Gündem

Bejan Matur: PKK postmodern bir dine dönüştü

Dağın Ardına Bakmak adlı kitabında Kandil’i anlatan Bejan Matur, "Onları dağa bağlayan şey kaybettikleri arkadaşları artık. Derin bir maneviyat yaratıyor bu" dedi.

28 Şubat 2011 02:00

T24 - Dağın Ardına Bakmak adlı kitabında Kandil’i anlatan Bejan Matur, "Onları dağa bağlayan şey kaybettikleri arkadaşları artık. Derin bir maneviyat yaratıyor bu" dedi.

Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur'un "PKK postmodern bir dine dönüştü" başlığıyla yayımlanan (27 Şubat 2011) yazısı şöyle:


PKK postmodern bir dine dönüştü 

Kitabın kapağındaki gerilla kadın, ilk bakışta çocuğunu anaokuldan almaya giden bir anneye benziyor. Türkiye’nin dört bir tarafındaki kitapçı raflarında öylece durması bile eğitici olacak bir kitap Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmak’ı. Kitabın altındaki TİMAŞ damgası, eski PKK’lılarla görüşmelerin bir kısmının daha önce Zamangazetesinde yayımlanmış olması kapaktaki o kadın gerillayı dağa çıkaran şartların değiştiğini anlatıyor. Ama o hâlâ “Dönmek için daha çok çalışacağız, siz de çalışın” diyor. Onları dağa bağlayan mistik bir bağdan, ölen arkadaşlarına karşı bir sorumluluk duygusundan, neredeyse bir dağ dininden bahsediyor Bejan Matur.

Geçen Kurban Bayramı’nın ikinci günü gittiği Kandil’de, 19 yıl önce dağa çıkmasına engel olamadığı arkadaşı Mizgin’le karşılaşmış. Turuncu puantiye çoraplar giyen, papatya sabunu ve kremleri çantalarından eksik olmayan kadınlardan biri Mizgin. Ayaklarında poantiye çoraplar var ama tepelerinde Heronlar dolaşıyor bu kadınların. Ayrılırken “Haydi benimle gel” dediği Mizgin, kulağına eğilerek bir şeyler söylüyor. Umutlanıyor Bejan.

Ancak bir şairin inebileceği kadar derinlere inen, siyasi, ajitatif tüm fazla kelamın törpülendiği bu kitapta, ne teröristler ne de kahraman gerillalar var. Kafasından kurşunlar uçarken Sezen Aksu şarkıları dinleyen gerçek insanların hikâyelerini anlatıyor Matur. “Değer miydi”, “Neden hâlâ dağdasın” sorularına iyi bir cevapları olmayan normal insanlarla tanıştırıyor bizi. Kitap için twitter’a biri “Başbakan da okumalı bu kitabı” diye yazmış. Aslında bakarsanız Dağın Ardına Bakmak’ı bu ülkede normal kalmak isteyen herkes okumalı.

****

Kitabın sonunda “Yukarıdan gözlenen bir yeryüzü ve dağlarda silahla dolaşanlar olduğu sürece nasıl aynı uykuyu uyacaktık. Uyuyabilecek miydik” diye soruyorsun. O soruyla başlayalım istersen...

Kendi şiirini okumaktan keyif alan biri değilim. Şiir sessizlikle eş anlamlı sanki. Bir iç ses olarak hayatımda var. Kitaplarıma zorunlu haller dışında dönüp bakmam pek. Ama bu kitapla, buradaki hikâyelerle ilişkim çok farklı oldu. Ağlayarak yazdım bu kitabı. Ağlayarak okuyorum. Çünkü bir travma yaşandığında onu dinleyen insan aynı acıyı yükleniyor. Acı yaşayan bir şey. Bu kadar konuşulmamış, üzeri kapatılmış hikâyeleri açmaya cesaret ediyorsunuz. Bir yarayı açmak, bir yaraya bakmak gibi. Çünkü iyileşmemiş, biz iyileşti sanıp üzerini kapatmışız. Ama duruyor orada. Coğrafyası geniş bir sorun Kürt sorunu. Bu kitabı yapmak için Avrupa’dan Kandil’e altı ayrı ülkeye gittim. Her dönüşte bir parçam daha da zedelenmiş, daha da yaralanmış hissettim. Kandil’den dönerken bu daha da şiddetliydi. Çünkü bir tanıdığım, beraber büyüdüğümüz biri oradaydı.


Büyük bir sürpriz olmuş senin için.

Büyük sürpriz. Aynı köyde doğduğumuz, çocukluk arkadaşı olduğumuz biliniyormuş. Ona haber vermişler. Bana büyük bir şok ve sevinç yaşattı.


Kitapta ayrıntılarına girmemişsin. 19 yıl önce o gece Mizgin dağa gitmeden sana geliyor ve sende kalıyor.

Evet. Ben Ankara Hukuk’ta talebeydim. Bunu yakın arkadaşlarım bilir ama alenen konuşmak benim için hâlâ çok kolay değil. Ankara’da talebeyken bir yıl cezaevinde kaldım.


Niye diye sorsam manasız olur herhalde.

Kürt davası, ne olacak. Çek ve senetten değil tabii.


Kaç yaşındaydın?

O gün Emniyet süreci var. Ankara DAL’da kaldık, yüzlerce genç. Tek suçu Kürt olmak olan. Hepimiz neticede beraat ettik. Ama neyse bunu ileride daha rahat konuşurum belki. Konuşmayı çok istemiyorum, çünkü bir mağduriyet üzerinden kimlik kurmayı istemiyorum. Bana fildişi kulesinden yazıyor diyenlerle bedel yarıştırmayı ahlaki bulmadım hiç. Susmak bana hep anlamlı göründü çünkü şuna inanıyorum; bizi söylemediklerimiz insan yapar. Şiirimde o suskunluğun arka planı fazlasıyla var. Mizgin’e gelince...


Evet ne oldu o gece?

Bana o gecenin detaylarını Mizgin hatırlattı. “Sana gelmiştim. Beni misafir etmiştin” dedi. Ondan kısa bir süre sonra dağa çıkmış. Hissetmiştim aslında. Bir değişim yaşadığı anlaşılıyordu. Bana gideceğini söylemedi. Söylese durdurabilir miydim, bilmiyorum. Zaten dağa gitme kararı alan bir genci ne yapsanız durduramazsınız. Kimyası bile değişiyor. Bir deli kan hali... Bana gelişi herhalde vedalaşmak içindi. Sonra çekip gitmiş. “Nereye gittin” diye sordum. Dersime gitmiş. “Ne düşündün” dedim. Yol boyunca alacağı ismi düşünmüş, hangi kod adı alacağını. Mizgin’de karar kılmış. Mizgin “müjde” demek.


O kadar kararlı yani.

Evet. 19 yıldır dağda. İstatistiklere göre dağda kalma süresi ortalama üç yıl. Ya cezaevine giriyor ya öldürülüyorlar. Mizgin’in kıdemine Kandil de bile şaşırıyorlardı. 19 yıl hayatta kalmayı başarmış. Tabi bu arada pek çok arkadaşı öldürülmüş. Ortak tanıdıklarımız da var; Oruç, Hüseyin...Onun arkadaşları, benim kuzenlerim. Oruç ve Hüseyin’le kardeş gibi büyüdük. Amca çocuklarım. Onları konuşmak benim için hiç kolay değil. Oruç bir kimsesizler mezarlığında başı bedeninden koparılmış halde gömülmüş dendi bize. Hüseyin’in cesedi bir panzerin arkasında sürüklenip parçalandı. Haci Kato Dağı’nda vuruldu. Bütün bunların dilini kurmak kolay değil. Konuşmak iyi gelmiyor. Şiirimde imgeleri var zaten. Hikâyelerini bu kitapta da tam olarak yazmak istemedim. Sadece değindim. Oruç’un annesinin açık bıraktığı bahçe kapısını anlattım. Ölü oğlunu bekleyişini. Onların acısını içine gömen kız kardeşi anlattım.


19 yıl önce dağa çıkış için binlerce gerekçe vardı Türkiye’de. İnsanlar dağa doğru kovalanıyordu neredeyse. 19 yıl sonra o gerekçelerin çoğu ortadan kalkmış durumda ama o insanlar hâlâ dağlardalar.

Hâlâ dağlardalar ve kolay dönebilecek gibi de durmuyorlar. Şartların değiştiğin farkında değiller belki de. Bütün bu görüşmelerden sonra benim keşfettiğim şey şu oldu; bizim kavrayamadığımız derin bir maneviyat var orda. Bir mistifikasyon, kutsallaştırma var. Bütün o şehit kültü üzerine öyle bir şey inşa edilmiş ki, öyle bir kutsallaştırma. Öcalan, Öcalan’dan daha fazla bir şey. PKK, PKK’nın kendisinden daha büyük ve yüce. Postmodern bir din gibi.


Tüm siyasi tartışmaların üzerinde bir şey o değil mi?

Evet. Her şeyin üstünde. Bence Kürt meselesiyle PKK’yı ayırarak düşünmek zorundayız. PKK, Kürt meselesinin bir sonucu. Kürtlere haklarının verilmesi ayrı bir sorun, PKK’nın sisteme entegre edilmesi ayrı bir sorun.


Kandildekiler "Biz dönmeyiz" diyor.

Evet. Biz eve dönüş yasalarını konuşuyoruz. İşte “enerji hatlarının geçtiği bir ülkede terör olmaz” falan deniyor. Bunların hepsi doğru olabilir. Ama PKK’nın dağa çıkış nedeni bir iktidar arayışı. Otorite arayışı. İktidarı paylaşmak istiyor. Kendisini başından itibaren öyle oluşturmuş. O yüzden devletin önerdiği kendisinin dâhil olmadığı hiçbir şeyi kabul etmiyor.


Hayallerini gerçekleştirdikleri bir kurtarılmış bölge Kandil. Ama sonuçta orası bir dağ.

Irak Kürdistanı’nda bir saat fark var Türkiye’yle. Ama Kandil’de saati sorduğumda bir saat gerideydi. Neden diye sordum. Bizim saatimiz Amed’e ayarlı dediler. Türkiye saati kullanıyorlar. Bu da bir paradoks


Bir tür onurlu dönüş aranıyor değil mi?

Bütün sorun o zaten. Konuştuğum biri söylemişti: Bir insanı dağda tutan kahraman olma düşüncesi değildir. Bir insanı dağda tutan geçmişe, kaybedilen arkadaşlarına olan bağlılığıdır. Bu çok önemli. Geçen ay Mahmur’a gittim. Mahmur’da bir şehit merkezi var. Girişte “Her şehit yaşayan bir felsefesidir” yazıyor. İçerde binlerce şehit gerilla fotoğrafı var. Bir tür tapınak gibi. Ölümün böyle bir gücü var. Mahmur’daki o şehit merkezini görmeden, PKK anlaşılamaz.


Çok naifler aynı zamanda. Kapaktaki kadının elinde silah olduğuna inanamazsınız.

Konuştuğunuz da inanamıyorsunuz. O kadar yumuşaklar ki. Fotoğrafçı arkadaşım Selahattin eğilip bana dedi ki. “Bejan Hanım kim bunların terörist olduğuna inanır.” Avrupa’dakiler daha sert. Türkiye’dekiler daha içine kapanık. Ama Kandildekiler daha kendileriyle barışıklar: Dağlardakilerin ovadakilerden daha net olduklarını düşünüyorum.


Ovadakiler sana karşı da sertler bunu hissettin mi orada?

“Neden Zaman’da yazıyorsun” dediler. “Allahın Kandil’inde mi bu bana soruldu” dedim, güldüler


Ama yazı dizisinin Zaman'da yayınlanmış olması önemli. Şimdi de TİMAŞ basıyor.

Bu meselenin muhatabı kim diye düşündüğüm de Kemalistlerin ne yaptığı belli zaten. Bu toplumun çok büyük bir kesimi muhafazakâr. Onların zihin dünyasında Kürt sorununa dair yeni bir imge oluşturmayı başından beri çok önemsedim. Bu insanlarla çözülecek bu sorun çünkü. Onları zihin kodlarında küçük de olsa bir değişiklik yapabilirse bu kitap amacına ulaşmış olur.


"Gerçek gerçek olarak anlatıldığında herkese ulaşıyor" diyorsun kitapta.

Çok fazla propaganda var. Kirli bir siyaset var. Bu insanın, acının üzerini örtüyor. Ben bu kitabı şiiri nasıl oluşturuyorsam öyle oluşturdum. Herşeyin içinde bir öz, saf madde vardır. Sen onu çıkarmak için bir heykeltıraş gibi çalışırsın, fazlalıkları atarsın. Ben bu kitaba ekleme yapmadım. Hiçbir hikâyeye. Ama çıkardım. Fazlalıkları, arabesk kısımları, propagandayı attım, lüzumsuz, insanlara ulaşılmasını engelleyecek duygusal patlamaları attım. İnsanın en derininde ne var onlara ulaşmaya çalıştım. Tam bir ruh arkeolojisi gibiydi. Onları da kendi hikâyelerinde derin bir yere götürmeye çalıştım. Çünkü onlar en başta propagandayı anlatıyor. “İşte TC ile” diye başlıyor. Baran mesela Öcalan’ın yakın korumalığını yapmış. Bunu övünerek anlatıyor. Ama ben ona şu cümleyi söylettim. “Bir ormanın kıyısından geçiyor. Evin ışığı yanıyor ama senin evin yok” diyebildi.


Örgüt liderlerinden 65'ine gelmiş olanlar var. Artık silahın sonu geldi gibi bir his yok mu?

Benim ilk sorum oydu. “19 Kasım 2010. Geriye dönüp bu kadar yıl sonra baktığınızda değdi mi” diye sordum. O anki ses tonu, yüz ifadesi bakış. Bir hüzün vardı orda. “Yani bazı şeyleri yapamamış olabiliriz ama başardıklarımız da var devam etti” Ronahi. Çok uzun sürdü. Bence hüznü yaratan o. Mutlaka birşeyleri başardılar. Ama bunun gereğinden fazla uzun sürdüğünün de farkındalar. Bir yorgunluk da var. Silahın zamanının tükendiğini kendileri de biliyor.


Ortadoğuda bile gerilla kalmadı neredeyse.

Dünyanın en uzun sürmüş gerilla hareketi PKK.


Oradan ayrılırken onları dışarda, yağmur altında bırakıyorum hissine kapıldın mı?

Garip bir hüzün o. Duygular daha organik. Duyguların orada kalıyor. Bir ülke nasıl böyle bir gerçekle yalayabilir. Çözmek için bir şey yapılamıyor. Kilitlenip kalmış. Türkiye’nin batısı bu ağır travmadan habersiz yaşamış. Şimdi hiç hazır olmayan bu toplumun sırtına büyük bir yük bırakıyorsunuz. Türk sorunundan bahsediliyor ya. Birden diyorsun ki Kürt diye bir şey var. Bir de bunun üstüne Kürdün talepleri var. Nasıl kabul edecek insanlar bunu.


PKK'lılar Türk sorunu konusunda hassas mı?

Biz kendimizi anlatamadık diyorlar. Biz yetersiz kaldık. PKK dendiğinde kamuoyunda oluşan terörist imajı hepsini çok rahatsız ediyor. Başka bir şey olduklarını düşünüyorlar. Bir özgürlük ideali, Kürtlük de değil bu, daha evrensel amaçlarla dağa çıktık diye düşünüyorlar. Bir ütopya var. Ekolojik, demokratik.


Fotoğrafçı söylemiş sizin dağda ne gibi bir ekolojik sorununuz olabilir diye?

Evet. Bir doğa dini gibi.


O klişeyle söylersek sen bu kitabın neye hizmet etmesini isterdin?

Anlamaya. Bu kitapla ilgili en son söylenebilecek şey bir şeyin propagandasını yaptığıdır.



Kandil’deki ‘Sihirli Annem’

Turuncu puantiye çoraplardan da bahsedelim biraz da.

Benim için çok çok özel bir andı o. Onları fark etmek. Mizgin ve Nalin’in çantasında papatya sabunu kremler falan vardı. Parfüm yoktu belki ama tertemiz sabun kokuyorlar, son derece bakımlıydılar. O kadınsı naif detayları görmek, militer dünya içinde kadınlıkların yok olmadığını görmek güzeldi. Diş fırçaları, macunları. Belli ki Avrupa’dan gelmiş.


Kandil’de kaldığınız evde Sihirli Annem izliyormuş oradaki çocuklar. Nasıl Kandil’in popüler kültürle arası?

Sinema izliyorlar. Ben onlara şiir götürdüm. Keşke film de getirseydiniz, arkadaşlar uzun kış gecelerinde film izliyor dediler. Sinemaya yoğun bir ilgi var. Hatta kendileri de kısa filmler çekiyor. Müzik yapanlar var. Yoğun bir kültürel hayat var disiplin içinde.


Gider gitmez tepenizde Heronlar belirmiş bir de.

Heron’un kaydettiği görüntüyü ilgili yere bildirmesi kaç saat sürüyordur diye sorduğum gazeteci arkadaşım “Komutan golf oynuyorsa uzun sürebilir” dedi gülerek.

Biraz sonra öleceğiz, sen Sezen Aksu dinliyorsun

(Kitapta yer alan eski PKK’lılarla görüşmelerden bazı bölümler) Birgün dağda radyodan Sezen Aksu dinlerken bir arkadaşı gülerek “Biraz sonra öleceğiz, sen Sezen Aksu dinliyorsun” demiş. “Marş dinlesem ne olacak, yine ölmeyecek miyim” diye cevap vermiş arkadaşına.

» Babam apar topar götürülürken dönüp “Bir saniye” dedi. Üzerinden bir Milli Piyango bileti çıkardı ve anneme “Bunu al” dedi. O an annemle göz göze geldik, babamın bir daha dönmeyeceğini düşündük.

» Ailem beni davul zurnayla dağa gönderdi. Babam “İyi düşündü mü” dedi. “Zorluk var, açlık, ölüm var.” Ben “Tamam” dedim. “Tek şartım var” dedi . “Eğer ihanet edersen oğlum değilsin.”

» Annemin eteğine elimi bağlayıp uyuyan bir çocuktum, büyüdüğümde o anneyi bırakıp dağa çıkabildim.

» Panzerle bilmem kaç kilometre hızla bir kasabanın içinden geçersen onu izleyen gençleri dağa gönderirsin.

» Bir keresinde peşime düştüler. Bir ağacın üzerine tırmandım. Askerler geldi, bir derenin kenarında dinleniyorlar. Suyla oyun oynuyorlardı. Silahıma davransam belki 20 askeri öldürürdüm. Kendim de ölürdüm. Baktım hepsi benim gibi çocuk. Vazgeçip onlar gidene kadar bekledim.

» Üşümüşüm. Farkında değilim. Ellerim, yüzüm yanmış. Bir arkadaşım jiletle parmaklarımı dilim dilim kesti. Bir süre hissetmiyorsun. Parmaklarım jiletle kesilirken izliyordum. Kesilen parmaklar boş bir zeytin kutusuna düşüyor. Mağaranın önünde bir kuyuya gömdüler parmaklarımı. Bugün gitsem bulurum.

» Düşüncesiz davranıp Seyithan’ı kapıya sırtı dönük oturtuyorum. Oturduğumuz pastanenin kapısında bir çocuk beliriyor. Çocuğun tek yaptığı şey kapıyı hızlı açmak. Duyduğu ses Seyithan’ı ürpertmeye yetiyor. Sanki sırtından bir kurşun yemiş gibi yüzü acı içinde kalıyor.

» Uyandım. Anneme hissetirmeden otobüs durağına gittim. Dağa çıkacak çocukları görünce heyecanlandım. Anladım bir şeyler olduğunu, hepsi saç tıraşı olmuştu. Yeni spor ayakkabıları giymişlerdi. Bir gece önce düğünüde coşkuyla dans etmişler. Kızlar da saç tıraşı olmuştu.

» Asker gelip sabah beşte hepimizi köyün dışına çıkardı. Bütüne erkekleri çırılçıplak soydu. Yengem herkesin önünde karda erken doğum yaptı. Üç yüz haneli köyü komple yaktılar. O köyden elliden fazla kişi dağa çıktı.

» Çoğu asker bağırıyordu. Seslerini duyuyorduk. Ağlayarak “Anne, anne” diyorlardı.

» Naylon çadırlarımız vardı. Birkaç kişi girince ısınıyordu biraz. Şimdiki gerillada her türlü lüks var: leğen, cam bardak. Hiçbir imkân yoktu bizim zamanımızda.

» Yirmi beş yıl dağda kalanların şehirde yaşaması kolay değil. Bir arkadaş geldi. Onu bir yurtseverin evine götürdüm. Sabah gittim yok. İki üç saat sonra geldi. İnşaatta yatmış, evde uyuyamamış.

» Ant içmiş, bir gün barış olursa, sahipsiz ölüleri bulacakmış. Krokileri biriktiriyormuş. Bir Antigone gibi geçmiş ölülerin hesabını tutuyordu.

» Annesinden gülerek söz ediyor. Herşeyi göze alarak Avrupa üzerinden İran’a gelmiş. İran’dan Kandil’e gitmeyi başarmış. Annesi kadın gerillaların kampında bir hafta kalmış. Hepsine patik örmüş. “Kampta kalıp size patik öreyim. Burada seninle kalayım” diyecekti neredeyse diyor gülerek.