17 Şubat 2014 17:39
KONDA araştırma şirketi Genel Müdürü ve T24 yazarı Bekir Ağırdır, 30 Mart seçimlerine ilişkin ilginç değerlendirmeler yaptı. Ağırdır'a göre, AKP toplam oyu yüzdesini yüksek tutmaya çalışırken CHP seçilecek aday gösterme stratejisi yürütüyor. Cemaatse CHP'yi desteklemeyecek ancak bazı adayları işaret edebilir. 17 Aralık opresyonunun AKP seçmeni üzerinde nasıl bir etki yarattığın açıklayan Ağırdır, "Bu Ak Partiden şikayeti olmadığı veya bütün bu yolsuzluk meselelerini atladığı anlamına gelmez. Nasıl CHP’li seçmenin yarısı oy verdiği partiyi eleştiriyor ise Ak Partide bu oran çok düşüktü, yüzde 3-5’ti, şimdi bu olaylardan sonra yüzde 25’lere geldi" ifadesini kullandı.
KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır 30 Mart yerel seçimlerinde AKP için önemli olanın oy oranı yüzdesi olduğunu söyledi. Ağırdır, iktidar partisinin Binali Yıldırım ve Galip Ensarioğlu gibi isimlerin aday göstermesi de tamamen bu stratejinin bir parçası. Eğer AKP yüzde 45'in üzerinde bir orana ulaşırsa uluslararası güçlerle yeni bir mutabakatın söz konusu olabileceğini savunan Ağırdır, cemaatin seçime etkisi ve BDP-HDP'nin durumuna ilişkin de değerlendirmeler yaptı. Ağırdır'ın Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'e verdiği röportajı şöyle:
30 Mart sonrasına dair birtakım senaryolar üretiliyor. “AKP yüzde 40’ın üzerinde alırsa şöyle olur, altında olursa şöyle olur” öngörüleri... Her iki duruma ilişkin sizin analiziniz ne?
Ben üçe ayırıyorum. Ak Parti, yüzde 45’in üzerinde alırsa, cumhurbaşkanlığı seçiminde belirleyici gücün kendisinde olduğu bir kere daha tescil edilmiş olur. Bu elini rahatlatacağı için şöyle bir sonuç üretebilir; Ak Parti evrensel değerlere göre değil ama kendisine göre radikal bir demok-ratikleşme hamlesi yapabilir. Çünkü toplumsal gerilim yükseliyor. Sonuçta her gün masalarına gelen istihbarat raporlarından görüyorlardır gerilimi.
Toplumsal gerilimin yükseldiği görüldüğü halde neden düşürmeye değil, yükseltmeye, ayrıştırmaya dönük işler yapılıyor?
Kendisini saldırı altında hissettiği için savunma hattını genel siyasetten kurdu. Diyelim yolsuzluk meselesinde, “bunlar mahkemenin meselesi, gidin aklanın” demeyi tercih etmedi, her şeyi siyasi bir operasyon olarak gördü. Her şeyi, ölüm kalım dili üzerinden tartıştırıyor. Bu Ak Parti’nin paradokslarından biri ama bu kutuplaşma hâlâ yüksek oy desteği getiriyor olduğu için siyaseten bunu sürdürüyor. Eğer yüzde 45’i aşan bir oy oranı yakalarsa yerel seçimlerde, “Bu gerilimi artık bir durdurmak lazım” ya da “en azından odun atmayalım ateşe” diyebilirler. Elbette “bir anda demokratikleşme hamlesi yapılacak” demiyorum ama kendi vizyonları içinde yapabilecek kadar bir demokratikleşme hamlesi yapabilirler. Biraz da AB beklentisine bağlı olarak, çünkü Almanya ve Fransa yeni fasılları açma iradesi gösterirken eminim bir beklentileri var. “Siz de yeniden Avrupa’yı düşünün” demişlerdir doğal olarak.
Yani Erdoğan’la birlikte yürümek istemeyen uluslararası güçlerle, Erdoğan arasında yen bir mutabakat mı oluşacak?
Evet. Yeni devlet aklında Türkiye’de bir iç zımni mutabakat olduğu gibi dünyada da Ak Partili Türkiye konusunda yeniden bir zımni mutabakat oluştuğunu sanıyorum. Çünkü Suriye meselesi bütün dünyaya gösterdi ki en kanlı diktatör bile olsa, eğer karşısında toplumu arkasına alan bir ideal, bir ütopya yoksa yalnızca itiraz bir sistemi yıkmaya yetmiyor. 17 Aralık’tan sonra bütün bu ortalığa dökülenlere rağmen, sokakta bir iktidar değişikliği havası var mı? Yok. Hâlâ Ak Parti belli bir oranda desteğini sürdürüyor. Hâlâ siyasi rekabet eksik. Desteğin sürmesi sadece Ak Partinin başarısı değil, biraz da muhalefet partilerinin başarısızlığından. Bu tablodan baktığınız zaman Ak Parti’siz ya da Erdoğan’sız Türkiye senaryoları yazabilirsiniz ama pratik olarak Türkiye, yönetim krizi yaşamasına tahammül edilir bir ülke değil. Ne ekonomik büyüklüğü ile ne nüfus büyüklüğü ile ne de Kürt meselesi ile kendi haline bırakılabilir bir ülke değil burası.
AKP, yüzde 45’in üzerinde alırsa eli rahatlar, demokrasi hamlesi yapabilir. Peki, 40’ın altına düşerse?
40’ın altında kalırsa, cumhurbaşkanlığı seçimini risk altında göreceği için bu sefer de tam tersi, daha saldırgan bir dile dönebilir. Veya üç dönem kuralını değiştirip, “hodri meydan, partinin başındayım devam ediyorum” diyebilir Erdoğan. O zaman daha gerilimli bir yere doğru gideriz. Yüzde 40’ın altına düşmüş desteğini yeniden 50’lere çıkarmayı doğal olarak MHP seçmenine yanaşarak yapmak ister. Dolayısıyla sertleşebilir demektir. Daha şoven bir dil başlayabilir.
Ya 40-45 aralığı?
O biraz da rakiplerinin ne yapacağına bağlı. CHP 22-25’te kaldıysa başka bir durum, 30’u zorlar veya geçerse başka bir durum gibi daha farklı senaryolar çalışabilir. Ak Partiye destek evet yüksek seviyede devam ediyor ama inişleri çıkışları var. Gezi’de olduğu gibi, Suriye meselelerinde olduğu gibi… İniyor çıkıyor ama arkasından gelen çizginin de ikinci parti olması beklenir. Yani “Ak Parti’den gidenler MHP’ye veya CHP’ye gidiyor” diyebilmemiz lazım. Sorun şu ki o çizgi “Oy vermeyeceğim” ya da “Kararsızım” diyenler. Yani Ak Partiden çözülme olduğu zaman bile henüz başka bir partiye gitmiyor.
“AKP’nin oyunu koruması biraz da muhalefetin başarısızlığıdır” dediniz. CHP ve MHP’nin gerek 17 Aralık refleksleri, gerekse seçim stratejileri, kararsızların ve de tabii AKP oylarının ne kadarını çekebilecek gibi görünüyor?
CHP ve MHP itirazı yalnızca Ak Parti ve Erdoğan’a kitlemiş durumdalar. Bu düzene, sıkışıklığa itirazları veya alternatif bir projeleri yok. Vatandaş da bunu görüyor. Dolayısıyla yalnızca itiraz siyasetiyle alınabilecek oyun bir sınırı var. İnsanlar oy tercihini sadece bir tarafın şikâyeti üzerinden yapmaz. Başka şeylerin de olması lazım. Dolayısıyla her iki partiden bu süreç boyunca ciddi değişiklikler bekliyorum. CHP açısından ezeli ve edebi muhalefet partisi rolü devam ettirilebilir bir şey değil. Orada da “Bu böyle sürdürülemez” diyen farklı insanlar var. Bu CHP’de de fikri bir yenilenme zorlaması üretiyor. Bu olabilir, ama tersi de olabilir. Daha ulusalcıların elinde olan, MHP’ye daha yaklaşmış bir CHP’de mümkün.
“Her iki partiden ciddi değişiklikler bekliyorum” dediniz ama örneğin çok tartışılan aday tercihleri, CHP’nin en azından yakın dönem yönelimi için neyi gösteriyor?
Geriye doğru gidişi... CHP hâlâ şuradan bakıyor meseleye; Ak Parti için yerel seçimde hedef kaç ilde belediye başkanlığı kazandığı değil, oy yüzdesi. Tabii sembolik olan İstanbul, Ankara’yı kaybetmek istemiyor ama yine de Zonguldak’ı kazanıp kazanmamaktan daha çok toplamdaki oy yüzdesi önemli. Mesela Binali Yıldırım’ı İzmir’de, ya da Galip Ensarioğlu’yu Diyarbakır’da gösterirken, her ikisinin de kazanacağını hayal ettiklerini düşünmüyorum. Ama yüzde 20 ile kaybetmek yerine yüzde 40’la kaybetmek Ak Partinin genel Türkiye ortalamasını yükseltecek. CHP içinse oy yüzdesinin önemi yok. Genel başkan gözüyle bakınca, Ankara ve İstanbul gibi bir iki sembolik yerde zafer kazanmak, partiyi bütün bu iç tartışmalardan kurtaracak ve geleceğe yönelik bugünkü durumu sürdürme gücü bulacak. Stratejisini böyle kurmuş görünüyor. O zaman da “İstanbul’da en fazla oyu nasıl alırız”, “Ankara’da kazanacak oyu nasıl alırız” diye bakıp aday seçiyor.
MHP peki?
MHP’nin biraz daha değişik. MHP İstanbul, Ankara İzmir gibi yerlerde düşük profilli adaylar koyarak “yiyin birbirinizi” tavrı gösteriyor. Hem CHP, hem Ak Parti biraz önce sözünü etiğim ideolojik nedenlerle MHP oyuna göz dikmiş durumda. MHP bir yandan kendini korumaya çalışacak ama çok daha incelikli bir taktikle “aradan daha güçlenerek çıkabilir miyim, oyumu yüzde 15-20 aralığına çıkarabilir miyim” diye bakıyor bence. Yani sessiz ve derinden ama daha ciddi ve örgütlü çalıştıklarını sanıyorum.
BDP ve HDP’nin düzene itirazları da, programları da var. Önce BDP’yi soralım. BDP’nin bölgede oy oranlarını artırması, içinde Kürt sorununu da barındıran Türkiye’nin yaşadığı bu büyük krize nasıl etki eder?
BDP veya HDP veya Kürt siyaseti meselesi, bu seçimlerde kimsenin üzerinde fokus olmadığı ama bence çok daha kritik sonuçlar üretme potansiyeli yüksek bir durum. BDP’nin veya HDP’nin hedefi çok somut, çok tanımlanabilir bir şey ve keşke de başarılı olsa. BDP açısından bakınca, Urfa, Antep, Diyarbakır, Van, Mardin bu beş büyük şehrin dördünü kazanmış olmak ve -buralarda Kürtler özerklik ilan edecek gibi saçmalıkları boş verelim- adam gibi bir yerel yönetim modeli geliştirmek, BDP için müthiş bir fırsat alanı açıyor.
HDP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçmen HDP hakkında bir fikriyata ne kadar sahip olabildi?
HDP boyutu, BDP’nin Türkiyelileşmesi. Hâlbuki bugün diğer partilerin de Türkiyelileşmesine ihtiyaç var. Herkes kendi kimlik politikalarına kitlendi. Herkes kendi düzleminin en iyi, en doğru düzlem olduğu kavgasını yapıyor. Oradan da uzlaşı üremiyor. HDP en azından bu arayışa bir cevap arayışı. Bu arayış bir yandan da Türkiye solu için bir sınav. Ya da BDP ile beraber davranan Türkiye solu için bir sınav. Baktığınız zaman, Türkiye’de hâlâ son 30 yıldır sol adına, demokrasi, özgürlükler adına ana muhalefet hala Kürt siyaseti üzerinden yürüyor. Diğerlerinin enerjisi yok, diğerlerinin fikri de yok. Problem orada. Eğer HDP hiç başarılı olamazsa, Kürt siyaseti şunu sorabilir ve bu bana yanlış gelmez. “Kardeşim tamam ama bütün güç bende, bütün örgütlülük bende, bütün muhalefet enerjisi bende, risk de bende, ben sizi niye taşıyayım ki” der. Bunun üreteceği başka riskler olabilir, BDP giderek şovenleşebilir mi vs. başka bir sürü hikaye konuşulabilir ama HDP’nin başarılı olmasına ihtiyacımız var. Çünkü bu diğer partilere de Türkiyeleşme meselesinde ön ayak olabilir.
Biraz önce değindiniz açmanızı rica edelim. Bunca yolsuzluk, rüşvet, hukuksuzluk olduğu halde neden toplumdan reaksiyon gelmiyor? Gelmediği gibi AKP’ye destek neden sürüyor?
Her birimiz sandığa gittiğimiz zaman seçim pusulasında adı olan birine oy vereceğiz. AKP, CHP, MHP, BDP ise seçenek, seçmen hâlâ “Ak Parti” diyor. Bu Ak Partiden şikayeti olmadığı veya bütün bu yolsuzluk meselelerini atladığı anlamına gelmez. Nasıl CHP’li seçmenin yarısı oy verdiği partiyi eleştiriyor ise Ak Partide bu oran çok düşüktü, yüzde 3-5’ti, şimdi bu olaylardan sonra yüzde 25’lere geldi. Bir tarafı bu. İki, “Toplumsal bellek bunu kaydetmiyor” demek mümkün değil. Toplum yolsuz-luğu satın aldı, cebine koydu. Bu kartı ne zaman kullanır, bunu bilemeyiz. Seçeneklere, gelişmelere bağlı.
Yani toplum yolsuzluğu kabullenmedi?
Evet. “Kaderci” deniyor ya toplum için, değil bence. Kadere inanıyor elbette ama hayatını kadere teslim etmiş filan değil. Ama bireysel hayatıyla ülke hayatını ayırıyor. Bireysel hayatında, diyelim bir devlet dairesinde işini kolaylaştırmak için rüşvet vermek, hediye vermek gibi şeyleri informel yol kabul ediyor. Kendisine karşı işlenmiş bir suç olarak görmüyor onu. “Serpil işini kolaylaştırmak için onu yaptı, gerekli olursa ben de yaparım” diyor. Ama bir de ortak havuz, ortak kazan var. Ortak kazana kepçe atıyorsanız onu affetmiyor. Bu topraklarda yetim hakkı diye bir kavram var. Boşu boşuna üremiş bir laf değil. Dolayısıyla vatandaş bütün o görüntülere bakarak, “Ulan bunlar da yapmış” dedi, “Ahiret korkusu buna engel değilmiş” dedi. Ama bir yandan da ortalıktaki seçeneklere bakıyor. Seçeneklerde Ak Partinin hâlâ geriden gelen bir başarısı var sepetinde. Dolayısıyla hâlâ kredisi var. İki, Ak Parti örgütlüğü ile sokakta, hayatın içinde. Diğerleri yok.
Bir de tabii, ekonomi faktörü var?
Doğru. 54 milyon seçmenin dörtte üçü için önce hanenin dirliği, düzeni ve güvenliği geliyor. Değerler, inançlar ikinci katmanda. Birinci katmanda bir risk algısı oluşursa, ekonomik kriz gibi, Kürt meselesinde yeniden çatışma veya Suriye meselesinde savaş gibi, o zaman ürküyor. “Türkiye toplumu istikrar istiyor” denen lafın kaynağı bu. Bireysel hayatında belki daha maceracı, yeri geldiğinde yorganını sırtına alıp coğrafya değişikliği, iş değişikliği yapıyor ama “Her şeye rağmen sokakta güçlü bir düzen ve hayat olsun” diyor.
Cemaatin oy gücünün fazla olmadığı da söyleniyor ama CHP’yi işaret edeceği söyleniyor…
Ben Cemaatin hiçbir koşulda CHP’ye işaret edeceğini düşünmüyorum. Türkiye’de şöyle bir duygu halinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Laikçi kanadın bir kesimi nasıl din referanslı bir tartışma duyduğu zaman bir doğruluyor ve o 90 yıllık ezberle tüyleri bir kalkıyorsa, İslamcılığın ve muhafazakârların bir kesimi de sol kelimesini duyduğunda aynı tepkiyi veriyor. Dolayısıyla Cemaatin hiçbir koşul altında sol lafını öne koyan bir partiye referans vereceğini sanmıyorum. Ama kişi bazında bazı yerlerde şu adaya oy verelim diyebilirler.
Sarıgül’ü destekler mi diye soralım o halde?
Evet, Sarıgül’e oy verelim diyebilirler. Ankara’da da diyelim MHP adayına oy verelim diyebilirler. Cemaat illa bir partiyi işaret etme durumunda hissederse -ki ben öyle bir zorunlulukları olduğunu sanmıyorum- bunu ancak MHP için yapar diye düşünüyorum. Ama şu anda hâlâ Ak Parti ile uzlaşma arıyor olduklarını sanıyorum.
Anket şirketlerinin tahminlerinin birbirinden farklı çıkması tartışma konusu oldu. Anketler psikolojik savaş aracı olarak kullanılıyor ama bu ne kadar işe yarar?
Ben anketler arasında o kadar farklar olduğunu sanmıyorum.
Yüzde 13 gibi bir fark vardı ama…
O Cihan Haber Ajansının yayımladığı sonuçlardı. Yoksa genelde kabaca birbirine yakın herkesin söylediği. Ak Parti oyları 42-48 aralığında. Ama CHP’nin oy oranı konusunda ciddi farklılaşmalar yok. İktidarımız, muhalefetimiz ve medyamız ne yazık ki anketlerle toplumu maniple edeceklerine inanıyor. Onun için her yayın yönetmeni spekülatif bir anket yayımlamayı çok seviyor. Ben toplantılarda bu konuya her geldiğimde önce salondakilere soruyorum; “Burada anket sonucuna göre oyunu değiştiren var mı?” Bir kişi bile “Evet ben değiştirdim” demedi. Demek ki sen değiştirmeyecek kadar akıllısın, ama benim babam akılsız. Böyle bir şey var mı?
AKP-Cemaat kavgasını değerlendirdiğiniz yazılarınızda sistem krizinden söz ediyorsunuz. Bunu açar mısınız? AKP-Cemaat kavgası olarak ortaya çıkan ve devletin bütün kurumlarında, medyada vs. yansımalarını bulan kriz bize ne gösterdi?
Bu yapının ne kadar sürdürülemez olduğunu ortaya çıkardı. Giderek hem krizlerin arası sıklaşıyor, hem de dozu artıyor. Yani bu badireyi atlatsak, atıyorum Nisan veya Mayıs ayında belki de HES’lerin birindeki bir protestodan bir anda başka bir şey patlayacaktı. Neden? Çünkü şunu biliyoruz; bu yapı, vatandaşı ve hayatın her alanını denetlemek ve biçimlemek üzerine kurulu bir yapı. Sorun, siyaset marifetiyle bunu reforme edememiş olmamız. Reforme etmek yerine aksine, darbelerle daha da tahkim etmişiz.
Dolayısıyla bu yapı üç yerden birden patlıyor. Birincisi, bugünün gündelik hayatı bu yapıyla yönetilmiyor. Bu kadar karmaşık, bu kadar çok boyutlu, çok aktörlü, hızlı bir hayata bu hukuk ve düzen yanıt vermiyor. İki, elbette işin siyasi tarafı var. Türkiye’nin hiçbir siyasal ve toplumsal sorunu 70 yıldır siyaset marifetiyle çözülmüş değil. İşte Kürt meselesi, Alevi meselesi, başörtüsü...
Başörtüsü çözülmedi mi?
Toplumda “oh be bunu da çözdük” denilerek, sevinç duyularak halledilmiş değil. Toplumsal bir uzlaşma yerine, birbirine dayatma biçiminde ele alındı. Dolayısıyla bu siyasal problemler, diyelim Kürt meselesi artık taşınamaz halde Türkiye için. Bir de üçüncü katman var, uluslararası dinamikler. 2008 ekonomik krizinden sonra dünya yeniden toparlıyor ve ne yapacağına bakıyor. Bütün bu küresel değişiklikler sadece ekonomiyi değil, ekonomiye bağlı olarak da siyasal düzen de ya değişecek ya da reforme olacak.
Bir de dünya açısından Türkiye sıradan bir ülke değil. Suriye değil örneğin. Suriye’de, Mısır’da yaşananların da Türkiye’yi değerlendirme etkisi ürettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sistem bu üç yerden birden sürekli zorlandığı için, sürekli patlamalar yaşıyor. Burada bütün kavga ne? Bu nizamı, yani devlet ve yönetim düzenini nereye kadar, nasıl reforme edeceğimiz? Ve kimin eliyle yapacağımız? O temel tercihlere, paradigmalara hangi siyaset marifetiyle toplumsal mutabakat sağlayarak ulaşabileceğiz? Dolayısıyla cemaatle Ak Parti arasındaki kavgaya buradan bakınca, tek başına cemaatle Ak Parti kavgası değil, iki tarafta da çok aktörün olduğu bir kavga görüyorum.
Peki, neden buradan patlak verdi?
Çünkü bu savaşa ister tetikçilik, ister silahşörlük deyin, en uygun yapı cemaatti. Ve de saldırmaya en müsait veya bu sistemin patlama yerlerine en müsait olan da Ak Parti’ydi. Neden? Birincisi, 2010’a kadar ikisi ittifak halindeydi. Yani birbirlerinin zaaflarını ve avantajlarını iyi biliyorlar. İki, Ak Parti 2010’a kadar diğer siyasi ekonomik meseleler ayrı ama hala sade vatandaşın gözünde değişimin temsilcisi gibi bir imaja sahipti. Çünkü hala sözünü ettiğimiz değişime CHP ile MHP direniyor, Ak Parti devleti ve yönetimi zorluyor görünüyordu.
Ama bir yandan da yaptıklarına bakınca, o konuda da son derece devletçi olduğu ortaya çıktı. Yani Ak Parti’nin bugün vizyonunun demokratik bir toplum, demokratik bir devletten daha çok şu olduğunu söylemek mümkün; güçlü bir devlet ve dindar bir toplum. Elbette demokratikleşme diye bir şeyler yaptı. Kürt açılımı süreci gibi bir takım şeyler hala var. Doğru, ama genel tabloya baktığınız zaman yani Beşir Atalay’la demokratikleşme toplantısının yapıldığı gün, internet yasası çıktı. Dolayısıyla ortadaki tek aktör hala Ak Parti olduğuna göre, o zaman onun üzerinden sistemi zorlamak gibi bir şey gelişti. Cemaat iktidardaki payını artırmak istedi. Dolayısıyla görünür kavga orada başladı ama 2014 sonuna kadar bütün partilerin fikriyatlarında ve kadrolarında önemli bir değişiklik olabilir. Olmayabilir de tabii. Ama bana umut veren, merkeziyetçi, anti demokratik ve hayatın her alanını denetlemeye soyunan bu yapı güçlendirilerek sürdürülemez artık. Buna devlet kendisi de karar vermiş durumda. Buna en iyi örnek yine Kürt meselesi. Emekli generallerin bütün röportajlarına bakın, “böyle gitmez” diyorlar. Ama mesele, peki ne olacak? O konuşanların ve bugünkü hükümetin senin benim gibi kafalarında bir demokrasi tanımı olmadığı açık. Yine de bir reformasyon ya da bir onarım sürecine razı olmuş herkes. Bu onarım nereye kadar, nasıl ve hangi siyaset marifetiyle yapılacak? Kavga bu. Ve bu kavga sadece bürokrasinin içinde ya da sadece CHP’nin içinde yok. Her partinin, her aktörün içinde var.
Ocak ayındaki yazınızda “Yeni devlet aklında zımni bir mutabakat oluşuyor” diyorsunuz. Sözünü ettiğiniz reformasyona ilişkin bir mutabakat mı bu?
Yeni devlet aklı dediğim şu; mesela en bariz örneği Kürt meselesi. Şöyle bir yere gelmeye razı oldular; “Kürt meselesi yok ama Kürt vatandaşlarımızın derdi var.” Bu Ak Parti’nin de söylemi. Onun için diyorum benim senin kafandaki gibi bir demokratikleşme kafalarında yok. Ama bu yapının da böyle sürmeyeceği, bireysel, kültürel haklar konusunda bir takım iyileştirmeler yapmaya razı oldukları açık. O zaman işte bir zımni mutabakat, yani oturup el sıkışmasalar bile biraz daha küçük reformasyonlarla, yani biz diyoruz ki “bu bina yıkılmak üzere”, onlar diyorlar ki “pencereleri pimapen yaparsak, bacanın da eğriliğini düzeltirsek bu iş hallolur.” Ama mesele şu ki, hallolmaz. Hem hayatın dinamikleri, hem uluslararası dinamikler hem de Kürt meselesi gibi bir problematik var ki, bu onarımın geçici olacağı hemen ertesi gün patlayacak bir olayla ortaya çıkacak. Kürt meselesi gibi bir enerji ve Türkiye’de giderek yükseldiğini düşündüğüm demokrasi hareketi bunun geçici, zımni mutabakat olduğunu ortaya çıkarır. Dolayısıyla benim yeni devlet aklı dediğim, bir şeyleri biraz daha düzeltelim, insan hakları meselesinde bir iki adım daha atalım ama interneti bir yandan sansürleyelim... Yani denetleyelim ama görünmeyen birtakım mekanizmalarla denetleyelim, devletin kaba gücü o kadar görünür olmasın ama istediğimiz gün insanların kafasına vururuz...
Ama AKP’nin son dönem söylem ve pratikleri, geleneksel devlet aklına uyumlu görünüyor?
“Ak Parti devletleşiyor” deniyor ya, tam devletleşiyor değilse bile o da bir yandan değişiyor, devlet de biraz değişerek, sonunda ikisi fikri bir paralellik noktasında bir yere doğru geliyorlar. Ak Parti dindarların, cumhuriyetin o tek tipli itirazlarından yeşerip geldi ama onların da naturasında ideolojik olarak şovenlik var. İslamcı siyasette Cemaat-Ak Parti kavgasının ideolojik tartışmalarına baktığınızda, orada her iki taraf da enikonu şoven. Bu zaten baştan beri de biliniyordu, yani ideolojik bir tarafı var. İki, pratik olarak da Ak Parti bu merkezi gücün nasıl bir keyfiyet alanı yarattığını gördü ve onu da çok başarılı kullanıyor. Herkes otoriterlik falan diye tartışıyor ama ben üç dört yıldır ısrarla bu keyfiyetçilik diyorum.
Neden?
Düşünsenize, bu kadar büyük bir ekonomiye ve 76 milyonun hayatına Ankara’da bir adam karar verebiliyor. O zaman onun Recep Tayyip Erdoğan olması ile Kemal Kılıçdaroğlu olmasının önemi yok. Yani ideolojisine bağlı olarak birisi üç ayda, biri üç haftada başlayacak bu uygulamaya. İki, hukuk meselesi. Yani evet, Ak Parti hukukun sıkıştırmasının içine girdi iktidar olur olmaz. O devletçi zihniyet, hukuk üzerinden denetliyor her şeyi. Ak Parti’nin 2004’te çıkardığı Yerel Yönetimler Reformu, bugünkü Büyükşehir Kanunu’ndan çok daha ileri bir şeydi. Sorun şu ki, şöyle bir yöntemi tercih ettiler; “Hukuku değiştirmeyi zorlamak yerine, var olan devlet nizamına uyuyormuş gibi yaparak hukuku dışlayalım.” Daha tehlikeli bir yola girdi mesele. Çünkü bugün yapılan her şey giderek hukuksuz hale dönüyor. Problem de şimdi, “nasıl toparlayacağız” meselesine dönüyor.
Yani sizin tabirinizle “yaratıcı” yıkıma çevirme meselesi... Bu nasıl mümkün olacak?
Üç katmanda mümkün. Birincisi, fikri reform üretebilirse yaratıcı yıkıma dönebilir. Türkiye’de şu son iki ayda yaşananlar bile gösterdi ki, bir yandan da arka plandaki Suriye ve Mısır süreci, dünya ve özellikle AB’nin yeniden Türkiye değerlendirmesi yaptığını sanıyorum. Nitekim Fransa ve Almanya’nın hem Erdoğan’la görüşmelerinden, hem de 17 Aralık sürecindeki tavırlarından anlaşılıyor ki “Evet, problemini anladık. Hak vermezsek bile bir yön düzenlemesi yapabilirsin ama çıpa AB olursa” demiş oldular. Aynı şey Amerika için de geçerli. Çünkü Suriye’nin dünya açısından şu tartışmayı açtığını düşünüyorum. Suriye veya bütün bu Arap baharı dediğimiz ülkelerde de reform ihtiyacı var, bizde olduğu gibi. Oralarda da bu reformasyon İslamcı siyaset eliyle olacak da, radikaller eliyle mi, yoksa ılımlılar mı? Eğer bütün bu reformasyon radikal İslamcılık eliyle olacaksa riskli bir yere gidebilir. Bugün Suriye, adı tam böyle konmak istenmiyor ama, hepimiz biliyoruz ki mezhep savaşına dönmüş durumda. Ve bu ateş giderek her tarafı saracak. Bu, dünyanın da dengelerini bozuyor. O zaman Batı dönüp Türkiye’yi yeniden değerlendiriyor. Türkiye’nin ve batının birbirlerini yeniden değerlendirme ihtiyacından olumlu bir enerji üreyebilir.
İkinci katman Türkiye’deki laikçilerin de, İslamcı siyasetin de, en azından 17 Aralık’ta yaşananlardan dolayı, bir din-devlet ilişkisini, laikliği, hukuku yeniden değerlendireceklerini sanıyorum. Yani ahiret korkusunun yolsuzluğu önlemeye yetmediği, yolsuzluk ve benzeri problemler için hukuk diye somut doğruların uygulanması gerektiğini herhalde anladı bazıları. Ya da sadece hizmet uğruna bir şeylerin yapılmadığını, ekonomik, siyasal çıkarın her hareket, her lider için geçerli olduğunu gördüler. Dolayısıyla hem İslamcılar, hem laikler, yeniden bu meseleyi düşünmek fırsatı üretebilir.
Bir üçüncü seviye de, Kürt ve Türklerin içinde belli insanların, belli siyasetlerin, bütün bu hengâmenin içinde birbirlerini düşündüğünü sanıyorum. Çünkü 17 Aralık süreci cemaat ve Ak Parti ile kavga gibi görünüyor ama bir kesim Kürtleri “siz de dâhil olun” diye gaza getiriyor, bir kesim “siz uzak durun” diyor, bir kesim var “dışarıda durdunuz, bizden yana değilmişsiniz” diyor…
Dolayısıyla Kürt sorunu, meselenin merkezinde yer alıyor?
Evet. Türkiye’nin temel çelişkilerinin hepsinin göründüğü yer Kürt meselesi. Yönetim krizinin de, insan haklarının da, hukukun da, devlet nizamının da görünür olduğu alan Kürt meselesi. Dolayısıyla tezim şu; eğer bu üç katmanda yeni bir fikri dönüşüm filizleri üreyebilirse ve bu yeni fikri dönüşüm filizleri birbirleriyle ilişki ve diyalog zemini üretebilirse, Türkiye’de yeni bir siyaset üretmek ve bütün bu reform sürecini sağlıklı bir yoldan sürdürme ihtimali vardır.
Bu ihtimalin gerçekleşmediği koşullarda peki...
Tabii böyle olumlu filizler yerine, çok daha sıkı, 12 Eylül’de olduğu gibi (darbe anlamında söylemiyorum) “daha tahkim edelim, internet yasakları yetmez, medya yasaklarını çoğaltalım, her şeye devlet karar versin” diyen bir zihniyete de evrilebilir. Ama her halükarda hayatın akışı demokratikleşmeye doğru. O yüzden de hep “zımni mutabakat olur” diyorum. Ve yine Kürt meselesi sayesinde... Buradan bakarak biraz daha umutluyum.
Dolayısıyla bunun hangi yönde olacağı sorusunun yanıtı seçimlerde?
Evet. Zaten 17 Aralık denen sürecin başlaması biraz da bu üç seçime dair bir kavga. Yani çizdiğim perspektif doğruysa, bu üç seçimde seçilecek siyasi kadrolar ve onlara bağlı olarak en az yarısı değişecek olan yerel ve ulusal bürokrasi, 2015’ten itibaren Türkiye’nin reformasyon sürecinin temel tercihlerine, temel paradigmalarına karar verecek olan kadrolar. O yüzden de kavga, o kadroları belirleme kavgası zaten. Gerilimler de onun üzerinden yürüyor. Tayyip Erdoğan’ın sadece ülkedeki değil, Ak Parti üstündeki gücü kırılırsa, o aday listeleri ona göre oluşacak.
Bu seçim rallisinin birinci etabı yerel seçim. Yerel seçimde görüyoruz; İstanbul’un belediye başkanını ya da Diyarbakır’ın belediye başkanını seçmiyoruz. Bütün bu kavganın içinden bir seçim yapacağız. O nedenle yerel seçim, cumhurbaşkanlığı seçiminin kostümlü provasına dönüştü.
Cumhurbaşkanlığı seçimi bu tabloda nerede duruyor?
Cumhurbaşkanlığı seçimi şunun için önemli; bütün bu konuştuğumuz hikâyenin içindeki en önemli politik figür Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı olması veya olmaması veya Ak Parti’nin başında devam etmesi, etmemesi gibi bütün hikâyenin gidişatını değiştirecek önemli bir parametre Erdoğan. O yüzden cumhurbaşkanlığı seçimi çok önem kazandı. Evet, bu ülkede cumhurbaşkanlığı seçimleri hep gerilimli oldu vs. ama bu kez bizzat Erdoğan’ın kimliği üzerinden çok daha önemli oldu. Dolayısıyla 17 Aralık’tan beri yaşanan süreç biraz da Erdoğan’ın gücünü azaltmaya dönük bir operasyon. O da bir yandan bütün bu operasyonun hukuki taraflarını yok sayıp, sadece siyaseten bunu göğüslemeyi tercih etti. O yüzden 30 Mart akşamında merak edilen şey, hangi illerde kimin belediye başkanı olduğu değil, temel merakımız Ak Parti’nin ne kadar oy alacağı.
Ama tabii tüm bu analizler, 30 Mart’a kadar başka bir operasyon, kaset vs. yaşanırsa değişebilir?
Evet tabii. Cemaat bir altın vuruş yapar mı, yarın bambaşka görüntüler çıkar mı, onları bilemeyiz. Şu ana kadar yaşananlar evet, önce bir duygusal düşüş üretti ama hükümetin bütün bu krizi yönetme planı var gibi görünüyor. Ve şimdilik onda çok büyük kayıplar vermeden yürüyor görünüyor. Ama yarın yeni durum ne olur, onu bilemiyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.