25 Eylül 2013 03:04
Tuğçe Tatari
Gerçek hayat hikâyelerine dokunmak, insanları tanımak, hayatlarına konuk olmak büyüleyicidir. Ama insan, hikâyeyi hep kendi yazdığını sansa da, hikâyeler de döner insanı yazar aslında…
Mahmur Kampı; kiminin “terör destekçisi” diye andığı, kimilerinin ise “yaşamak için direnmenin anıtı” olarak kabul ettiği, çöl ikliminin tam ortasına kurulmuş bir kamp. Türkiye’nin defalarca “dağıtılmasını” talep ettiği, sıfırdan var edilmiş koca bir yer burası. Ahmed Arif'in lisanıyla, hayata “iş ile / tırnak ile diş ile / umut ile, sevda ile, düş ile” dayanılan bir yer. “Bu kadar acı için nasıl bir sebep olabilir” diyen bir yer...
* * *
Mahmur Kampı 1998 yılında Birleşmiş Milletler’in girişimleri ile köy boşaltmaları izleyen süreçte 1994'ten itibaren Türkiye’den kaçan Kürtler için oluşturulmuş bir mülteci kampı. Özerk yönetimi ile; yerel meclisi, okulları, sağlık ocakları, mahalle idareleri ile adeta başka bir dünya…
Yaklaşık 16 yıl önce Irak Kürdistanı'nın (Kuzey Irak) ücra bir köşesini göstererek “Bundan sonra burada yaşayacaksınız” denen yerde o sırada sadece akreplerin ve yılanların yaşadığını düşünürseniz, şimdi fırını, bakkalı, oyun parkları, kütüphaneleri, bahçeleri olan bu kampa etkilenmeden bakmanın imkânsızlığını da hissedersiniz.
Kürt sorununa çözüm arayışında “peki ya Mahmur’a ne olacak” sorusunun yanıtsız kaldığı, özlemlerini inançları ile bastırmış, yazgıları belirsiz 16 bin kişiden söz ediyoruz.
Paketlerin açıklanması, müzakerelerin yapılması, geri çekilmelerin durması gibi siyasi gündemlerimizi bir yana bırakıp, “insan”a, hayata Mahmur'da maruz kalmış insanlara bakmak gerek bazen.
Asya Nine Cizre’nin Şah köyünden. Hâli vakti yerinde, bahçeleri, bağları olan bir aileye mensup. 70’li yaşlarda olduğunu dile getiriyor, ama tam doğum tarihini bilmiyor. Mahmur’a ilk gelenlerden biri. Kampın da en yaşlılarından. Kocasının ölümünden kısa bir süre sonra, yani 1992 yılında köyde operasyonlar başlayınca ve korucu olmaya zorlanıp kabul etmeyince; “ya bizimle olacak ya köyü terk edeceksiniz” deniyor Asya Nine'ye. “Bazı köylüler hemen terk etti. Bazısı koruculuğu kabul etti. Ama biz direnenler arasında yer aldık. Tutuklamalar, köy yakmalar başladı” diye anlatıyor o günleri.
Tüm bunlar yaşanırken Asya Nine'nin en büyük oğlu, bir yıllık evli ve bir bebeği olmasına rağmen “gerillaya katılma” kararı alıyor. “Gitme, çocuğun ve karın var” dedim, ama durum öyle kötüydü ki gitmemesi konusunda çok ısrarcı olamadım. “O gittikten sonra bizim eve uygulanan baskı da arttı” diyor ve ekliyor:
Direnmeye çalışırken bir yandan da elim yüreğimde oğlumdan gelecek bir haber bekleyerek geçti zamanım. Her çatışma haberinde yüreğim ağzıma geliyordu. Bir süre sonra oğlumun ölüm haberi geldi. Bu sırada köy ateş içindeydi, her an operasyon vardı. Bizlerin de gitmekten başka çaremiz kalmamıştı.”
Aynı köyden 12 aile, bir gece vakti sesizce, yola koyuluyor. Asya Nine'nin ailesi o günlerde dokuz kişiden oluşuyor. Kendisi dışında iki oğlu, dört kızı, gelini ve torunu. Çocuklarının en küçüğü beş, torunu iki yaşında. Yedi gün saklanarak sadece geceleri yürüyerek yol alıyorlar.
“Öyle acı olaylara tanıklık ettim ki, hayatımızı bırakıp, çırılçıplak kaçmak zorunda kaldığımızı bile unutmuştum. Artık hayatta kalmaktan başka seçeneğimiz kalmamıştı” diyor. “İşte tam da o acıların ortasında yaşadıklarımız, örgüte inancımızı pekiştirdi. Çünkü bizim nefes alma hakkımızı elimizden almak istediler” diye devam ediyor.
Asya Nine kendi kayıplarından, acılarından söz etmek istemiyor.
“Elbette en büyük acım oğlumun ölüm haberi oldu. Gitme diye ısrar etmiş olmayı isterdim ama başka şansımız yoktu. Her yanda acılar yaşanırken ve ben hepsine şahit olurken, bir tek oğlumun acısını yaşayamam.”
Peki Mahmur'a yolculuk?
Anlatıyor:
“Küçük çocuklarımı heybelerin içine koyarak sırtladım, aklımca sakladım onları. Mağaralara gizlenerek, etraftan yemek bulmaya çalışarak geçen günlerin ardından Irak’a doğru yol aldık.
Çok fazla kamp ve köye sığındık. Ama hepsinde benzer kıyıma maruz kaldık.
Açlık ve talan arasında geçen sürecin sonucunda birçok arkadaşımız ölmüştü.”
Asya Nine Mahmur Kampı’nın ilk günlerini de anlatıyor:
‘Bize Mahmur Kampı’nı verdiler. Buralar tam anlamı ile çöldü o zamanlar. Akrepler ve yılanlardan başka şey yoktu. Günde 20 akrep sokma vakası yaşanıyor ve çoğu ölüyordu. Geceleri uyurken çocukların etrafına ateş yakar, çemberin içine yatırırdık ki onları akrep sokmasın. Suyumuz yoktu, buradan akan kükürtlü suyu içip hastalanan çok oldu, kum fırtınası yüzünden kör olan da. Sanki telef olalım diye bize bu bölgeyi göstermişler gibiydi. İlk iki yıl kamptan dışarı çıkmamız yasaktı. Çocuklar ellerinde tenekelerle gizlice civar köylerden kampa su taşırdı. Çocukların getirdiği o su ile önce saçımızı yıkar, aynı su ile elbiselerimizi yıkar, yemek yapar, yine aynı suyu kerpiç yapımında kullanırdık.
Zamanla biz burayı geliştirdik. Tarım başlattık, hayvanlarımız oldu. Kerpiç evler taşa, şimdi de betona döndü.
Burası elektiriği, suyu olan, okulları, sağlık ocağı olan kocaman bir yere dönüştü. Buraları geliştirdik ama hiç mutlu olmadık. Çünkü burası bizim memleketimiz değil.”
Konu sürece, barışa ve Asya Nine'nin hayallerine geliyor:
‘Savaş istemiyoruz. Türk halkı ile hiçbir zaman sorunumuz olmadı. Türk anneleri de, Kürt anneleri de en büyük acıyı yaşadı, evlat acısını… Herkes özgür olsun, biz de özgür olalım, haklarımız olsun, kendi memleketimizde beraberce yaşayalım istiyoruz. Bizim evlatlarımızın da ülkeye faydası oluyordu, vergi veriyorduk, bu kadar genç insan öldü, her biri kıymetli vatandaşlar olacaklardı. Kardeş olarak yaşayabileceğimiz günleri hasretle bekliyorum.”
Asya Nine sözü sık sık memleket hasretine getiriyor:
“Televizyonda memleketimi gördüğümde gözyaşlarımı tutamıyorum. Akarsularımı, dağlarımı, bağ-bahçeleri, köyümü, toprağımı özlüyorum. Televizyonda bizim oralar çıktı mı torunlarımı çağırıyorum, onlar da cennetimi görsün istiyorum.”
Devam ediyor:
“Evet dirayetli olmak için elimden geleni yapıyorum, sıla hasretim büyüktür ama kararımız belli, barış olana kadar dönmeyeceğiz. Biz bir arada hareket ederek hayatta kaldık, dayanışma ve direnmeyle yeni bir hayat kurabildik. O yüzden bundan sonra bizim için tek başına davranmak mümkün olamaz.”
“Peki Asya Nine barış olursa ilk yapacağın şey ne olur” diye soruyorum, düşünmeden cevaplıyor:
“Barış ilan edildiği anda araba bile beklemeden yürüyerek hatta koşarak memleketime döneceğim. Tek hayalim bu.”
‘Sürece inancın var mı’ diye soruyorum:
“Birçok barış sürecine tanıklık ettim. Hep dua ettim. Ama olmadı işte. Hükümetlerden umudum yok, diğer taraftan da umudum hep var. Büyük bedeller ödedik ama unutmaya hazırız. Devlet adım atsa da, atmasa da bizim önderliğimize güvenimiz tamdır. Bu barış olmadığı sürece bizim sıla hasretimiz de sürecek. Direnmeye devam edeceğiz.”
Veda anı geldiğinde elimi tutuyor Asya Nine. “Evladım barış için çalışın. Bu barış sadece Kürtlerin meselesi değildir, hem Kürtlerin, hem Türklerin özlemidir” diyor.
Polat, Hakkari Çukurca’dan. Mahmur Kamp’ına geldiğinde 22 yaşındaymış. Sadece acılarını heybesine koyup terk ediyor topraklarını. Hakkari’den gitmek zorunda kalışını şöyle anlatıyor:
“'90’lı yıllarda, Kürt hareketinin belirginleşmesinden sonra birçok sıkıntı yaşadık. Özellikle ailesinden, yakınlarından harekete katılmış olanlar çok zor zamanlar geçirdi. PKK’nin görüşünü benimseyene yaşam hakkı tanınmıyordu. Silahsız, sade vatandaşa, köylüye, sırf sempatizan olma ihtimali ile operasyonlar düzenleniyordu. 1993 yılında, benden 10 yaş küçük erkek kardeşim harekete katıldı. Ondan sonra da üzerimizde müthiş bir baskı oluştu. O tarihlerde bir gün evime dönerken alındım. Çok ağır işkenceye maruz kaldım. Günler sonra öldüğüm düşünülerek şehir dışında bir çöplüğe atılmış halde köylüler tarafından bulundum. İşkence yaparken hep “kiminle görüştün, kimin yanından dönüyordun” diye sordular. “Gerillayla görüştün” dediler. Oysa bulunduğum mahalle gerillanın gelebileceği bir yer değildi. Ama cevaplardan memnun kalmadılar. O dönem diyelim bir ihbar alıyorlardı, mesela falanca yerde gerilla görülmüş, diye ve hemen tüm köylüleri işkenceye alıyorlardı konuşturmak için. Köylünün bilgi gizlediğini düşünüyor ve işkenceyi arttırıyorlardı.”
Devam ediyor Polat:
“Birkaç günde bir bizim eve de gelmeye başladılar. Sonra beni yine aldılar ve beş gün işkence gördüm. Erkek kardeşim gitmiş ya, o yüzden bağlantım olma ihtimali vardı onlar için. Bir gelişlerinde Özgür Halk dergisi ve Gündem gazetesi buldular evde. Bedeli ağır oldu. 25 gün içeride tutuldum ve her gün ağır işkence gördüm. Çıktığımda, yani 1993 yılının sonlarına gelmiştik, artık baktım olacak gibi değil, çoluk çocuk perişanız, diğer köylülerle beraber yola çıkmaya karar verdim. Ailemi de yanıma aldım. İki kızkardeşim, anne-baba, eşim ve yedi çocuğumla sınırı geçtik.
Bizim suçumuz PKK’ye sempati ile bakmaktı. Neredeyse tamamımız bir mağduriyet yaşamış, yakınları ölmüş insanlardık. Nasıl sempati ile bakmayacaktık? PKK’yle manevi bağı vardı insanların tabii.”
Polat, uzun süren yolculuğun ardından Mahmur’a gelişlerini anlatıyor:
‘Bizi kamyonlara bindirip Mahmur diye bahsettikleri bir yere götürdüler. Mahmur tam bir çöldü geldiğimizde. Tek bir ağaç olmadığı gibi taş bile yoktu.
Başka çaremiz olmadığı için burayı geliştirdik. 1998’den beri burayı yaşanabilir hale getirmek için çalıştık.”
Barış sürecini soruyorum Polat’a:
‘Biz siyasi nedenlerle göçe zorlanmış bir kitleyiz. Siyasi görüşümüzün suç kabul edilmeyeceği, zulüm sebebi olmayacağı günleri bekliyoruz. Hâlâ burayı benimsemiş, kabullenmiş filan değiliz. Sorunlar çözüldüğü an hepimiz dönmek isteriz. Ama Kürt sorunu çözülmeden de hiçbirimiz dönmeyiz. Biz bu süreçten hiç heyecanlanmadık, güvenimiz yok çünkü. AKP hükümeti çok pragmatist, güven vermiyor bize. Sanki tek dertleri bizleri kandırmak, oyalamak.”
Mahmur’da üç farklı kuşakla görüştüm. Biri kampın en yaşlısı, yani kampa geldiğinde yetişkin olan Asya Nine, diğeri Mahmur’la tanıştığında gencecik olan Polat, diğeri ise doğma büyüme Mahmur’lu olan Metin. Üç farklı kuşağa ait tecrübeden yaşananları ve barışın onlar için ne ifade ettiğini öğrenmek istedim.
Metin 18 yaşında. Mahmur yolunda, bir başka “durak”ta doğmuş. Ailesi Şırnak’tan gelmiş. Tüm çekirdek ailesi ile dört kardeş, anne ve baba Mahmur’da yaşıyorlar. Oun için hayat Mahmur Kampı'ndan ibaret.
Metin’in Türkçesi çok iyi, ama konuşmak istemiyor. ‘Bak sana ne diyeceğim; biz dilimizi konuşabilmek için bunca acıya göğüs gerdik. Şimdi ben hiç Türkçe konuşmak istemiyorum, sen beni benim dilimle tanı istiyorum, ama hatırın için, sırf beni anla diye konuşacağım” diye başlıyordu söze ve devam ediyor:
10 yaşımdan beri içinde bulunduğum durumu sorguluyorum. Anne ve babamın çok acı çektiğini biliyorum. Diğer halkın çocukları mutluluk içinde yaşarken bizim sefalet içinde yaşadığımızı biliyorum. Elbisesiz, ayakkabısız kaldığımızı hatırlıyorum. Çok küçükken büyüklere yardım etmek için odun toplardık, ben bazen yılanları da odun sanıyordum, babama götürüyordum, meğer susuzluktan ölmüş, o yüzden hareketsiz duruyorlarmış. Her kim bizi buraya getirmişse sanki ölelim istemiş. Kürt olduğumuz için, ailelerimiz işbirliğine, koruculuğa onay vermediği için bu hallere düştüğümüzü biliyorum. Annem ve babam ne zaman memleketlerinden konu açılsa ağlıyor. Bu beni çok üzüyor. Annem Şırnak’ın cennet gibi olduğunu anlatıyor. Ben fotoğraflardan veya televizyondan gördüklerimden biliyorum oraları, buradan çok farklı.
Televizyonumuz var, internet var. Dış dünyada gençlerin nasıl imkânlarla yaşadığını oralardan öğreniyoruz. Mesela bizim yaz tatilimiz yok. Biz okulun olmadığı her an çalışmak zorundayız. Ama başka çocuklar tatil yapıyor.
Siyasi meselelerle çok ilgiliyim. Türkiye’nin bizlerle, Kürtlerle ilgili hiç adım atmadığını, buna niyeti olmadığını görüyorum. Biz nasıl ve neye güveneceğiz?”
Metin ilkokulu, ortaokulu ve liseyi Mahmur Kampı’nda okumuş. Şimdi üniversite çağında. Kampta üniversite yok. Bu yıl onun kamp dışında ilk hayat ve eğitim yılı olacak:
“Üniversitede hukuk okumak istiyordum, çocukluk hayalimdi. Kazandım da, ama hukuk eğitimi Arapça. Ben o yüzden hukuk okuyamayacağım, çünkü Arapça bilmiyorum. Mecburen sosyoloji okuyacağım. Kürtler kimliklerine sahip olunca, özgür olursa, haklarına kavuşursa bizler de hayallerimize kavuşacağız.”
Metin’e “Öfke hissediyor musun, kızgınlıkların var mı” diye soruyorum, aslında cevabını biliyorum:
“Kızgınlıklarım var tabii. Haksızlıklara tahammülüm yok benim.
Burada bu hayatı yaşamaya mahkûm edildik. Televizyonlarda izlediğim insanları ve hayatlarını görüp bir de bize bakıp bu sefaleti görünce elbette bu haksızlığa tahammül edemiyorum. Haksızlığa uğradığımı da düşünüyorum.”
Metin’in çocukluk günlerinden konuşalım istiyorum biraz. Mesela oyunlardan. Çocuklar Mahmur’da ne oynar?
“Çocukken arkadaşlarım akrepler yüzünden öldü. Bizim hiç oyuncağımız olmadı, yılanlar ve akreplerdi bizim oyuncaklarımız. O yüzden onlardan korkmadık hiç. Arkadaşlarım akrepler yüzünden öldüğünde çok canımın yandığını hatırlıyorum. Ama sonra biz yine akreplerle oynamaya devam ediyorduk, çünkü dedim ya onlar bizim tek oyuncağımızdı.’
Peki 18 yaşındaki Metin’in barıştan beklentisi ne:
“Biz savaş ve kandan yana değiliz” diyor, “sadece anadilimiz ve haklarımızla, sizlerle beraber yaşamayı istiyoruz. Bir gün Türkiye’nin bize haklarımızı vereceğine inanıyorum, ama ne zaman olur bilmiyorum.”
* * *
Mahmur'da gün batımı. Hasret tütüyor kampta. Türkiye'ye doğru göz alabildiğine uzayan düzlükler sararmış...
“Anadolu'yum ben / Tanıyor musun?”
Metin tanımaz “küçük Asya”yı. Tanımak ister.
Asya nineler, Polat'lar, Metin'ler barış ister, memlekete dönmek, dönebilmek ister...
© Tüm hakları saklıdır.