Gündem

'Atatürk sofrada babama küstü'

Gazeteci Can Dündar'ın "Anka Kuşu" adlı kitabı Erdal İnönü'nün ölümünden önce Dündar'a verdiği uzun söyleşiden oluşuyor.

31 Ekim 2009 02:00

Gazeteci Can Dündar'ın "Anka Kuşu" adlı kitabı Erdal İnönü'nün ölümünden önce Dündar'a verdiği uzun söyleşiden oluşuyor. İşte Milliyet yazarı Can Dündar'ın kaleminden o son söyleşinin öne çıkan bölümleri:

Erdal İnönü, ölümünden önce Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide babasını, özel hayatını, siyaset deneyimini, unutamadığı anıları anlattı.
 

Bugün Erdal İnönü’nün ölüm yıldönümü...

2.5 yıl önce 14 Şubat günü, kendisiyle en yakın arkadaşlarından Feza Gürsey’in adını taşıyan enstitüdeki odasında buluşmuştuk. Onunla uzun bir söyleşi kitabı çıkarma fikri yayınevinden gelmişti. Daha önce babasının belgeselini hazırlamıştık. 1983’ten beri de gazeteci olarak kendisini hayranlıkla izliyordum.

O yüzden gururla kabul etmiştim. Erdal Bey de böyle bir çalışmadan memnun olacağını söyledi. Her hafta çarşamba sabahları buluşmak üzere sözleştik. 9 kez buluştuk. 30 saate yakın konuştuk.

Anlattıkları salt kişisel öyküsü değildi; cumhuriyet tarihiydi. Tarihin yazıldığı bir evde doğmuş, politikanın içinde büyümüştü. Atatürk’ü, babasını, tarihin kilometre taşlarını büyük samimiyetle anlattı.
 
“Söyle bana Anka kuşu...”

Çocukken, öğrenciyken, askerdeyken, üniversitedeyken, siyasetteyken hep “Paşa’nın oğlu” diye anılmış, hayatı boyunca öyle muamele görmüştü. Bu onun hem talihi, hem talihsizliğiydi. Bizim söyleşimiz de kaçınılmaz olarak öyle başladı. Ama sonra, o tarihi kostümden gönüllü olarak soyunmuş, kendi yolunu çizip orada kararlılıkla yürümüş bir insan portresi belirdi.
Lise çağında fiziğe gönül vermiş, diplomatlıkla fizikçilik arasında kararsızlandığı çağda hayatının tek şiirini yazmıştı:

“Söyle bana Anka kuşu/  bir ömrü adamaya değer misin?”
Şiirdeki “Anka Kuşu” fizikti.
Cevabı “Evet” diye vermiş ve bilime bir ömür adamıştı.
Lakin Türkiye onu, yapmak istediği işle baş başa bırakmadı. Siyasete çekti ve “fiziğe şiir yazan adam”dan bir lider çıkardı; bence cumhurbaşkanlığına yaraşacak bir lider...
Söyleşimizde siyasetin gurur ve çamur dolu sayfalarından, ihanetlerinden, çelmelerinden de örnekler verdi Erdal Bey...
Kürtler, İslam, hayat ve ölüm bahsinde konuşurken bir filozofa dönüştü.
Göremedi
Ancak söyleşinin sonlarına yaklaşırken rahatsızlandı.
10. buluşma öncesi tedavi için Amerika’ya gitti.
Ümitle, iyileşip dönmesini bekledik.
Gelemedi.
Tedavi uzayınca kız kardeşi Özden Toker, -biraz da ona meşgale ve moral olur ümidiyle- kitabı Amerika’ya götürdü.

İki kardeş, birlikte geçirdikleri bir ömrün tutanaklarını diz dize okudular. Daha doğrusu Özden Hanım, abisinin kulağına okudu. Erdal Bey küçük düzeltmeler yaptı.
Eksikleri dönüşte tamamlayacaktık, olmadı.
Erdal Bey, kitabını göremeden veda etti.
Bu emaneti bir süre sakladım. Kitabı vefatının hemen ardından çıkarmak istemedim. Bazı eksikleri, onun anılarından tamamladım. Eşi Sevinç İnönü ile birlikte çalıştık. Siyasetteki yoldaşı Yiğit Gülöksüz ve onu adım adım izlemiş gazeteci arkadaşım Vedat Çuhadar kitabı titizlikle okudular.

Ve “Anka Kuşu” (İmge Kitabevi Yayınları, 2009) onun ölüm yıldönümünde okurlarla buluştu.
Okudukça hem yakın tarihimizin sayfaları arasında gezinecek, hem de 12 Eylül’ün nasıl bir insanı veto ederek siyasetten uzak tuttuğunu, Türkiye’nin nasıl bir insanı kaybettiğini daha iyi anlayacaksınız.

Saygıyla anıyorum.




Çocukları, İnönü’ye ‘sen’ diyemezdi, kolayca onu öpemezdi ama o çocuklarını öperdi.

OĞUL İNÖNÜ

“Babamı hiç sarılıp öpmedim”

“Evde babama karşı saygılıydık. Babaannem dışında, annem dahil kimse ona ‘Sen’ demezdi, biz de ‘siz’ veya ‘babacığım’ derdik.

Kulağı az duyduğu için babamla yüksek sesle konuşurduk. O da samimiyeti azaltıyor, bir resmilik getiriyor sanıyorum. Tabii bizi asıl etkileyen, herkesin babama büyük saygı göstermesiydi.
Evde de otoritesi vardı, öyle kolay yaklaşılmazdı.

Hatıralarında ‘Çocuklarımla arkadaş gibi yaşadım’ diyor ama, yani işte o kadar... O bizimle arkadaşlık yapmak isterse tabii cevap verirdik, ama bizim onunla arkadaşlık yapmak aklımızdan geçmezdi. Eve geldiğinde koşup yanağından öptüğümüz hiç olmadı, ama onun bizi öptüğü oldu. Büyüdükçe giderek azaldı tabii...

Küçükken babam ‘Annenizi mi daha çok seviyorsunuz, beni mi?’ diye sorarmış. Biz de -babamın tabiriyle ‘gerçeği söylediğimiz’ dönemlerde- ‘annemizi seviyoruz’ dermişiz. Hatta ‘Babamızı seviyoruz’ diyelim diye bize hediyeler getirirmiş. Ben onun kucağında hediye paketiyle geldiğini gördüğüm anda, ‘Yoook, annemi seviyorum’ diye tepinirmişim.”
 
ÇOCUK İNÖNÜ
“Çocukken aksi tabiatlıydım”

“Küçükken iyi huylu değildim. İnatçıydım. Sık sık ağlardım.
Akşamları babamla annem davetlere giderlerdi. Biz de gitmelerini hiç istemezdik. Onlar çıkarken abim bana ‘Hadi ağla’ dermiş. Ben de ‘gitmeyin’ diye ağlarmışım. Ama tabii giderlerdi.
Hırçın mizacım hala biraz vardır, ama zamanla aklın yardımıyla, başkalarının tavırlarıyla değişti herhalde...”
 
MEVHİBE HANIM’IN KISKANÇLIĞI
“Gene mi o sekreter geldi?”

“Annemin görünür bir kıskançlığı yoktu, ama zaman zaman böyle bir şey hissederdik. Bir sekreter hanım babamla uzun boylu çalışırsa, ‘Gene mi o geldi?’ diye söylenirdi. Normal olarak belki daha çok hassasiyet göstermesi gerekirdi, ama herhalde kendini kontrol ediyordu. Arada böyle bir şey oldu mu, bir dikkati, üzüntüsü oldu mu hissederdik.”
 
LATİFE HANIM’IN EVİNDE
“Hâlâ Cumhurbaşkanı eşi havasındaydı”

“Annem İstanbul’a gittiğimizde Latife Hanım’ı ziyaret ederdi. 1940’larda bir sefer abimle beni de götürdü. Latife Hanım’ın evi Ayazpaşa’daydı. Güzel döşeli bir evdi.
Latife Hanım da kibar, ince, zarif, hâlâ güzelliğini koruyan bir hanımefendiydi. Avrupa modasını daha genç kızken takip etmiş, bu işleri gayet iyi bilen bir hanım havasındaydı. Annem o bakımdan ona biraz gıptayla bakardı. Çünkü annem Süleymaniye’de yetişmiş; eski bir evden geliyor. Avrupa âdetlerini sonradan, babamın yanında öğrenmiş. O bakımdan Latife Hanım’ın görünüşüne, giyimine dikkatle bakardı.

Atatürk’ün o odada ne kadar yaşatıldığı dikkatimi çekmişti. Resimleri, anıları her taraftaydı. Latife Hanım hâlâ Atatürk’le beraber yaşıyordu. Hâlâ Cumhurbaşkanı hanımı havasındaydı. O yerden hiç aşağıya inmedi.”
 
İSMET PAŞA’NIN ÖFKESİ
“Ben o öğretmenin yuvasını yaparım”

“Babam eski yazıyı bilirdi, ama kullanmazdı. O konuda çok hassastı. Cumhurbaşkanıyken gittiği yerlerde not tutanları sağdan sola yazarken görürse hemen fark eder, ‘N’apıyorsun, ne biçim yazıyorsun?’ diye hemen çıkışırdı.

Bir gün başöğretmen bana eski harflerle yazılmış bir yazıyı birine okutup yazma ödevi vermişti. Akşam onu yazarken odama babaannem geldi.
‘N’apıyorsun bu saatte? Ödevini bitiremedin mi?’ dedi.
‘Bitirdim, ama bunu başöğretmen ayrıca verdi’ dedim.
‘Bunlar, her ödevi sana yaptırıyorlar. Bunu Paşa’ya söyleyeceğim’ dedi.
Ertesi gün babama ‘Gereksiz ödev verip çocuğu istismar ediyorlar. Hocalarına bir şey söyle’ diye şikâyet etti.

Babam ‘Getir bakayım, nedir o verdikleri şey’ dedi.
Gidip ödev dosyasını getirdim. Babam açar açmaz eski yazıyı gördü; görür görmez de patladı:
‘Bu nasıl şey? Benim evime eski yazı giriyor, siz buna engel olmuyorsunuz. Böyle mi öğrettim ben size? Hiçbiriniz adam olmazsınız’ dedi.
‘Hiçbiriniz’ dediği, büyükannem değil ama orada annem, Özel Kalem Müdürü, Yaver, hepimiz varız... Bayağı söylendi böyle... Tabii sesimizi çıkaramadık. Ondan sonra:
‘Kim verdi bunu sana?’ diye sordu.
‘Başöğretmen verdi’ dedim.

‘Yarın çağırır, o başöğretmenin yuvasını yaparım’ dedi.
Nitekim ertesi gün çağırdı kendisini; bayağı çıkıştı. Üzüldü o da... Neyse sonra ‘O çok iyi öğretmendir, kusuruna bakmayın’ diye söyledik kendisine... Babam da öğretmeni yemeğe çağırdı, gönlünü aldı. Ama bu konuda son derece duyarlıydı. Atatürk dışında kim olsa haşlardı.”



ÖĞRENCİ İNÖNÜ
Ödev: İnönü Savaşları

“Tarihçimiz Enver Behnan Şapolyo tanınmış bir insandı.
Bir sefer derste konu ‘İnönü Savaşları’ydı. Bana ‘Bunu sen hazırla’ dedi.
Ben de evde kütüphaneyi karıştırdım, Atatürk’ün Nutuk’undan yararlandım. Başka askeri kitapları okudum ve 20 sayfa kadar bir şey yazdım.

Derste okudum. Ben zannettim ki çok hoşuna gidecek.
‘İyi olmuş, ama benim beklediğim bu değildi’ dedi:
 ‘Ben sandım ki, babana gideceksin, ona “Anlat bakalım baba, nasıl oldu bu savaşlar” diyeceksin, o anlatacak, sen de gelip bize onları söyleyeceksin. Ben bu senin yazdıklarının hepsini biliyorum, kütüphanede var’ dedi.
Oysa ben babamı rahatsız etmeyeyim diye kendim hazırlamıştım. O, makbule geçmedi; ama ben kendim öğrendim, o ayrı mesele...”
 
ATATÜRK-İNÖNÜ ANLAŞMAZLIĞI

Babam Atatürk’le neden küstü?

“Küslük konusunda babamın bize anlattığı şuydu:
‘Biz Atatürk’le tartışırdık. Örneğin aklına bir fikir gelirdi, onu ya sofrada ortaya söylerdi veya daha evvel bana söylerdi. Ben olabilir mi diye düşünürdüm, akşam yemekten sonra giderdim kendisine; oturup konuşur, sabaha kadar tartışırdık. Sonunda ya o beni ikna ederdi ya ben onu ikna ederdim ve anlaşarak ayrılırdık. Ama son zamanlarında rahatsızlandığı için sinirleri zayıflamıştı. Pek böyle uzun tartışmalara giremiyorduk, ayrılığa o sebep oldu’ derdi.
Hoşuna gitmeyen başka bir olay, sofrada bakanlarının kendisine söylenmeden eleştirilmesi, talimatlar verilmesi...

Gene böyle bir şeyler olmuş, babam da sinirlenmiş,
‘Sofradaki talimatlarla yürümez bu işler’ anlamında bir şeyler söylemiş. Atatürk de kızmış, ayrılmaları böyle başlamış.

 ‘Niye kavga ettiler’ diye sık sık sorarlar bana... Ben de derim ki;

‘Asıl nasıl bu kadar uzun zaman beraber çalıştıklarını sormak daha iyi bir soru olur. Çünkü bunun örneği çok az dünyada... Böyle devrim yapan, yeni devlet kuran bir başbuğ, bir başkan, yanındaki insanları sürekli değiştirir. Böyle bir liderin, yıllarca değişmeyen birisi ile çalışması çok az görülen bir şey, ama Türkiye’de bu olmuş. İkisinin karakterinin birbirini tamamlamasıyla ve karşılıklı saygıyla bu dostluğu korumuşlar.”