Ünal Ünsal
(Emekli Büyükelçi)
Ülkemiz sancılı bir toplumsal, siyasi, ekonomik ve psikolojik transformasyon, başka bir ifadeyle normalleşme sürecinden geçmekte iken, bu sürecin yönetilmesinde büyük sorumluluk taşıyan, üstelik, güçlü olması nedeniyle bu sorumluluğu daha da ağır olan Başbakan’ın takındığı tavır, kullandığı üslup gerçekten kaygı uyandırıcı olmaya başladı.
Başbakan’ın son zamanlarda Şeyh-ül İslam gibi konuştuğu görülüyor. Üst üste verdiği nutuklarda apaçık biçimde din propagandası yaptı, dini siyasete alet etti. Giderek artan biçimde, dini referanslara dayalı politik tutum ve görüş belirliyor (en son örnek kürtaj meselesi). Anayasamızdaki, milletvekili yeminindeki laiklik ilkesi ve bu ilkeye bağlı kalma taahhüdü ayaklar altında… Laikliğin Cumhuriyet Türkiyesi’nde yapılması gereken tarifi çok özel ve farklıdır ama bu ilkenin en basit tarifi olan din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması şeklindeki en basit formüle göre bile Başbakan suç işlemektedir.
Meclis’ten alelacele bir “eğitim reformu’’ kanunu geçirildi. Kuran ve Peygamberin Hayatı gencecik beyinlere ilham vermek üzere okullarda okutulacak. Bunların seçmeli türden dersler olacağı söylendi. Ama Başbakan, bu yılki Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinden birinde yaptığı konuşmada, “Çocuklarımızın Kuranı, Hazreti Peygamberin hayatını öğrenecek olmaları ülkemizin geleceği için büyük fırsattır” dedi. Koskoca Başbakan böyle dedikten sonra bu derslerin “seçmeli” olması bu toplumda mümkün olabilir mi?
Başbakan bu konuşmasında tüyler ürperten bir ifade de kullandı: “Ancak inananlar kardeş olabilir.” (Başbakan bu konuşmayı gece yarısına doğru yapmıştı. Görebildiğim kadarıyla, medyada, Taraf’tan Katırcıoğlu dışında bunu konu eden olmadı. Bu yüzden birçok insan bundan habersiz.) Birkaç gün sonra Başbakan dört kırmızı çizgi çizdi ve “tek din” dedi. Daha sonra yapılan, bunun dil sürçmesi olduğu yolundaki açıklamaların hiçbir inandırıcılığı yok. Bölücülüğü, ayrımcılığı, eşitsizliği, hoşgörüsüzlüğü az ve öz biçimde teşvik eden bu lafları söyleyen, BM çerçevesinde çalışan Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin eşbaşkanı…
Şimdi bir de Diyanet TV kuruluyor. Sempatik çizgi film kahramanları kullanılarak 3-4 yaşından itibaren minicik çocuklarımıza milli ve manevi değerleri özümsemeleri için din eğitimi verilecekmiş. Yani, bu TV kanalında ve okullarda Kuran, Peygamberin hayatı öğretilip o istikamette nasıl gidilmesi gerektiği öğretilecekmiş. Peygamberin hayatını öğretecekseniz çocuklarımızın önüne, bırakın yüz binlercesini, “sahih” denilen birkaç bin hadisin tamamını koymanız gerekecek. (“Merak buyurmayın, işimize gelmeyenleri göstermeyiz” mi denilecek?) Bu, çocuklarımızın beyinlerinin, yabancı düşmanlığı, erkek egemenliği, kadının cinsel bir obje ve ikinci sınıf olduğu anlayışı vs olumsuzluklarla şartlandırılmasına yol açacak. Yüzyıllardır yapıla gelen bu işleme maruz bırakılanlar, dondurulmuş beyinlerinin çaresizliğini nesilden nesile aktardılar. Ancak, “Laik Türkiye Cumhuriyeti’’nin bugünkü hükümeti, ilk kez, bu süreci devlet aracığıyla ve daha etkili araçlar kullanarak sürdürmeye karar vermiş görünüyor.
İnsan hak ve hürriyetlerine ilişkin uluslararası sözleşmelerde; ifade, düşünce, din ve vicdan hürriyeti kutsal ilan ediliyor. Pek güzel… Ama küçük yaşlardan itibaren beyinleri masallar, hurafeler ve korkunç tehditler vasıtasıyla yıkanıp şartlandırılan insanların bu hak ve hürriyetleri kullanma yeteneklerinin yok edilmiş olacağı nasıl olup da görülmüyor?
Çocukların din eğitimi Batı ülkelerinde de problemli bir konu. Ama oralarda mesele; din adamlarının, ateistlerin psikologların, uzman eğitimcilerin katılımıyla yapılan toplantılarda her yönüyle açıkça tartışılabiliyor, doğru çözümler araştırılıyor. Bizde bu mümkün mü? Değil ve dini duyarlılığa sahip veya çoğunluğun nabzına göre şerbet vermeyi demokrasinin icabı olarak takdim eden iktidarlar topluma istediklerini dayatıyorlar. 21. yüzyılın Türkiye’sinde çocuklarımızın beyinlerini Ortaçağın Bedevi/Arap zihniyeti ile şekillendirmek kabul edilebilir mi? Bırakalım, neye inanıp inanmayacaklarına ileri yaşlarında kendileri karar versinler. Çocuklarımız çocukken onlarda, doğanın dengelerine saygılı olma gereğini, insan sevgisini, dayanışma ve adalet duygusunu yerleştirmek yeterlidir.
Başbakan’ın öncülüğünde yaygınlaştırılan dinciliğin bunların ötesinde, Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren bir dış politika boyutu bulunduğunu da bilmek lazım. Uluslararası ilişkiler konusunda analizler yapan Stratfor adlı kuruluşun yöneticisi Dr. George Friedman, iki ay önce yayınlanan makalesinde (Geopolitical Weekly, 17 Nisan 2012), bölgesel hatta global bir güç olma yolunda ilerleyen Türkiye’yi konu edinmişti. Davutoğlu’nu bile heyecanlandırılacağını, birçok bakımdan ilginç olduğunu düşündüğüm bu makale nedense medyamızın ilgisine mazhar olmadı. Friedman, güçlenen Türkiye’nin önünde iki ciddi sorun bulunduğuna işaret ediyor: Kürt meselesi ve laik-dindar çatışması. Bu sorunları aşamayan bir ülkenin uluslararası arenada daha etkin bir konuma gelemeyeceğini belirttikten sonra, özellikle İslami dinciliğin artmasının, gayrimüslim ülkeleri alarma geçireceğini ve bunların Türkiye’ye ilişkin tutumlarını değiştirmelerine yol açacağını söylüyor. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin raporlarında da din konusunun ülkemizde nasıl gelişeceği hususunda endişeli ifadelere yer verildiğini unutmayalım.
1921 Anayasası’ndaki “devletin dini İslam'dır’’ ifadesi 1924 Anayasası’ndan çıkartıldı, tam 88 yıl önce… Ama bugün, 21. yüzyılın Cumhuriyet Türkiyesi’nde, Sünni İslam’ı fiilen resmi din konumuna getirme çabası fütursuzca sergileniyor.
Başbakan ve iktidar, dini referanslara dayalı politika ve uygulamalara ağırlık vererek ülkenin normalleşme sürecini rayından çıkarmaktadır. Başta Ahmet Altan olmak üzere akil adamlar, bu politikanın ülkede ciddi çatışma ortamı yaratacağı uyarısı yapıyorlar. Uyarma çabalarının artması lazım. Bu bağlamda, Cumhuriyet’in toplumsal mühendislik projesini bilimsel araştırmalar yoluyla didik didik eden, böylece Kemalist/askerî vesayetin ortadan kaldırılmasına katkı yapmış olan bilim insanları ve araştırmacılara önemli bir görev düşüyor. Dinin nasıl ve hangi tarihsel, politik, sosyolojik ve psikolojik sebeplere bağlı olarak ortaya çıktığını açıklamaları ve din vesayetinin yaygınlaştırılmakta olması karşısında aynı bilimsel hassasiyeti göstermeleri şart.