T24 - Eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, görevini Org. Işık Koşaner'e teslim ederken yaptığı konuşmada üstü kapalı olarak TSK’nin gittikçe artan sorunlarla karşılaşmaya başladıkları tarihi “2009 yılının ikinci yarısından sonra” şeklinde tanımladı. Başbuğ, veda törenleri sırasında yaptığı özel görüşmelerde kendisine ve TSK’ye yönelik psikolojik harekâtın başlangıç tarihini 14 Nisan 2009 olarak gösterdi.
Emekli Org. İlker Başbuğ, Harp Akademileri'nde 14 Nisan 2009 günü yaptığı konuşmasında "cemaatlerin" etkin güç olma çabası içinde olduklarına dikkat çekmişti. Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utlu Çakırözer, "Avcı’dan Sonra Başbuğ da ‘Cemaati’ İşaret Etti" başlıklı yazısında (30 Ağustos 2010) Başbuğ'un bu konuşmasını analiz etti. Çakırözer'in yazısı şöyle:
Avcı’dan Sonra Başbuğ da ‘Cemaati’ İşaret Etti
Görevini cuma günü törenle Orgeneral Işık Koşaner’e devreden eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, konuşmasının önemli bir bölümünü TSK’ye karşı yürütülen asimetrik ‘psikolojik harekâta’ ayırdı ve “TSK kendisine karşı yürütülen bu psikolojik harekâtta zorlanmıştır” deme ihtiyacı hissetti. Konuşmasında bu psikolojik harekâtın sorumlusunu açıklamaktan kaçınan Başbuğ, bunun yerine TSK’ye yönelik bu kampanyanın yargı ve medya ayağını sorgulamakla yetindi. Konuşmada sadece tek şifre veriyordu Başbuğ. O da TSK’nin gittikçe artan sorunlarla karşılaşmaya başladıkları tarihi “2009 yılının ikinci yarısından sonra” şeklinde tanımlamasıydı.
Tek başına bir anlamı olmayan bu sözlerin ardındaki giz perdesi, Başbuğ’un veda törenleri sırasında gerçekleştirdiği özel sohbetlerde aralandı. Başbuğ bu görüşmelerde kendisine ve TSK’ye yönelik psikolojik harekâtın başlangıç tarihini gün, ay ve yıl olarak verdi: 14 Nisan 2009.
Görevi devraldığı ilk günlerde bir ilke imza atarak AKP hükümetinin Bakanlar Kurulu’na terör brifingi veren, Başbakan Erdoğan’la haftalık olağan görüşme geleneğini başlatan, “İslamcı” diye nitelendirilen yayın kuruluşlarının bazılarının askeri faaliyetleri izleyebilmeleri için akreditasyonlarını açan ve basını düzenli bilgilendirmek için iletişim toplantıları yapan Genelkurmay Başkanı olarak tüm kesimlerden büyük sempati toplayan Başbuğ ve TSK komuta kademesi ne olmuştu da 14 Nisan 2009’da hedef haline gelmişti?
Başbuğ, bu görüşmelerinde altını ısrarla çizdiği 14 Nisan 2009 tarihinde Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmasının son bölümünde “cemaatleri” sorgulayarak bitirmişti. Orada kullandığı ifadeleri kısaca hatırlatmak gerekirse:
“Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonra da sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dini duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır... Dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür... Buna rağmen bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar... İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görmektedir. Bunun için de her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.”
Dönemin Genelkurmay Başkanı konuşmasında şu soruları da soruyordu:
“- Anayasanın 24’üncü maddesinde açıkça belirtilmesine rağmen; dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de şekillendirmesi kabul edilebilir mi? Bu kapsamda din eksenli bazı cemaatleri, toplulukları hareketleri, anayasanın 24’üncü maddesine göre nereye koyacağız?
- Önemli olan dinin ve dini duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin, herhangi bir şekilde herhangi bir amaçla istismarının önlenmesi değil midir?
- Dinin araçsal hale getirilmesi, dine yapılabilecek en büyük kötülük değil midir?
- Dinsel cemaatlerin siyasal alanda rol alması, modernitenin çok önemli bir özelliğinin aşındığı anlamına gelmez mi?
- Modern toplumlarda, kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu?
- Toplumu inanan/inanmayan, dindar/dindar olmayan ayrımı yapanlar, diğerlerinin iman ve dini inançlarını değerlendirmeye kalkarak aslında İslam dinine karşı büyük bir suç işlemiyorlar mı?
- Bu çeşit sosyal gruplaşmalar, cemaatleşmeler toplumu ciddi boyutta kutuplaşmalara ve bölünmelere götürmüyor mu? Bu bölünmeler ve kutuplaşmalar ciddi güvenlik sorunlarına ileride dönüşemez mi?”
Soruların ardından, demokrasi ve laikliğin birbirini tamamlayarak Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyada farklı ve güçlü konuma getirdiğini vurgulayan Başbuğ, “Türk toplumunun bütün bireylerinin bu niteliklerin korunmasında, yaşatılmasında ve yıpratılmamasında duyarlı ve sorumlu davranması vatandaşlık görevidir” diyerek sözlerini tamamlamıştı.
Geçen haftaki veda törenlerinden çıkan izlenim, Başbuğ’un, bu sözlerinin TSK üzerindeki psikolojik harekâtı tetiklediğine inandığı biçiminde. Polis teşkilatının önemli noktalarında görev yapan Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın devlet-cemaat ilişkilerini sorgulayan kitabının ardından TSK’nin zirvesinden emekliye ayrılmakta olan Genelkurmay Başkanı’nın da kurumu üzerindeki psikolojik harekât için cemaatleri işaret etmesi sizce tesadüf müdür?