Gündem

'Bölücüler Meclis'te' diye homurdanan kimi laikler, bunun laik cumhuriyet için başarı olduğunu anlayacaklar'

Prof. Taner Timur: Çözüm Süreci'nde 'düşman kardeşler'e dönüşen AKP ve MHP, Kürtçülük düşmanlığında birleşebilir

22 Haziran 2015 03:05

Prof. Taner Timur*

7 Haziran gecesi açıklanan seçim sonuçları, bana ilk anda Amerikalı bir yazarın sözlerini anımsattı. “Ben, diyordu yazar, ülkemde yapılan her seçimden sonra çok seviniyorum; kazanan için değil, kaybeden için!” Doğrusu ben de 7 Haziran gecesi aynı duygular içindeydim. Sevinçliydim; daha çok kaybeden için. Seçimleri kişisel hırsının aracı haline getirip, “başkanlık” oylamasına çeviren bir diktatör taslağının yenilgisi için.

***

Aslında çok partili hayatımızın en antidemokratik seçimlerinden birini yaşadık. Bir Cumhurbaşkanı, Anayasa ile belirlenmiş statüsünü ve ettiği yemini hiçe sayarak miting meydanlarına inmiş ve tüm devlet olanaklarını da kişisel kavgasının aracı haline getirmişti. Bununla da kalmadı farklı dini ve cinsel tercihler için nefret tohumları saçtı; bir LGBT adayı aşağıladı; “dağda, mağaralarda Zerdüştlük dinini öğretenler nasıl Müslüman oluyor?” diyerek halkı kışkırttı. Üstelik kampanyasına, trajedi kahramanlarını anımsatan uğursuz bir rol ile, Başbakanı da ortak etti. Onu siyasi bir HİÇ haline sokacak bir kavganın aktif ve coşkulu bir aracı yaptı. Ve ünlü strateji profesörü de, “Başkanlık sistemi” konusunda pek coşkulu görünmese de, el-hak, görevini canla başla yerine getirdi. Hatta hızını da alamadı; seçim sonuçları alındıktan sonra bile kendisini hala miting meydanlarında sanarak Parti binası önünde toplanan Erdoğan’cı kalabalığı coşturdu. Sonuç olarak da -belki tam ayırdında olmadan- Erdoğan’ın işlediği anayasal suçlara tamamen ortak oldu.

***

Erdoğan seçim kampanyasını seçmenlerden “başkanlık sistemi” için oy isteyerek yürüttü. Oysa bunu yaparken, ülkedeki parlamenter sistemi de fiilen değiştirdi ve Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde asla rastlanmayan bir “kuvvetler birliği” yarattı. Zaten asıl amacı da, “başkanlık sistemi” değil, mutlak otoriteydi. İlkel ve ritüel anlamda şeriatçı bir dünya görüşüne sahip olan; “Kuran’ı yaşıyorum, Kuran bize yeter” diyen; üstadı Necip Fazıl gibi “Halkın sözü”nü, “Hakkın sözü”nün sadece bir aracı olarak gören bir Cumhurbaşkanı’nın “anayasal sistemler” umurunda bile değildi. “Başkanlık sistemi” dediği de, parti çoğunluğuna dayanarak fiilen kurduğu dikta rejimine hukuki bir kılıf aramaktan ibaretti. İşte 7 Haziran seçimlerinde, seçmenler bu zorbalığa “hayır!” dediler. Ve bu “hayır!” oyuyla beraber ülkenin bütün demokratları da derin bir nefes aldılar.

“Başkan Erdoğan” dönemi kapanmış, eski parlamenter sisteme dönülmüştü.

***

Evet, korkulan olmamış, Erdoğan fiili başkanlığına hukuki bir kılıf bulamamıştı. Ne var ki ortaya da ürkütücü bir tablo çıkmıştı: Belki de tarihimizin en büyük krizlerinden birini doğurma potansiyeli taşıyan bir tablo. Zaten son yıllarda bütün işaretler, iktisadi krizi daha da derinleştirecek bir siyasal tıkanmanın habercisiydi.

İlginçtir ki bu krizi yaratacak kişisel hırsı ilk keşfedenler de Erdoğan’ı iktidara getiren Amerikalılar olmuştu. Wikileaks belgelerine göre, daha 2004 yılında Amerikan büyükelçisi Eric Edelman, Washington’a yolladığı 20 Ocak 2004 tarihli telgrafta, Erdoğan’ın “çok baskın bir gurur”a sahip olduğunu ve “Tanrı’nın onu Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inandığını” yazmıştı. Hatta 2003 AKP Kurultayında bu konuda bizzat kendisinin “Kurana atıf yaptığı” da nota eklenmişti.

Kuşkusuz bu “teşhis”, elçinin kişisel gözlemlerine değil, Erdoğan’ın en yakın çevresindeki kimselerden alınan bilgilere dayanıyordu; fakat o tarihlerde bir tehlike olarak algılanmadı. Aksine tüm “ileri demokratlar”, “laikçi beyaz Türkler”e karşı Erdoğan’ın etrafında kenetlendiler. Ve hedef tahtasına da askeri bir darbenin ürünü olan 12 Eylül Anayasası yerleştirildi.

Bugün bütün heybetiyle ufukta beliren krizin temelleri 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde patlak veren Anayasa krizi ile atıldı.

***

1982 Anayasası’nın antidemokratik hükümler içerdiği ve değişmesi gerektiği kuşkusuz doğrudur. Zaten bu Anayasa son otuz yılda defalarca değişikliğe de uğradı. Ne var ki Türkiye’de demokrasiyi asıl yozlaştıran hükümler Anayasa’dan çok seçim kanunu, siyasi partiler gibi kanunlarda yer alıyordu. 1982 Anayasası, İtalyan Anayasası’ndan alınan hükümlerle, normal parlamenter sistemlerde pek rastlanmayan güçlü bir cumhurbaşkanlığı yaratmıştı. İtalya gibi parlamenter krizlere alışık bir ülkede bundan beklenen, bazı tecrübeli ve akil siyasetçilerin bu yolla krizlerin çözülmesinde katkı sağlamaları idi. Bizde Erdoğan’ın yetersiz bulduğu kurumun dayandığı felsefe, aslında buydu. Kısaca İtalyan Anayasası’nda güçlü bir cumhurbaşkanlığı, demokratik istikrar için bir güvence olarak düşünülmüştü. Bu yüzden de seçimle ilgili özel çoğunluk (bizdeki 367 kavgası) İtalya’da hiçbir zaman sorun yaratmadı. Aksine bu seçim için konulan 2/3’lük anayasal nisap, daima titizlikle uygulandı ve yirmi üç tura kadar uzanan seçimler yapıldı. Alınan sonuç da beklentilere uygun oldu ve bu ülkede yakın tarihte Pertini, Scalfaro, Ciampi gibi partiler-üstü davranmasını bilen, manevi otorite sahibi cumhurbaşkanları seçildi. Çok daha yakınlarda da, İtalya borç krizi içinde sarsılırken (2011), Berlusconi Hükümeti’nin istifasında rol oynayan ve 2013 seçimlerine tamamen bağımsız bakanlardan oluşan “teknik” bir hükümetle gidilmesini sağlayan, yine böyle akil bir Cumhurbaşkanı, Giorgio Napolitano oldu. Ve böylece demokratik uzlaşma da sağlandı.

Aslında bizde de, formel demokrasinin dar alanı içinde, aynı kurumsal hükümler benzer bir eğilim yaratmaya ve asker cumhurbaşkanlarının yerini sivil cumhurbaşkanları (Özal, Demirel) almaya başlamıştı. Ne var ki Erdoğan ile durum değişti ve aslında demokrasi için bir emniyet supabı olabilecek bir kurum, bir şahsın iktidar tutkusu yüzünden demokrasiyi yok edecek bir araca dönüştü. İşte 7 Haziran’da seçmenler bu çılgın gidişe “dur!” dediler. Ve bu “dur!” oyu ile de tüm demokratlar derin bir nefes aldı.

Ne var ki ortaya da demokratik çözüme hiç elverişli olmayan bir Meclis aritmetiği çıktı.

***

Galiba önümüzdeki günlerde başlayacak görüşmeleri yerine oturtabilmek için ilk yapmamız gereken şey, seçim sırasında duyduğumuz küfür ve hakaretleri unutmamız olacak. Ortaya çıkabilecek kimi “koalisyon” önerileri karşısında şaşırıp kalmamak için, galiba önce bunun altını çizmemiz gerekiyor. Tabii “küfürleşme”lere temel teşkil eden “kelbî” (cynic) felsefeyi en iyi temsil edenleri de bu arada unutmadan. Yine de yeni Meclis aritmetiğine bakarken sınıfsal konum ve ideolojik saplantı kriterlerini ön plana çıkarmak ve analizi bu ölçütlere dayandırmak herhalde en gerçekçi yöntem olacaktır.

***

Sınıfsal açıdan önümüze iki olası almaşık çıkıyor. Bunlardan birincisi AKP-MHP koalisyonu. Gerçekten de bu iki parti asıl güçlerini benzer sınıfsal konumlardan (köylü ve esnaf tabakaları, daha çok orta büyüklükte iş çevreleri, pleb kategoriler vb) alıyorlar ve bu toplumsal temel üzerinde AKP dinci duyguları seferber ederken, MHP de Türkçülüğü ön plana çıkarıyor. Bu iki hareketi (AKP ile MHP’yi) son yıllarda Kürt sorunu birbirine düşürmüş, adeta “düşman kardeşler” haline getirmişti; oysa 7 Haziran seçimleri ile aynı sorun onları birbirine yaklaştırma potansiyeli yarattı: Bu kez ortak bir Kürtçülük düşmanlığı temelinde.

Türkçü bir partinin Kürtçülük düşmanlığını açıklamak için herhalde kafa yormaya gerek yoktur; fakat yıllardır “çözüm süreci” adı altında ülkeye barış getireceğini iddia eden AKP’nin, HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı karşısında paniğe kapılması ve bu partinin barajı aşmasının “felaket” olacağını ilan etmesi nasıl açıklanabilir? Sanıyorum ki bunun için, son gelişmeler ışığında, “çözüm süreci” denilen etkinliklerin nesnel bir değerlendirmesini yapmamız gerekiyor.

***

2009 yılında Öcalan ve MİT aracılığıyla başlayan ve AKP ile Kürt siyasetçiler arasında temas sağlayan görüşmeler, aslında nesnel planda hiçbir zaman gerçek bir çözüm arayışı olmadı. Bu, elbette ki süreç, pratikte etkisiz kaldı; hiçbir şeyi değiştirmedi anlamına gelmiyor. Daha çok şunu söylemek istiyorum: Her iki taraf da aslında “ateşkes”in yaratacağı rahatlık ortamında, kendi siyasal hedefleri yönünde kazanç sağlamak istiyorlardı. Ve sağladılar da. Burada partizan eğilimlerden söz ediyorum; yoksa elbette ki taraflarda çözüme ve barışa inanlar yoktu demek istemiyorum. Ne var ki tarafların ideolojileri arasında tam bir çelişki vardı ve Erdoğan İslamcılığı ile Kürt milliyetçiliğini uzlaştırmak kolay değildi. Kaldı ki kimse de böyle bir şey beklemiyordu. Uzlaşma daha çok diğer partilere karşı oldu ve AKP ile BDP el ele diğer partileri bölgeden kovdular. Ve o kadar net bir şekilde kovdular ki, Erdoğan, sık sık başbakanlık koltuğunda oturduğunu unutarak, diğer parti liderlerine meydan okumaya başladı: “Hadi, sıkıysa o bölgeye girin!”..

***

Erdoğan’ı böyle bir “süreç”e yönelten hesap, bölgede hala hatırı sayılır derecedeki aşiret ve şeyhlik kalıntılarının yarattığı oy deposuydu. 2011 seçimlerinin gösterdiği gibi, bunda da yanılmamıştı. Buna karşılık, Kürtler de kendileri için eşit ve onurlu bir statü ve buna temel olacak hukuki düzenlemeler peşindeydiler ve bu amaçla da bazı yol kazalarına (KCK tutuklamaları; “ölü sevicisi” gibi hakaretler; terörizm suçlamaları vb) aldırış etmeden, “süreç”i canla başla desteklediler. Ve onlar da kazançlı çıktılar. Bu “süreç” sayesinde, Öcalan “Sayın Öcalan”, Güneydoğu Anadolu da “Kürdistan” haline geldi.

Süreç ilerliyordu; ne var ki bu arada Türkiye Kürtleri de bölünmüş ve katı bir şekilde Şeriatçı-Laik kamplara ayrılmıştı. Üstelik terazide de AKP kefesi ağır basmış, “süreç”ten daha çok kazanan iktidar partisi olmuştu. Böylece, giderek “ya diline, ya dinine” oy vermeye başlayan bölgede Kürt oylarının yarısından fazlası iktidar partisine gitti. Bu durumda Kürtler de, katkılarının karşılığını alamadıkları inancıyla şikâyete, tehditler savurmaya başladılar. Basına sızan tutanaklara göre, 2013 Nevruz görüşmeleri sırasında, Öcalan, Altan Tan’a “Sayın Altan, demişti, bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar”. Tehdit bu sözlerde gizliydi. Neyse ki Kürt siyasetçiler bu çirkin pazarlık sözlerinin duyulmasından hiç de memnun olmadılar ve öfkeli tepkiler verdiler. Türk-Kürt laik cephenin (züğürt?) tesellisi de bu oldu.

***

Yine de süreç devam ediyordu. Ne var ki bu arada Ortadoğu’daki gelişmeler, oyunun kurallarını ve oyuncuların kozlarını derinden etkileyecek bir dönüşüm yaratmıştı. Olay şuydu: Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Suriye’de Müslüman Kardeşler kartına oynamış ve bölgenin mezhep savaşlarında taraf olmaya karar vermişlerdi. “Özgür Suriye Ordusu” karargâhını Türkiye’de kurdu; basın toplantılarını -Türk Dışişleri himayesinde- Türkiye topraklarında yaptı. Her şey açıktı.

***

Türkiye, Suriye iç savaşında taraf haline gelince, Kürt sorunu da ülkenin en önemli sorunu olmaktan çıkmıştı. Artık Türk ordusu her an kendisini on, on beş bin kişilik gerilla savaşçıları ile değil, Ortadoğu’nun güçlü bir ordusu ile karşı karşıya bulabilirdi. Nitekim Esad’ın uçakları bir uçağımızı düşürüp pilotu şehit ettikleri zaman, gerileyen Türkiye oldu.

Türkiyeli Kürtler ise bu arada tarafsızlık iddiası ile kendilerine özerk bir alan açan Suriyeli Kürtlerle bağlarını güçlendirmişlerdi. Fakat ne zaman ki Sünni Cephe, tüm dünyadan akan “Cihadist”lerin de katılımıyla, önce IŞİD, sonra da İslam Devleti’ne dönüştü, o zaman Kürtler için de işin rengi değişti. Unutmamak gerekir ki IŞİD’in örgütlenmesinde Kürtleri hain olarak gören kaçak Saddamcı subaylar da önemli bir rol oynamıştı ve onlar için sorun salt Şii-Sünni savaşının ötesinde bir anlam taşıyordu.

***

Dramatik gerilim Kobani kuşatmasında yaşandı ve PYD-PKK savaşçıları kahramanca direndiler; fakat şu da var ki, eğer Amerikan uçaklarının bombardımanı olmasaydı, direncin başarıya ulaşması çok zor olacaktı.

Kürtler Kobani’de kırımla burun buruna gelmişlerdi; oysa “çözüm süreci”nin mimarı IŞİD ile PKK arasında bir fark görmüyor, bu şekilde de fiilen saldırganlardan yana tavır koymuş oluyordu. İpler kopmuştu; 50 ölüye yol açan 6-7 Ekim çılgınlığı bu koşullarda yaşandı. Nesnel gelişmeler tabloyu alt üst etmiş, “çözüm süreci”ne bambaşka bir nitelik vermişti. Artık tüm Türkiye’yi de tehdit eder hale gelmiş IŞİD vahşet ordusu karşısında Türk ve Kürt laikleri ortak bir düşman karşısındaydılar. Geçmişteki kanlı olaylar ve işlenen cinayetler ne olursa olsun, PKK ve PYD gerillaları Türkiye’deki laik güçlerin nesnel müttefikleri haline gelmişlerdi.

Ne var ki somut koşullardan kopuk bir “süreç” saplantısı; “biz partiyle değil ‘Devlet’le görüşüyoruz” yanılgısı ve biraz da çaresizlik psikolojisi, AKP ile bağların devamını sağladı. “Dolmabahçe Anlaşması” bu koşullarda bir zafer edasıyla ilan edildi. Oysa Ortadoğu’daki -biraz da kendi eseri olan- yeni kompozisyonu daha iyi okuyan RTE, çok geçmeden, bunun hiçbir değeri olmadığını, zaten “Kürt Sorunu” diye bir sorunun da bulunmadığını ilan etmekte gecikmeyecekti.

***

İşte 7 Haziran seçimleri bu koşullarda yapıldı ve Erdoğan’ın “süreç” konusundaki dönüşümünü pekiştirecek bir tablo ortaya çıkardı. Ve anlaşılan o ki, Türkiye Cumhurbaşkanı artık HDP’yi bir ihanet cephesi olarak algılıyor ve bunları siyaseten yok etmek için de her şeye hazır görünüyordu. Partiyi “hiçleştirme” operasyonu da en kolay şekilde HDP’ye karşı bir AKP-MHP koalisyonu ile gerçekleşebilirdi. Zaten AKP’li seçmenler arasındaki anketler de bunu işaret ediyor ve Erdoğan’a en yakın kalemler bunu söylüyordu. Kaldı ki bu formül TSK’nın en muhafazakâr unsurlarının desteğini kazanma gibi bir “avantaj” da sağlayabilirdi!

***

İyi de, böyle bir formülü MHP benimseyebilir mi? Seçim kampanyasındaki bunca ağır suçlamalardan ve hakaretlerden sonra bu çağrıya “olur” diyebilir mi? Öyle görünüyor ki, hayli zorlansa da, sonunda “evet” diyebilir ve elini uzatabilir.

Elini uzatabilir; çünkü AKP’nin şeriatçı politikasına hiçbir itirazı olmayan, hatta en sıkışık anlarında onun yardımına koşan MHP’nin en büyük korkusu Kürt sorunudur ve Ülkücüler “vatanın kurtuluşu” için çeşitli ödünler vermeye hazır görünüyorlar. Belki de yolsuzluk dosyalarının kapanmasına bile?.. Zaten AKP’li kalemler Erdoğan’ın bu formülü “gerçekleşme şansı yüksek olan modellerin” başına koyduğunu ve MHP’nin ise “bazı bakanlıklar üzerinde durduğunu” şimdiden yazmaya başladılar bile. Nihayet seçim gecesi, AKP binası önünde toplanan kalabalık, Davutoğlu’nu, aynı ülkücülerin sloganı ile (Ya Allah, Bismillah, Allah-u Ekber) alkışlamıyor muydu?

***

Yine de bugünkü koşullarda, çeşitli şimşekleri üzerine çekse de, Meclis aritmetiği HDP’yi anahtar parti konumuna getiriyor ve Parti yöneticilerine ağır sorumluluklar yüklüyor. Önce son seçimlerde bu partinin iki büyük başarısının altını çizelim:

1) HDP, 7 Haziran oylamasının doğruladığı bir kararla, seçimlere parti olarak katıldı ve protesto oylarının da desteği ile aldığı sonuçla, ülkedeki karşıdevrimci gidişi durduran, tüm demokratlara rahat bir nefes aldıran parti oldu. Şimdi “bölücüler Mecliste!” diye homurdanan kimi laikler, sanıyorum ki ilerde bunun laik cumhuriyet için önemli bir başarı olduğunu kabul edeceklerdir.

2) HDP, parlamentoya cumhuriyet tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir oranda kadın milletvekili (CHP’nin kadın 21 vekiline karşı, 26 vekil) sokarak, bütün partilere örnek oldu ve başta ülkenin en muhafazakâr bölgesi olan Güneydoğu Anadolu olmak üzere, tüm Türkiye’ye bir laiklik dersi verdi. Ne var ki bu başarıyı, meydanlara adını verdikleri Şeyh Said’e değil, her şeyden önce Atatürk’e borçlu olduklarını da unutmamaları gerekiyor. Karşıdevrimci Şeyh, Millet Meclisi’nde böyle bir tablo görmekten herhalde hiç de memnun olmazdı.

***

Yine de sorun bitmiyor ve hareketin sınırlarını da gerçekçi bir şekilde saptamak, -bir kısım sosyalistlerin yaptığı gibi- bayram havasına kapılmamak gerekiyor. Kaldı ki HDP yöneticileri bile böyle bir havaya girmediler ve realist bir davranış sergilediler.

Önce şu saptamayı yineleyelim: RTE yönetimi, İslamcı ideoloji bağlamında, Türkleri olduğu gibi Kürtleri de böldü ve IŞİD tehlikesi de PKK pozisyonlarını tamamen değiştirdi. PKK-ABD-Irak Kürtleri ittifakı bu koşullarda oluştu. Zaten Cemal Bayık da bu gelişimi The Economist dergisine (21 Şubat) anlatırken, eski Marksist-Leninist tutumlarını tamamen terk ettiklerini söylemişti. Daha sonra, yine Bayık, Amberin Zaman’la bir konuşmasında (Taraf, 16 Mart), “Türkiye’de savaşmamızı gerektiren koşullar kalmadı” da demişti. Zaman, “tarihsel nitelik taşıdığına” inandığı bu sözlerin “HDP’ye sırf PKK ile bağları yüzünden ‘oy veremeyiz’ diyen herkesin zihninde yer etmesi” gerektiğini de yazısına eklemişti. 7 Haziran seçimleri, Amberin Zaman gibi düşünen önemli bir seçmen kategorisinin olduğunu ortaya koydu. Çok da iyi oldu.

Yine de HDP’nin önümüzdeki kritik günlerde davranışlarına yön veren bazı varsayımlarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Görebildiğim kadarıyla bunlar şöyle sıralanabilir:

1) HDP çevreleri, AKP ile “Süreç” görüşmelerini, “Devleti kendileriyle görüşmeye mecbur kılan askeri bir başarı” bağlamında değerlendirmek eğilimindeler. Onlara göre, PKK, TC’yi zorla barış masasına oturtmuştur. Oysa bu tez hiç de gerçeklere uygun görünmüyor.

Kuşkusuz otuz yıldır süren bir savaşın TSK’yı yıpratan, herkesi bezdiren ve barış özlemi yaratan etkileri oldu. Fakat “süreç”i yaratan ortamı daha çok şöyle açıklayabiliriz: Kürt siyasi hareketi, aslında ABD’nin Irak’ı işgali ile açılan alanda kendisine bir yer edinmiş, AKP ile görüşmeler de seçimler öncesinde Erdoğan’ın oy hesapları çerçevesinde başlamıştı. Suriye savaşı ise Kandil’i giderek ABD’ye daha da yaklaştırdı ve ABD liderliğinde yukarıda sözünü ettiğimiz ittifak kuruldu. Bu nesnel durum HDP militanlarının çok daha mütevazi bir profil takınmalarını ve o çevrelerde yaygın -örneğin “Ortadoğu’da önder halk”, “bölgenin kaderini değiştirecek parti” vb gibi- gerçekçi olmayan övünmelerden kaçınmalarını gerektiriyor.

2) HDP şimdiye kadar Devlet ile değil de AKP yönetimiyle görüştüğü gerçeğini kabul ederse, bugün kimlerle ve hangi ilkeler temelinde ittifak yapabileceği de daha gerçekçi bir şekilde ortaya çıkar. Bu güçler, esas itibariyle, CHP’de yer alan önemli bir kesim ile Meclis dışındaki sosyalist güçlerdir. Zaten Kobani savaşından beri, biraz da olayların zoruyla, HDP bu potansiyele uygun hareket etmiş ve Selahattin Demirtaş da aynı espri içinde çok başarılı bir kampanya yürütmüştür. Alınan sonuç da ortadadır.

3) MHP, HDP’nin içinde bulunacağı -ya da dışarıdan destekleyeceği- her türlü formülü dışladığına göre, HDP, teorik olarak ancak AKP ile koalisyon kurabilir. Oysa HDP’nin Gezi’den beri uyandırdığı tüm kuşkuları doğrulayıcı nitelikteki bu teorik olasılığa, mevcut koşullarda, ne HDP’nin ne de AKP’nin sempatiyle baktıkları söylenebilir.

Aynı şekilde, başta Demirtaş olmak üzere bazı HDP yöneticilerinin AKP-CHP koalisyonunu normal bir çıkış yolu olarak işaret eden önerileri de yersiz ve tehlikelidir. ABD ve büyük iş çevrelerinin gönlünde yatan ve -A. Selvi’ye göre- Erdoğan’ın ikinci tercihi olan bu formül, AKP Erdoğan’ı feda edemeyeceğine göre, yakın geçmişte işlenen (anayasal ve adi) bütün suçların aklanması anlamına gelecektir ki, bu da CHP’yi % 25’i de arayacağı günlere götürür. HDP’ye de -umduklarının aksine- hiçbir şey kazandırmaz.

***

Görebildiğim kadarıyla, 7 Haziran’ın ortaya koyduğu tablo budur ve bu tablo, hem bir kriz hem de bir umut tablosudur. Kriz olasılığı Meclis aritmetiğinde yatıyor ve tüm “siyaset uzmanları” (yani herkes) koalisyon puzzle’ını çözmek için aylarca sürecek tartışmalara başlarken, kriz de derinleşme potansiyeli taşıyor.

Umut ise, Meclis’te ilkeli ve tutarlı hareket edebilecek, her türlü haksızlığa ve fanatizme “hayır!” diyebilecek olanların birlikte direnebilmelerine bağlı görünüyor. Tıpkı iki yıl önce “yeter!” diyen ve bugünkü umutları da doğuran Gezicilerin direnişi gibi. 7 Haziran seçimleri demokratik güçlere koalisyon kurma, iktidar olma şansı tanımadı. Yine de kavga devam ediyor. Meclis içinde ve Meclis dışında. Demokratik devrim kavgası.


* Taner Timur’un kişisel facebook sayfasından alınmıştır.