Merkezinde bir ismin olduğu yergi veya övgü yazısı yazmak çok nadir, çok istisna durumlarda yaptığım bir şey. Ama Ahmet Hakan konusu, bir süredir, artık şahsi boyutu aşan, başlıbaşına bir mesele halini aldı. Medyada yazılıp çizilen dışında, ‘Ahmet Hakan değişti mi, neden değişti, nasıl değişti?’ mevzusu, bir yakını olarak benim de her adımda karşılaştığım bir sorular dizisi haline geldi.
Dahası, değişimi konusunda bunca saldırıya uğrayan Ahmet Hakan’ın, değişim serüvenine en yakın tanık olan biri olarak bu hikâyeyi bir de benden dinlemenizi istedim. Aslında, sadece o hikâyeyi değil, İslamcı kesime, bu kesimin değişimine ilişkin daha uzun bir hikâyeyi konuşmamız lazım, şimdilik işin o kısmına sadece meramımı anlatmama yetecek kadar gireceğim.
Ben Ahmet Hakan’ı 1995’te Kanal 7’de ‘anchorman’ iken tanıdım. ‘Birikim’de çıkan bir yazım nedeniyle, programına davet etmek için aramıştı, hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Hemen söyleyeyim, tanıştığımız gün karşımdaki insan ile bugünkü Ahmet Hakan arasında temelde hemen hiçbir fark olmadığını tüm samimiyetimle söyleyebilirim.
O zaman da, bugün Hürriyet’te yazdıklarının çoğunu ve hatta daha fazlasını söylüyordu.
İçinden geldiği ve halen bulunduğu çevreyi eleştiriyordu. Yaptığı eleştiriler ‘yumurta çıkmış, kabuğunu beğenmemiş’ cinsinden değil, son derece anlamlıydı, bu açıdan söylediklerini hep önemsedim.
O zamanki sohbetlerimizde, o kendi çevresinin, ben kendi çevremin hastalıklı, sorunlu taraflarını karşılaştırmak, bunların birlikte oluşturdukları Türkiye tablosunu tartışmak şeklinde geçerdi.
Benim o günlerden bildiğim değişim hikâyesini, bence Hürriyet’te tüm samimiyetiyle, anlamak isteyen herkesin çok rahat anlayabileceği şekliyle sürekli yazıyor.
Yine hemen söyleyeyim, Ahmet Hakan, İslamcı çevreden gelip veya orada bulunup, o çevreyi eleştiren veya sorunlarını gören tek isim değildi, hâlâ değil. Birçok arkadaşımızla benzer konuları konuşur, tartışırdık. O nedenle yıllarca laik kesimden insanlara, İslamcı, dindar, muhafazakâr kesime ilişkin toptancı, önyargılı bakışlarının ne kadar yanıltıcı olduğunu, bu çevrenin aslında ne kadar tartışmaya ve kendini sorgulamaya açık olduğunu anlattım durdum.
‘En iyi, dindar, muhafazakâr, kendini her konuda eleştirendir’ yaklaşımında olanlardan değilim. Aslında, bu bir yaklaşımda değil, dayatma diye düşünüyorum. Laik kesim, her konuda, kendini ‘doğru’, karşısındakini ‘yanlış’ diye gördüğü için, eleştiri ve sorgulamadan da, sıklıkla, ‘kendini sonuna kadar inkâr’ı anlıyor. Bu yaklaşımı her zaman çok rahatsız edici buldum.
90’lı yıllarda, İslamcı kesimin, kendini eleştiren, sorgulayan özelliği, bu kesimi düşünsel ve siyasal anlamda dinamik kılan zenginleştiren bir şeydi. AKP, kısmen konjönktürel etkenler, kısmen pragmatik kaygılardan ama aynı zamanda bu dinamikten yola çıkan siyasi bir güç oldu. Buna karşın, laik kesim, kültürel hegemonyaya dayanan tavizsiz, mutlakçı direnci yüzünden sıkıştığı darboğazlara mahkûm oldu, dili güdükleşti, siyaseti tıkandı.
İslami kesimin sadece kendini sorgulayan, zamana ayak uyduran ve sonuçta anadalgada yani AKP’de siyaset yapan kesimi değil, doğru olduğuna inandığı ilkelerden pragmatizm adına taviz vermeyen, söylemini belli ilkelere bağlılık ekseninde tazelemeye çalşan kesimi de, bu kesimin zenginlik ve dinamiğinin önemli bir kaynağı idi ve bence hâlâ öyle. O nedenle, bu kesimden şimdilerde marjinal sayılan birçok arkadaşımı, düşüncelerini de halen çok önemsiyorum.
Söylemeye çalıştığım şu; benim onlarla tanıştığım 90’lı yılların başlarından bu yana, İslami kesim birçok farklı bakışı, görüşü barındırıyor, bunlar arasında ciddi tartışmalar geçiyordu. Ahmet Hakan’ın eleştirel tavrı o nedenle bana çok ayrıksı, çok şaşırtıcı gelmiyordu.
Peki, bu kesimin kendi içindeki çeşitliliği, rengi, hareketliliği dışa neden yansımıyordu? Bize ayrılan yerin sonuna geldik, o nedenle hikâyenin devamına kaldığımız yerden bir sonraki yazıda devam edeceğim.