Gündem

Baydar: Gazeteler kimin malı?

Baydar, medya patronları için RTÜK Kanunu'nda mülkiyet sınırlaması ve kamu ihalelerine girme yasağının yeniden yer almasını önerdi.

02 Mayıs 2011 03:00


T24- Sabah gazetesi Okur Temsilcisi Yavuz Baydar, Milliyet ve Vatan gazetesinin satışının ardından başlayan "gazeteler kimin malı" tartışmasına katıldı. Medya sahipliğinin editoryal yapılara etkilemekte olduğunu söyleyen Baydar, Zaman yazarı Şahin Alpay'dan alıntılayarak, Türkiye'de demokrasi yerleşene kadar medya patronları için "RTÜK Kanunu'nda mülkiyet sınırlaması ve kamu ihalelerine girme yasağının yeniden yer almasını" önerdi.

Baydar'ın köşesinde (2 Mayıs 2011) yayımlanan haberi şöyle:

Gazeteler kimin malı?

Son gazete satışlarının tetiklediği tartışma, gazetecilik mesleğine sahip çıkmak için çok önemli bir fırsat oluşturmakta

Bir gazetenin gerçek sahibi kim?

Patronlar mı, gazeteciler mi?

Okurlar mı?

Hangisi?

Sabah'la yazılı basın kulvarında yarışan Milliyet ve Vatan'ın satılması ardından, meslek duayenlerinden Hasan Cemal'in "Gazete, fabrika, banka…" başlıklı yazısı (26 Nisan, Milliyet) bu soruları yeniden gündeme taşıdı.

Gerçekten de çok önemli sorulardır bunlar. Önemi şuradandır:

Medya işi, herhangi bir ticari faaliyet değildir. Bu sektöre egemen olması gereken meslek -gazetecilik, habercilik, yorumculuk- 'kamu yararı' ve 'editoryal bağımsızlık' gibi iki temel kavramla hayat bulur.

Ne yazık ki tartışma yaygınlaşmadı, birkaç köşe yazarının katkılarıyla sınırlı kaldı. Daha fazla sayıdaki diğerleri ise köşelerini "yeni patronlar"a açık veya gizli övgü ve saygı mesajları sunmaya ayırdılar. Adet ve alışkanlık ağır bastı, 'böyle gelmiş böyle gidecek' zihniyeti yeniden zuhur etti.

Nedenlerini anlamak da zor değil: Türkiye'de bugün gazeteciyi korkutan esas şey, yasalar veya adli uygulamalar değildir. Gazeteci bu ülkede her zaman yasakçı yasalara kafa tutmuş, risk almıştır. Esas korku, yazdıkları, çizdikleri, bastıkları nedeniyle kovulmak, kapı önüne konmak korkusudur.

Bugün "iktidar baskısı nedeniyle otosansür uyguluyorum" diyen meslektaşlar var. Açık konuşmak gerekirse, bu bir "yalanda yaşama" ifadesidir. Onyıllardır sektörde sistemik bir hal alan "patron tasarrufu" olgusunun son örneklerini, gazetesiyle ilişiği kesilen Cüneyt Ülsever ve köşesi kapatılan Tufan Türenç örneklerinde, "yönetim tasarrufu" örneğini de Andrew Finkel olayında gördük. Bunların her biri fikir çeşitliliği ve çoğulculuk ilkelerine darbeydi, üzücüydü.

Günümüz Türkiye'sinde bir numaralı "sansür" ve "otosansür" nedeni, işte bu örneklerin işaret ettiği "işimi kaybederim" korkusudur. Adresi doğru görmek gerekir: hal böyleyken sorumluluğu siyasi iktidara atmak, bir kaçıştır, yalandır.

Ülkemizin önde gelen "kafa avcıları", yani her sektöre orta veya üst düzey vasıflı insan bulan "headhunter"lara göre, Türkiye'deki en problemli sektör, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde, medyadır.

Her sektörü gözleyen bu uzmanlar, problemin esas sebebinin, medya sahiplerinin gazetecilere ait olması gereken bir alana gün be gün müdahale etmesi ve bu "müzmin" davranışın gazetecilerce normal kabul edilmesi olduğunu söylemektedirler.

Bu durum, haberciye "istenmeyen haberleri yapmama", editörlere "istenen haberi zorla koyma veya istenmeyen haberi zorla çıkartma", köşe yazarlarına "istenmeyen konulara girmeme veya patron çıkarları yönünde tetikçilik yapma" tavsiyesi veya uyarısı olarak anlaşılmaktadır. Başta Doğan olmak üzere geçmişte büyük medya patronlarının işten çıkarma, köşe yazarı atma pratiğine bakılırsa; hatta yalan haberi ortaya çıkarmak gibi görevini yapan bir ombudsmanın (bu köşe yazarının) sırf bu nedenle işinden olduğu hatırlanırsa, bu "tavsiye"nin etkisi gayet iyi anlaşılabilir.

Bu ortamda ayrıca insan kaynağı kalitesi, mesleğe hakimiyet, vasıf ve ehliyet gibi özellikler de ikinci plana atılmaktadır.

Hasan Cemal'in yazdığı gibi, "gazete farklı bir işyeri", ve "gazeteyi gazeteciler yapar".
Bu, "gazetede gazeteciliğin meslek kuralları işler" demektir. Gazetenin editoryal ilkelerine, patronun medya-dışı iş çıkarları, bu çıkarlar için iktidar odaklarıyla kurduğu ilişkiler etki etmemelidir.

Oysa, bunlara aralıklı olarak yeni örnekler eklenmektedir. Geçtiğimiz üç-dört haftanın gazetelerine bakıldığında, medya sahipliğinin editoryal yapılara etki etmekte olduğuna dair okurda güçlü izlenimler bırakan haberler baş sayfalarda dikkat çekmekteydi. Bu haberlere yansıyan dil ve anlatım da sorunları artırmaktadır.
Baştaki soruya geri dönelim:

Esas sahip kim?

Gazeteciliğin kendine özgü kuralları olan, saygın bir meslek olduğuna inanıyorsak, okurların - bu köşeye yansıdığı gibi - gazetelerine güven ihtiyacı yaşadığını biliyorsak, patronlar kadar bu iki kesimin de gazete sahibi olduğunu kabul etmemiz gerekir.

'Editoryal bağımsızlık' çok mu önemli? Evet, öyle. Hafta içinde konuyla ilgili aydınlatıcı yazısında Şahin Alpay (30 Nisan, Zaman) şu noktalara dikkatimizi çekiyor:

"Yurttaşların siyasi konularda sağlıklı tercihler yapabilmeleri için, doğru haber ve güvenilir bilgiye; olayların ardındaki gerçeği aydınlatmaya yönelik, nitelikli yorumlara ulaşabilmeleri gerekir."

"Siyasi, iktisadi, idari ve kültürel güç sahiplerinin hukuka ve ahlaka uygun davranıp davranmadıklarının denetlenmesinde en büyük rol medyaya düşer."

"Üniversiteler için akademik özerklik ne ise, medya için editoryal bağımsızlık da odur. Gazetelerin meslekle ilgili yönetimi gazetecilere ait olmalıdır."

"Gazete çıkarmak, buzdolabı üretmeye benzemez. Medya patronluğu demokratik sorumluluk yükler. Patronlar ellerindeki medyayı öteki alanlardaki ticari çıkarlarını geliştirmek ya da reklamlarını yapmak için kullanamaz."

"Gazeteciler meslek ilke ve ahlakını içselleştirmeli, bunları gerek devlete gerekse patronlara karşı korumak için örgütlenmeli ve dayanışma içinde olmalıdır."
Yani, ancak patronaj ve editoryal tarafı duvarla ayrılmış, yolsuzluklara bulaşmamış, iktidar odaklarına muhtaç kalmayan, demokrasiyi içselleştirmiş bir medya halk gözünde inandırıcı, kalıcı olabilir.

Peki, ne yapmalı?

Alpay'ın önerileriyle noktalayalım: "Türkiye'de patronların ellerindeki medyayı hükümetlerle patronaj ilişkileri amacıyla kullandıkları bilindiğinden, RTÜK Kanunu'nda mülkiyet sınırlaması ve kamu ihalelerine girme yasağı vardı. Ne var ki DMG'nin (Doğan Medya Grubu, yb)) son koalisyon hükümeti üzerinde kurduğu baskı sonucunda sınırlama gevşetildiği gibi, kamu ihalelerine girme yasağı da kaldırıldı. Evet, AB'nin rekabet mevzuatında medya patronlarına ne mülkiyet sınırlaması, ne çapraz mülkiyet, ne de kamu ihalelerine girme yasağı var. Ama bunların hepsi Türkiye gibi, demokrasiyi yerleştirme mücadelesi içinde olan bir ülke için kesinlikle gereklidir."