Radika Gazetesi Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'a göre yazarların en önemli eksiği, ele aldıkları konuyu bir bütünlük içinde analiz etmemeleri. Berkan, bu eksikliğe, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un son konuşması üzerine yazan (kendisi de dahil) yazarları örnek gösterdi. Berkan'ın Radikal'de (22 Nisan 2009) yayımlanan yazısı şöyle:
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta İstanbul’da aralarında emekli veya halen üniforma taşıyan çok sayıda askerin yanı sıra gazete köşe yazarlarının da bulunduğu kalabalık bir topluluğa verdiği konferans hakkında çıkan köşe yazısı sayısı bir hayli fazla oldu.
Sanıyorum toplam 100’ü aştı. Dün Cengiz Çandar yazmasa konuyu bu açıdan düşüneceğim pek yoktu açıkçası. Çandar’ın yazısını okuyunca geri dönüp bellibaşlı gazetelerde bir tarama yaptım, zaten okuduğum bir dizi köşe yazısını yeniden okudum ve oturup gazetecilik mesleği ve en çok da genel yayın yönetmenliği hakkında düşünmeye başladım.
Bir konu öne çıkıyor: Bağbuğ’un iki saate varan bir sürede yaptığı konuşmayı belli bir bütünlük içinde analiz eden, onun neden bu vakitte böyle bir konuşma yaptığı sorusuna cevap vermeye çalışan bir yazı maalesef Türk basınında yayımlanmadı. Bu eksiği esasen hemen hemen her önemli konuda görüyoruz, Başkan Obama’nın konuşmaları hakkında da böyle bir kapsamlı analiz yayımlanmadı.
Bu kapsamlı analizin yerine, körün fili tarifi misali, her köşe yazarının (ben dahil, Cengiz Çandar dahil!) kendi meşrebine göre konuşmanın belli bir yerini tutup oradan yazı veya yazılar çıkardığını gördük. Bu da saygıdeğer bir çaba kuşkusuz ama az önce söylemeye çalıştığım temel eksiği gideremiyor maalesef.
Bu kapsayıcı analiz/haberi yazmak görevi gazetelerindir. İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor.
Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli. Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar. Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ‘Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor.
Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ‘ying’ ve ‘yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor. Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor.
Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce, gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor, yazar önüne gelen her konuyu önceki ezberine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor, bütün enerjisini diğer gazete ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Yani yanılsamanın da yanılsamasıyla uğraşmaya başlıyor.
Etrafınıza bir bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, başlığına veya ilk birkaç satırına bakınca yazıdaki ‘anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var? Orgeneral Başbuğ’dan buraya kadar geldik ama temel ihtiyacımızı hâlâ karşılayamadık: Gazeteler, okuyucularına iki saatlik bir konuşmayı bile adam gibi anlatamıyor, olası anlatma biçimleri konuşmanın üstünden bir hafta geçtikten sonra bile hâlâ kavga konusu olabiliyorsa, buralarda yanlış giden şeyler var demektir.