Fransız aşırı sağcısı Jean-Marie Le Pen, “Ben onu seçerdim”, diyor. Ulusal Cephe adlı Fransız partisinin kurucusu Amerikalı olsaymış, Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump'u seçermiş. Le Pen'in tercihi sürpriz sayılmaz. Ulusal Cephe'nin önde gelen isimlerinden de benzer açıklamalar gelmişti. Partinin genel başkanı Marine Le Pen de, “Trump da ‘unutulmuşları' tutuyor” demişti. ‘Süper Salıdan' birkaç gün önce ABD'deki ön seçimleri değerlendiren partinin başkan yardımcısı Florian Philippot ‘Trump ve Sanders'in ön seçimlerde gösterdikleri performansla ABD'deki egemen düzene meydan okuduklarını' belirtmişti.
Otantik millet hülyası
Le Pen ve Philippot'un bu sözleri, Donald Trump'un başkan adaylığına ilerleyişinin Avrupa'da boşuna endişe yaratmadığını gösteriyor. ‘Le Monde' gazetesi bir makalesinde, Donald Trump'un 2017 yılında Beyaz Saray'a taşınmasının Avrupa'nın sağ popülistlerini daha da cesaretlendireceğini ve ‘Trump popülizminin Avrupa'nın siyasi kültürünü bozacağını' dile getirdi.
Bu durumda on yıllardır hakim olan Avrupa'nın siyasi çeşitliliğinin ortadan kalkacağının vurgulandığı makalede devamla, ‘Popülist için sadece kendi programı önem taşır. Gerçek popülist sadece elit zümreyi eleştirmekle yetinmez. Çünkü o aynı zamanda çoğulculuğa da karşıdır. Otantik bir milleti sadece kendinin layıkıyla temsil edebileceği iddiasındadır' cümlelerine yer veriliyor.
‘Berlusconi'yi hatırlatıyor'
Bu eğilimin bir süredir Avrupa'da da kök salmaya başladığı belirtilen ‘Le Monde'nin makalesinde, ‘Avrupa popülistlerinin, kendilerinin doğru buldukları sonuçları vermediği için demokratik süreçten şüphe duydukları' belirtiliyor. Buna Hollandalı Geert Wilders örnek gösterilmiş. Wilders Hollanda parlamentosunun ‘sahte parlamento' olduğunu söylemişti. Tıpkı Donald Trump'un Iowa ön seçimini kazanan Ted Cruz'u seçim hilesi yapmakla suçlaması gibi.
İtalyan gazeteci Gloria Orrigi Trump'un seçim manevralarının Silvio Berlusconi'yi hatırlattığını ve eski İtalya Başbakanı gibi Donuld Trump'un da siyasi sistemin sunduğu bütün imkânlardan yararlanıp ‘yüzeysel' politika yaptığını söylüyor. Orrigi, “Başarısını ne yönde kullanacağının kestirilememesi muhakkak Trump'un adını iradesini kaybetmişçesine tekrarlayan sempatizanları üzerindeki büyüleyici etkisiyle ilgilidir. Trump sadece adını pazarlıyor. Adını ne kadar iyi satarsa ilerde de o kadar iyi satacaktır”, diyor.
Karanlık siyasi program
İngiliz ‘The Spectator' dergisi ise ABD'deki önseçim mücadelesini şöyle değerlendiriyor: “Trump'un somut olarak ne istediğini anlamak zor. Trump'un nasıl bir hükümet kuracağını kimse tahmin edemiyor. Cumhuriyetçi aday sadece istediği şeyleri sıralıyor. Ama seçildiği takdirde koca bir ülkeyi yönetecek. Savunma bütçesini arttıracak mı, azaltacak mı? Kimi zaman Suriye'ye bomba yağdırılmasını istiyor, kimi zaman da buna karşı çıkıyor. Alacağı bütün kararlar Avrupa'yı da doğrudan etkileyecektir.”
‘The Guardian' gazetesi bencillik ve ötekileştiricilik yaptığını öne sürdüğü Trump'un, ‘başkaları tarafından engellenilmediği takdirde her şeyin elde edilebileceğini vaaz ettiğini' belirtiyor ve ekliyor: ‘Trump ısrarla Müslümanların, Meksikalıların ya da kim olursa olsun göçmenlerin başkaları olduğunu söylüyor. Büyük Britanya'da Trump ile kıyaslanabilecek bir siyasiye rastlayamazsınız. Çünkü burada ötekileştirme daha zekice yapılıyor ve Avrupa Birliği'ni hedef alıyor.'
‘Korku salma politikası'
Almanya Dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier de ayrımcılığı kastederek isim vermeden ‘ABD'de korku politikası' yapıldığını söylemişti. Korku salmak amacıyla yapılan politikanın Avrupa'da da yaygınlaşma tehlikesi sorumlu politikacıları endişelendiriyor. Hemen bütün Avrupa ülkelerinde programını ayrımcılık üzerine kuran siyasi partiler bulunuyor.
Fransız gazetesi ‘Le Monde' Avrupa'nın, dış politikada ölçülü ve işbirliği esasını öne çıkaran Obama doktrini ile vedalaşmaya hazır olmasını tavsiye ediyor. Gazete son olürük şu satırlara yer veriyor: '20 Ocak 2017'ye kadar Avrupa ABD'den ne beklediğine karar vermeli. Çünkü o tarihte Obama ile birlikte doktrini de siyaset sahnesinden silinecek.'