinin ise pek çok ülkede toplumsal eylemlerin patlaması anlamına geldiğini geçmiş deneylerden biliyoruz.
Sorunların odağına iyice yerleşen Euro Bölgesi’nde, hemen her gün yeni bir açıklama ile parasal birliğin dağılmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Her yeni açıklama yeni bir umut dalgasını birlikte getiriyor ancak dalgaların hiç biri de bugüne dek kalıcı olamadı.
6 Eylül’de ve ardından 12 Eylül’de piyasaları heyecanlandıran iki gelişme yaşandı. Avrupa Merkez Bankası toplantısında temel politika faiz oranlarını değiştirmeme kararı alındı. Aynı zamanda Bundesbank’ın aksi yöndeki oyuna rağmen İkincil Piyasa Tahvil Alımı programı başlatılmasına karar verildi. Alman Anayasa Mahkemesi de Alman hükümetinin Euro alanını kurtarma politikalarında önünü açtı. Bunların ne kadar etkili ya da kalıcı olacağını hep birlikte göreceğiz.
Büyük bir güven bunalımına sürüklenen Avrupa ekonomisinde durum böyleyken, ABD’de de durum çok umut vaad etmiyor. İşsizlik rakamları hala beklenen hızda düşmüyor.
Giderek yavaşlayan ve belki daralma eğilimine giren dünya ticareti gelecek yılların en önemli sorunlarından birini oluşturacak gibi gözüküyor. Bu durumda, Çin ekonomisini de çok zor günlerin beklemesi kaçınılmaz. Son aylarda, üretimdeki yavaşlama, artan enflasyon, özellikle de dünya gıda fiyatlarına bağlı artan gıda enflasyonu eğilimleri, Çin’de ekonominin gevşek para politikası ile uyarılması imkanlarını kısıtlıyor.
Tüm dünyanın böylesi zorlu ekonomik şartlardan geçtiği bugünlerde, yükselen piyasa ekonomileri arasında ağırlığı giderek artan ülkemizin bu gelişmelerden etkilenmesi kaçınılmaz. Pazartesi günü açıklanan ulusal hesaplar istatistikleri, Türkiye ekonomisinin, ilk üç aylık dönemdeki büyüme oranını yüzde 3,3’e revize ederken, ikinci çeyrekte de yüzde 2,9 oranında büyüme kaydettiğini ortaya koydu. Bu verilere göre, 2011 yılının ilk altı ayında yüzde 10,5 gibi çok yüksek bir büyüme oranı gözlenirken, bu oran 2012 yılının ilk altı aylık döneminde, yüzde 3,1’e gerilemiş durumdadır.
Elbette, bu gözle görülür bir yavaşlama. Ancak, Çin başta olmak üzere, tüm gelişmekte olan ekonomiler, duraklama hatta küçülme süreci yaşayan gelişmiş ekonomilerin sorunlarından etkileniyor.
Böyle bir küresel çerçevede, potansiyele yakın büyüme oranlarını bile olumlu değerlendirmek gerekir. Özellikle de, cari açıkta düzeltme amacıyla iç ve dış talebi dengelemek üzere güçlü bir politika karışımına başvurmuşsanız. Geçen bir kaç yıldaki yüksek büyüme oranlarından yüzde 4’ler civarına gerilememiz, küresel koşullar kadar bu politika demetinin de sonucu gibi gözüküyor.
Kamu dengeleri dünya ölçeğinde güçlü, yine aynı ölçekte sağlam ve şoklara dirençli bir bankacılık sistemine sahip ekonomimiz, fiyat istikrarı açısından da geçmiş yıllara göre başarılı. Cari dengedeki sorunumuz nedeniyle yöneldiğimiz bu politika yaklaşımı mevcut koşullar altında elimizdeki sınırlı seçeneklerden birini teşkil etmektedir.
Son iki yıldır devam eden talebi dengeleme yönündeki çabalar, büyümenin, potansiyelin altında kalmasına yol açmakla beraber, ekonomide hızlı ve tehlikeli bir genişleme-çöküş süreci oluşmadan talebin kontrol edilmesini sağlıyor. Yani makro istikrar anlamında büyük önem taşıyor.
Bu açıdan, büyüme refleksi, temel makro dengeleri, dinamizmi, özel kesim güveni ve finansal istikrarı halen güçlü olan Türkiye ekonomisi için bu koşullarda en büyük öncelik, makro istikrarı koruyarak bu kaçınılmaz düşük büyüme sürecini iyi yönetmek olarak gözükmekte. Ancak, bu anlamda da büyük endişeler taşımamamız gerektiğine inanıyorum.
Uluslararası değerlendirmelerde de kabul gören genel bir tespite göre, şu anki veriler, Türkiye ekonomisinin, 2000’li yılların başında kazandığı kriz deneyimleriyle, bu görece düşük oranlarda büyüme sürecini etkili para-maliye politikası karışımı ile yönetebilecek sağlam temellere ve koşullara sahip olduğunu gösteriyor.
1990’lı yılları hepinizin bildiği gibi kötü harcadık. Ama sanırım o dönemdeki terörle mücadele yöntemleri ve demokrasiden uzaklaşmayla ekonomideki istikrarsızlık arasındaki bağı yeterince tartışmadık. Bugün de artan terör eylemleriyle ekonomik kalkınmamız özellikle de Doğu ve Güneydoğu’nun Türkiye ve küresel ekonomiye eklemlenmesi arasında olumsuz bir bağ var.
Bölgenin ekonomiye eklemlenmesi için yeni teşvik paketinin önemine inanıyoruz. Bu çerçevede üyelerimize ve bölgedeki yatırımcılara bir anket yoluyla ulaştık. Teşvik paketinin kapsamını irdeledik, 6. Bölge ile ilgili görüşlerine başvurduk. Anketin sonuçlarını yakında paylaşacağız. Teşvik paketi bağlamında, devlet yatırım için çok elverişli şartlar ortaya koydu ve bu şartların ötesine gitmek için de müzakereye açık. Yani bölgenin kalkınmasıyla ilgili soru artık sadece teknik bir soru değil. İşte tam bu aşamada, bir ulusal mutabakat ve işbirliği anlayışı ile, bölgeye yönelik yatırımlarla, yukarıda demokrasi ve güvenlik ihtiyaçları açısından ele aldığım Kürt sorununun sağlıklı çözümüne katkı sağlamak mümkündür.
Bu anlayışın, iş dünyasının terör ve ayrışma ile mücadelede en temel sorumluluğu olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum.
Geçmişe göre bugünkü terörizm sorunumuzu farklı kılan önemli bir faktör var: Çevremizdeki büyük altüst oluş. Bu altüst olmuş Orta Doğu resmi ışığında bizim kendi iç dinamiklerimizi, demokrasimizi, hukuk devletimizi sağlamlaştırmamız daha da önemli hale geliyor.
Toplumumuz hükümetin on yıldır sürdürdüğü dış politikaya ve bu politikanın üzerinde inşa edildiği kavram ve değerler bütününe destek verdi. Bu politikaların sonucu olarak, Türkiye’nin itibar kazanmasından, ekonomik olarak genişlemenin kolaylaşmasından, yeni pazarların erişilir hale gelmesinden memnun oldu.
Dünya Türkiye’yi güçlü, yapıcı, çevresinde etkili bir ülke olarak algıladı. Bunun da ötesine giderek Ortadoğu’da Türkiye’nin laik, demokratik, açık ekonomiye sahip bir başarı öyküsü olmasının Arap uyanışıyla önü açılan dönüşüme rehberlik edebileceğini düşündü. Bunu umut etti.
Dış politika bir itibar kurumudur. Vatandaşın, kurumların ve biz iş dünyasının dış politikadan beklentisi, tercihlerin refah, iç huzur, istikrar ve son olarak uluslararası terörle mücadelede başarı getirmesidir. Bugün Suriye krizinin yönetiminde yapılan tercihlerin bu dört hedefe hizmet ettiğinden emin olmamız ve son dönemde elde ettiğimiz dış politika itibarının aşınmasına müsaade etmememiz gerekmektedir.
Sel gider kum kalır derler. Suriye krizi bittikten ve iyi kötü bir düzen kurulduktan sonra Türkiye’nin son on-onbeş yılına damgasını vuran bölgesel yaklaşım yeniden değerlenecektir. Şu sıralarda komşularımızın hemen hepsiyle sorunlu olmamız, “sıfır sorun” ilkesinin ardındaki felsefenin ve bunun temel hedeflerinin yanlış olduğunu kanıtlamaz. Tersine bölge için daha iyi bir proje henüz ortalıkta yoktur.
Türkiye’nin cazibesi laiklik, demokrasi, piyasa ekonomisi değerlerini ve pratiğini benimsemiş büyük çoğunluğu Müslüman olan ve Batı ittifakı üyesi bir ülke olmasından kaynaklanır. Bu unsurların hepsinin aynı derecede vazgeçilmez olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin günün rüzgârlarına ve tuzaklara kapılmadan, bu özelliklerin hepsine eksiksiz sahip çıkarak bölgede etkili bir devlet olacağına inanıyoruz.
Türkiye örneği veya modeli AB üyelik yolunda bir Türkiye’yi gerektirir. Bugün için AB’nin zorlu bir dönemden geçiyor olması bu durumun ilelebet süreceği anlamına hiç gelmez. AB kurumsallaşma tarihine dikkatlice baktığınızda göreceksiniz ki, Avrupa her krizden ders alarak; daha kapsayıcı, daha özgür ve daha müreffeh olarak çıkmış, deyim yerindeyse her defasında küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır. Kaldı ki AB yönelimi sadece hukuki statü ile sınırlı da değildir. AB uyumu, evrensel değerler sistemini benimsemek ve onun bir parçası olmak demektir.
Şu sıralarda AB’ye gireceğimize inanan vatandaşların oranı bir araştırmada yüzde 17 çıktı diye AB’ye boş verme eğiliminin topluma da sirayet ettiği söyleniyor.
Araştırmaya baktığınız zamansa hükümetin AB için yeterli gayreti sarf etmediğini söyleyenlerle daha fazla gayret sarf etmesi gerektiğini düşünenlerin oranının yüzde 67 olduğunu görüyorsunuz. Türkiye’nin AB üyeliğinin ülkeye hiç katkısı olmayacağını söyleyenler ise sadece yüzde 33’te kalmış.
Yani evrensel niteliğe haiz AB değerlerinin, demokrasi standartlarının benimsenmesi konularında toplum indinde bir sorun yok. Ancak bu normlardan uzaklaştıkça da ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü, yargı reformu konularında ciddi tökezlemeler başlıyor ve ağır eleştirilere maruz kalıyoruz.
Bu durumda, o eski enerjiyi ve inancı yeniden bulmak ve harekete geçirmek zorundayız."
© Tüm hakları saklıdır.