Gündem

"Atatürk korumasıyla kızlarımıza mini etek giymeyi tavsiye ederek 'siyasi pezevenk'liğe soyunanlar!.."

Yeni Akit yazarı Burak Karen, TV dizilerinin kadın katliamlarında payı olduğunu iddia etti

21 Şubat 2015 22:07

Yeni Akit gazetesi yazarı Burak Karen, Mersin'de öldürülen Özgecan Aslan cinayetine ilişkin yazısında, "Başörtüsünü savunanlara yobaz deyip Atatürk korumasıyla kızlarımıza mini etek giymeyi tavsiye ederek “siyasi pezevenk”liğe soyunanların bu vahşette kızarmayan yüzlerine şahit olduk" ifadelerini kullandı.

Burak Karen, televizyon dizilerinin tecavüzü romantize edildiğini belirterek; ölümü, öldürmeyi, fuhuşu basite indirgeyen dizilerin, kadın katliamlarında payı olduğunu ileri sürdü. 

Burak Karen'ın 'Bir ölüp bin dirilecek miyiz?' başlıklı yazısı şöyle:

Bir ölüp bin dirilebilecek miyiz?

Gencecik bir kızın hunharca katledilmesine ilişkin kamuoyuna yansıyan haberler doğal olarak ülke çapında bir infiale sebep oldu. 

İnsanlık bir minibüste tecavüze uğrayıp katledildi. Özgecan’ı sanki sadece ailesinin değil, bizlerin de bağrından söküp aldılar. Ölen Özgecan’dı ama ona bunu reva gören fail bütün insanlığı, vicdanı onunla birlikte katletti.

Kendini insan yerine koyan, vicdanı olan, kalbi sızlayan herkes bu “vahşete” sessiz kalamayız nidasıyla ayakta. 

Sevginin metalaştırıldığı/pazarlandığı bir iklimde Özgecan’ın hunharca katledilmesi, içimize sağladığımız, yıllarca inkâr ve görmezlikten geldiğimiz “içimizdeki şiddetle” yüzleşme imkânı verdi bizlere.

Merhameti hatırladık, merhameti haykırdık, merhamet bekledik ve merhamet diledik.

Nefret ve şiddete meyilli, bütün görgüsüzlüklerimizi, hoyratlıklarımızı ve kabalıklarımızı törpüleyecek bir “gönül dili”ne behemehâl ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha anladık.

Ruhlarımızı onaracak “can suyu”nun iman, merhamet ve muhabbet olduğunu idrak ettik. 

Toplumda konuşamadığımız birçok şeyi konuşur olduk, siyasi figürlerin ortak mücadele çağrısıyla kimliğe değil, kişiliğe odaklanır olduk.

Ahlaki değerleri öğretemediğimiz, tüketim çılgınlığı ve sadece zevk sefa peşinde bir nesil yetiştirdiğimizin farkına vardık. Yeni kuşakların bizim değerlerimize yabancı olduğunun ancak farkına vardık.

Türkiye’nin en önemli değeri, sigortası olan aile kurumunun büyük tehdit altında olduğu, aile bağlarının hızla zayıfladığı ve kültürel değerlerimizin yozlaştırdığı gerçeğiyle yüzleşir olduk.

Zinayı suç olmaktan çıkaranların kızaran yüzleriyle tanışma şerefine nail olduk. Eğitim sistemi, RTÜK ve tüm yetki sahiplerinin yürek sızılarının dışa vurumuna tanık olduk.

Ölümün üzerinden siyaset üretmenin onursuzluğuna şahitlik olduk. Bizi derin bir hüzne gark eden bu vahşet üzerinden nebbaşlık yapmanın haysiyetsizliğine tanık olduk.

Bedenselliği, cinselliği ve hazzı putlaştıran aklın ürettiği “şiddet kültürü”nü yeniden fark ettik.

Tecavüzü mizah malzemesi haline getirip dans ederek eğlenen hasta ruhlu insanların varlığına şahit olduk.

Eğitimin, inancın, kültürel değerlerin, aile ve geleneklerin dizginleyemediği hayvani hislerin varlığıyla hareket eden insan kılığındaki hayvanların aramızda dolaştığını görüp ürperdik, derinden sarsıldık.

Ölümü, öldürmeyi, fuhşiyatı çok basite indirgeyen dizilerin bu katliamlarda payı olduğunu gördük, anladık ve üzüldük. 

Allah rızası için başörtüsünü savunanlara yobaz deyip Atatürk korumasıyla kızlarımıza mini etek giymeyi tavsiye ederek “siyasi pezevenk”liğe soyunanların bu vahşette kızarmayan yüzlerine şahit olduk. 

Televizyon kanallarında tecavüzü romantize eden dizileri görmeyip Diyanet’e gereksiz yere laf çakmaya çalışanların gereksizliklerine tanık olduk.

Televizyon kanallarını, gazetelerini, internet sitelerini fuhuş pazarlama adreslerine dönüştürerek canilere yol gösteren modern tacirlerin “timsah gözyaşlarına” şahit olduk. 

Modernizmin önce toplumun sosyal dokusunu, sonra da temel hücresi olan aile yapısını bozduğunu yeniden gördük ve acısını yeniden yaşadık. 

Bir genç kız hunharca katledilmişken, onun aziz hatırasını bile kendi siyasî amaçlarına yamamaya çalışanların “çirkin” feryatlarını duyar olduk. 

Gün geçtikçe geleneklerimizden koptuğumuzun ve toplumun Batı modernizmi karşısında hırpalandığına şahit olup, geniş çaplı sosyal restorasyona ihtiyacımızın olduğunu anladık. 

Televizyon kanallarının tek başına toplumu eğitme gibi bir görevinin olmadığının farkına vararak, sorumluluk duyan, toplumu doğru bilgilendiren, genel kabul gören ahlak ve değerlere uyan yayıncılık bilincinin oluşturulmasının gerekliliğini anladık.

40 yılı aşkın geçmişi olan Türkiye Televizyon tarihinde henüz milli, manevi ve kültürel değerlerimizi yansıtan bir otokontrol mekanizmasının geliştirilemediğini gördük.

Bu elim olay üzerinden millet olarak bütün politik, ideolojik duruşumuzdan sıyrılarak, akl-ı selimin hükümferman olduğu bir gönül, dil ve söz birliği ile bu vahşete “karşı duruş” sergilememizin gerekliliğini kavradık.

Reyting, fahişkâr ve şöhret gibi İslami ruhun kabulünden uzak, diğer bütün süfli beklentileri yücelterek hiçbir değer tanımayan, geleneğe/kültüre meydan okuyan dizilerin, toplumun ontolojik ve kültürel dinamiklerine dinamit koyarak toplumu yanlış istikamete yönlendirdiğini geç de olsa anladık.

Toplumsal değerlerle hiçbir şekilde uyuşmayan dizilerin, çarpık ilişkiler, gayrimeşru yaşantılar, gelenek ve kültürümüze aykırı davranışlarla toplumun dengesini, genlerimizi bozduğunu, insanın insanî, ruhî nitelikleri üzerine vurgu yapmak yerine sadece bedenî, biyolojik görünümünü ön plana alan “yanlışlar yumağı” olduğunun farkına vardık. 

Toplumu yozlaştırmadan eğlendirmenin yollarının aranacağı ve küreselleşmenin milli değerleri etkisizleştirmesine ya da yok etmesine müsaade etmeyecek yayınların nasıl yapılabileceğine odaklanılması gerektiğini anladık.

Bu toplumu, kimlik arayışı ve gelecek endişesi olmayan, gününü gün ederken yarın ne olacak diye sorgulamayan ve dününü tartışıp geleceğini kaybederken görülmeyen sorunlarından uzaklaştırılan filikalar halinde zihin spazmı yaşayan bir toplum haline nasıl getirdik diye düşünmesi gerekenlerin “kadına uzanan eller kırılsın” diye slogan atmaktan öteye gidemediklerine yeniden tanık olduk.

Sakin olmak ve doğru kararlar vermek zorundayız. Sorunların ana kaynağını tespit ederek, çok güçlü bir “sosyal restorasyon” çalışmasına ihtiyacımız var. 

Sevgiyle, merhamet ve şefkatle yaşarsak o zaman dünya değişir. Ahlaki seferberlik başlatarak mazlumdan, garipten, maktulden yana olup, kararmış kalplerimizdeki pası silersek toplum huzuru bulur. Çare inancımız, değerlerimiz çare biziz.